Ama bir keresinde garip bir gerçeği dile getirmişti. Kendisine ABD askerlerinin Bağdat’ın belli bölgelerini kontrol altına aldığı söylendiğinde, hiç beklemeden şöyle yanıtlamıştı karşısındakini: ” Hiçbir yeri kontrol altına almadılar. Onlar kendilerini bile kontrol edemezler!” Bağdat’taki Ebu Garib cezaevindeki tuhaf gelişmelerle ilgili skandal haberler dışarı sızdığında, Amerikalıların kendilerini bile kontrol edemediğinin belirtisini görmüş olduk. KAMUSAL SKANDAL […]
Ama bir keresinde garip bir gerçeği dile getirmişti. Kendisine ABD askerlerinin Bağdat’ın belli bölgelerini kontrol altına aldığı söylendiğinde, hiç beklemeden şöyle yanıtlamıştı karşısındakini: ” Hiçbir yeri kontrol altına almadılar. Onlar kendilerini bile kontrol edemezler!” Bağdat’taki Ebu Garib cezaevindeki tuhaf gelişmelerle ilgili skandal haberler dışarı sızdığında, Amerikalıların kendilerini bile kontrol edemediğinin belirtisini görmüş olduk.
KAMUSAL SKANDAL
George W. Bush, ABD’li askerlerin işkence ettiği ve aşağıladığı Iraklıları gösteren fotoğraflara verdiği tepkide, kendisinden beklendiği gibi, askerlerin yaptıklarının Amerika’nın temsil ettiği ve adına mücadele ettiği değerleri, yani demokrasi, özgürlük ve kişisel haysiyeti yansıtmadığını, bunların münferit suçlar olduğunun altını çiziyordu. Bu olan bitenlerin ABD yönetimini savunmacı bir konuma sürükleyen kamusal bir skandala dönüşmüş olması olumlu bir işaret. Gerçek bir “totaliter” rejimde bu olay basitçe hasır altı edilirdi. (Aynı şekilde, ABD güçlerinin kitle imha silahları bulamamış olmaları da olumlu bir işaret: Hakiki bir “totaliter” iktidar, polislerin yaptığını yapardı, uyuşturucuyu kimsenin bilmediği bir yere gizlice saklar, sonra da suçun kanıtını “keşfederdi”)
Ancak bu sade görüntüyü karmaşıklaştıran bir iki şey daha var. Kızılhaç Uluslararası Komitesi, Pentagon’a düzenli olarak, geçen birkaç ay boyunca Irak’taki askeri cezaevlerinde yaşanan kötü muamelelerin anlatıldığı raporlar gönderiyordu ve bu raporlar yine düzenli olarak görmezden geliniyordu. Demek ki ABD yetkilileri olan bitene dair hiçbir işaret almıyor değildi. Bu suçları ancak olaylar medyada açığa çıktığında, ya da tam da bu yüzden kabul ettiler. ABD askeri yetkililerinin o anda verdikleri tepki en hafif tabirle şaşırtıcıydı. Savaş suçlularına nasıl davranılması gerektiğini belirten Cenevre Sözleşmesi’ndeki kuralların askerlere doğru düzgün öğretilmediğini söylüyorlardı. Sanki mahkumları aşağılamamak ve onlara işkence etmemek için bu kuralların öğrenilmesi gerekiyordu!
VAHŞET TİYATROSU
Fakat asıl zorluk, mahkumların Saddam rejiminde uğradığı “standart” işkence yöntemiyle, ABD işgali altında uğradığı işkence yöntemi karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor. Saddam zamanında, acının doğrudan hissedileceği işkence türü ön plana çıkarken ABD askerleri psikolojik aşağılamaya odaklanıyorlardı. Dahası, ABD askerleri bu aşağılamayı kameraya kaydediyorlardı ve bu yaptıkları şey, sürecin onsuz olmaz bir parçasıydı. Görüntülerin içinde kendileri de oluyor, yere kıvrılarak yatmış çırılçıplak mahkumların yanında sırıtan aptal yüzleri kamerada görünüyordu. Saddam’ın işkencelerinin ne kadar gizlice gerçekleştirildiği düşünüldüğünde aradaki zıtlık anlaşılabilir. Mahkumların duruşları, giydikleri kıyafetler bir tiyatro oyununu, bir tür tableau vivant’ı andırıyordu. Akla hemen Amerikan performans sanatı, “vahşet tiyatrosu”, Mapplethorpe’un fotoğrafları ya da David Lynch’in filmlerindeki sinir bozucu sahneler geliyordu.
MAHKUMLAR VE AMERİKAN KÜLTÜRÜ
Bu teatrellik bizi meselenin özüne götürüyor: Bu fotoğrafların Amerikan hayat tarzının gerçekliğiyle tanışık olan biri için akla getireceği şey, ABD popüler kültürünün müstehcen olan alt kısmıdır. Örneğin, dışa kapalı bir topluluğa kabul edilmek için başlangıçta tecrübe etmeniz gereken işkence ve aşağılama ritüelleridir. Böylesi ritüellere pek merak duyulduğu zaman, bir askeri üste ya da bir üniversite kampusünde bir skandal patlar patlamaz bu tür fotoğraflara ABD basınında düzenli aralıklarla rastlanabiliyor. Askerlerin ve öğrencilerin aşağılayıcı pozlar vermeye, küçük düşürücü el kol hareketleri yapmaya ve sadistçe cezalandırılmaya zorlandığı görüntülere sıkça maruz kalıyoruz.
