Yirminci yüzyılın son on yılında ulus-devletin sonunu kutlayanlar (ya da bu sebepten yas tutanlar) için yirmibirinci yüzyılın ilk on yılı, hatırı sayılır bir umutsuzluğa ya da duruma göre, rahatlamaya sebep oldu. Şu an öyle görünüyor ki birkaç yıl öncesinde küreselleşme için atılan zafer naraları, sadece milliyetçiliğin en bayağı biçimlerinde süregiden canlılığını ortaya koymakla kalmayıp, küreselleşme […]
Yirminci yüzyılın son on yılında ulus-devletin sonunu kutlayanlar (ya da bu sebepten yas tutanlar) için yirmibirinci yüzyılın ilk on yılı, hatırı sayılır bir umutsuzluğa ya da duruma göre, rahatlamaya sebep oldu. Şu an öyle görünüyor ki birkaç yıl öncesinde küreselleşme için atılan zafer naraları, sadece milliyetçiliğin en bayağı biçimlerinde süregiden canlılığını ortaya koymakla kalmayıp, küreselleşme sloganlarının aslında kaba bir emperyalizmin ideolojik kılıfından pek de başka birşey olmadığını teşhir eden iki Irak işgalinin arasındaki döneme sıkışıp kalmış durumda. Bu kavramın ciddi bir şekilde ele alınmasının ya da ulusun yaşayabilirliğini sorgulamanın on yıl öncesine duyulan nostaljiden ya da ideolojik rehavetten başka bir açıklaması olabilir mi?
İlk adım olarak kaçamaklı bir cevap vermem gerekirse, bu sorunun yanıtı küreselleşmeyi ve ulusu tarihsel kavramlar olarak nasıl gördüğümüze bağlıdır. Son on yıl içinde gerçekleşen önemli değişimler bize iki ders verebilir. Bunlardan birincisi, bu kavramların (apaçık bir gerçekliğin betimlemeleri olarak) katıksız ve pozitivist bir şekilde yorumlanması, çözümleme yaparken onları kullanmak konusunda en az yarar sağlayacak ve en ideolojik olacak yöntemdir. Bu kavramların bir gerçekliği olmadığını iddia etmiyorum, sadece gerçekliğin saydam olmadığını söylüyorum. İkinci olarak, kanaatimce bu belirsizliğin nedeni de kavramların çelişkili kaynakları ve bu kaynakların hem kavramlar hem de tarihsel gerçeklik düzeyinde oluşturdukları çelişkilerdir. İşin böyle olması, küreselleşme ve ulus kavramlarının indirgemeci olmayan ve tarihsel (yani teleolojik olmayan) bir şekilde anlaşılmasını ve açıklanmasını gerekli kılıyor. Bu yazıda bu çelişkilerden birkaçına değineceğim. Tartışmaya geçmeden önce, yazımın kaygılarından ilkinin sağcı siyasetlerin dünyada yükselişe geçmesi ve ikincisinin de yeni tür radikal siyasetlere, yani ekonomiden kültüre hayatın her alanında evrensel demokrasi ve adalete adanan sürekli bir arayışa olan ihtiyacın aciliyeti olduğunu belirtmeliyim.
Küreselleşme
Uzun zaman boyunca, küreselleşme terimine mekansal ve zamansal bir tür teleoloji atfeden kullanımlardan rahatsız oldum. Böylesi bir kullanım terimin yalnızca günlük dildeki değil bilimsel ve siyasal literatürdeki sınırlarını da çizmekteydi. Bu çerçevede, yaşamın kendisi olmasa da, belli temel pratikler, homojenleştirici ekonomik ve kültürel etkilerle dünyaya yayılma anlamında küreselleştirilme sürecindedir. Yine bu sürecin simgelediği noktaysa, tarihin kurucu bir unsuru olmasa bile, evrenin değilse de en azından dünyanın efendisi olmak için Afrika’daki sürülerinden ayrılmış iki ayaklı hayvanlarla başlamış olan uzun tarihli oluşumların eriştiği zirvedir. Bu durum, belki de “gerçek” olan, dizginlenmemiş bir yayılmacılıktır. Ne var ki bu yayılmacılık yalnızca mekansal ve zamansal bir anlamda kavranan tarihselliğe ya da küreselleşmenin içeriğini ve yönünü şekillendirebilecek iktidar ilişkilerine hiç yer vermeyen, en önemsiz ideolojik anlamında gerçektir. 1980’lerden bu yana bazı küresel ya da dünya tarihi biçimlerinin savunularına yol açan tam da budur.