O yüzden Ebu Garib’te yaşanan işkence vakası, yalnızca ABD’nin Üçüncü Dünya insanına karşı küstahlık sergilediği bir hadise değildir. Aşağılayıcı işkencelere uğrayan Iraklı mahkumlar etkili bir şekilde Amerikan kültürünün içine alınmışlardı: Bu kültürün kişisel haysiyet, demokrasi, özgürlük gibi kamusal değerlerini zorunlu olarak tamamlayan o müstehcen alt kısmının tadını almışlardı. O halde Iraklı mahkumların bir ritüel içinde aşağılanmalarının münferit bir vaka değil de daha genel bir uygulamanın parçası olduğuna şaşırmamak gerek. Donald Rumsfeld, kamuya sunulan fotoğrafların “buzdağının sadece görünen kısmı” olduğunu, tecavüz, cinayet gibi daha şiddetli başka fotoğrafların sırada olduğunu 6 Mayıs’ta kabul etmek zorunda kalmıştı.
İşte bu olanlar, Rumsfeld’in birkaç ay önce, günümüzdeki savaş durumuna bakıldığında Cenevre Sözleşmesi’ndeki kuralların “modasının geçtiğini” başından savarcasına ifade etmesinin gerçekliğini yansıtıyor.
YAŞAYAN ÖLÜLER
Guantanamo’daki mahkumlar hakkında yapılan tartışmalarda, oradaki mahkumlara yapılan muamelenin etik ve yasal olarak kabul edilebilir olduğunu çünkü bu mahkumların “bombaların isabet etmediği” kişiler olduğunu sık sık işitiyoruz. Bu insanlar ABD bombalarının hedefi olduklarına, tesadüfen kurtulduklarına ve bu bombalamalar meşru bir askeri operasyonun parçası olduğuna göre bu kişilerin çarpışma sonucunda cezaevine alınmalarından sonra başlarına ne geleceğine yönelik olarak kimse herhangi bir suçlama getiremezdi. Durumları ne olursa olsun bu öyledir, ne de olsa bir şekilde cezaevinde olmak ölmekten daha iyidir. Bu akıl yürütme tarzı söylemek istediğinden daha fazlasını dile getiriyor. Böylece mahkumlar tam da, bir bakıma şimdiden ölmüş olan, “yaşayan ölüler” konumuna yerleştiriliyorlar.(Bu insanlar ölüm saçan bombaların meşru hedefleri olduklarından yaşama haklarını ceza olarak kaybetmişlerdir.) Şimdi bu mahkumlar, yasanın gözünde yaşamları hiçbir önem taşımadığından ceza görmeden öldürülebilecek olan insanlara, filozof Giorgio Agamben’in homo sacer diye adlandırdığı varlıklara dönüşmüşlerdir. Eğer Guantanamolu mahkumlar “iki ölüm arasındaki” mekana konmuşlarsa- biyolojik olarak yaşıyorken yasal olarak ölmüşlerse (belirgin bir yasal statüden yoksun olarak)- onlara bu şekilde davranan ABD yetkililerin ise, homo sacer’in muadilini oluşturan arada derede kalan bir yasal statüleri olmuştur. Yasal bir güç olarak hareket etmektedirler ama artık hareketlerinin üstünü örten ve onları sınırlayan bir yasa yoktur. İçinde hareket ettikleri yer boş bir mekan olsa da halen yasanın alanı kapsamındadır. O nedenle Ebu Garib’te olanların son günlerde ifşa edilmesi, mahkumların bu “iki ölüm arasındaki” yere konmasının sonuçlarını teşhir etmektedir.
“BİLİNEN BİLİNMEYENLER”
Rumsfeld 2003’ün mart ayında, bilinen ve bilinmeyen arasındaki ilişki üzerine bir nebze amatörce felsefi yorumlar geliştirmişti: “Bilinen bazı bilinenler var. Bunlar bildiğimizi bildiğimiz şeylerdir. İkinci olarak, bilinen bilinmeyenler vardır. Demek istiyorum ki, bilmediğimiz şeylerin olduğunu biliyoruz. Ama bir de bilinmeyen bilinmeyenler var. Bunlar bilmediğimizi bilmediğimiz şeylerdir.” Rumsfeld’in eklemeyi unuttuğu ise hayati bir değer taşıyan dördüncü unsurdu: “Bilindiği bilinmeyenler”, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler- tam anlamıyla, Freud’un bilinçaltı dediği, Lacan’ın da “kendisini bilmeyen bilgi” diye adlandırdığı kavram.
Eğer Rumsfeld ABD’nin Irak’la olan karşılaşmasında en büyük tehlikenin “bilinmeyen bilinmeyenler”, yani, S
addam’ın şüphe bile etmeyeceğimiz tehditleri olduğunu düşünüyorsa, Ebu Garib skandalı en büyük tehlikenin “bilindiği bilinmeyenler” olduğuna işaret etmektedir. Yani, her ne kadar kamusal değerlerimizin arkaplanını oluştursa da, hakkında bilgi sahibi değilmişiz gibi yaptığımız, inkar edilen inançlar, önkabuller ve müstehcen pratiklerdir.
Nitekim Bush yanılıyordu. Aşağılanan Iraklı mahkumların fotoğraflarını gördüğümüzde algıladığımız nokta tam da “Amerikan değerlerinin” içyüzüdür. Amerikan yaşam tarzının sürmesini sağlayan müstehcen bir hazzın içyüzü.
Çeviren: Erkal Ünal