Daha dar bir çeşitleme ise küreselleşmeyi az çok kapitalizmle özdeşleştirip modern dünyayla sınırlar. Bunun en göze çarpan örneklerini Giovanni Arrighi’nin The Long Twentieth Century ( Uzun Yirminci Yüzyıl) ve daha yakın zamanda çıkmış olan, David Held vb.nin hazırladığı Global Transformations ( Küresel Dönüşümler) adlı kitaplarda bulabiliriz. Adını andığımız bu kitaplardaki çeşitlemenin izini, dünyanın çarpıcı bir şekilde burjuva bir bütünlüğe doğru yol aldığını, sadece bir dünya siyasetinin değil bir dünya kültürünün yaratıldığını söyleyen Karl Marx’a kadar götürebiliriz Bu tür bir yorumun gücü, küreselleşmeyi tarihsel bir oluşum olarak belirlemesi ve küreselleşmeyi harekete geçiren iktidar ilişkilerini, en azından potansiyel olarak, açıklayabilmesinde yatar. Ancak bu açıklamanın, kapitalizmin körüklediği oluşumların tarihini içerecek şekilde geliştirilmesi gerekir. Bu noktada, son on yıl içinde tanık olduğumuz türden değişiklikleri kastediyorum. Aynı şekilde, en kapsamlı olarak Paul Hirst ve Grahame Thompson ‘ın ” Globalization in Question (Küreselleşme Sorgulanıyor) adlı kitaplarında ortaya koydukları üzere, on dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıldan daha küresel bir evre olduğu iddiasını göz önüne alabiliriz. Böylesi bir tanımlama, evrimci ve yayılmacı görüşlere çok da ihtiyaç duyulan düzeltmeleri yapması bakımından küreselleşme üzerine arizi ve konjonktürel bir perspektif sunduğu gibi, bizi küreselleşmeyi farklı birçok süreçten biri olarak düşünmeye zorlar ve işler haldeki güçlerin ve onların diyalektiğinin daha girift bir çözümlemesinin gerekli olduğunu ortaya koyar. Daha somutlaştırmak gerekirse, on dokuzuncu yüzyılın sonundaki küreselleşme neden milliyetçiliğe ve sömürgeciliğe tekabül ediyorken, yirminci yüzyılın sonundaki küreselleşme post-kolonyalizme ve ulus-devletin (ama devletin değil) sonunun gelmesine neden olmuştur? Eğer on dokuzuncu yüzyıldaki küreselleşme ulus-devletle uyumlu idiyse aynı şey günümüz için de geçerli olabilir mi? Ya peki sömürgecilik? Sömürgecilik, uzun dönemli bir küreselleşme içinde, daha sonraki bir aşamada yeniden biçimlendirilebilecek bir aşama mıydı sadece? Sömürgecilik, günümüz kapitalizmine damgasını vuran küresel bir yönetici sınıfın oluşturulmasında ne gibi bir rol oynamıştı? Sorular böyle uzayıp gidiyor.
Betimleyici bir kavram olarak küreselleşme terimini, dünyadaki, bütün değilse de belli bazı süreçlerin anlaşılmasını amaçlayan öğretici bir kavram olarak küreselleşme kavramından ayırmamız gerektiğini düşünüyorum.Birçok kişi ve özellikle de dünya sistemi araştırmacılarının da kabul ettiği şekilde, Roland Robertson’ın sosyolojiyi, kullandığı kavramlarda ulus-devlete dayalı olması ve bu yüzden ulusu aşan süreçleri anlayamamasından ötürü eleştiriye tabi tutması, bizim de içinde çalıştığımız disiplinler için geçerli olabilir. Ancak kavramın anlamaya çalıştığı ( kapitalizmin de dahil olduğu) süreçlerden zamansallığı ve mekansallığı söküp alan tümleştirici (totalizing) küreselleşme kavrayışlarına karşı ihtiyatlı olmalıyız. Başka bir yazımda ayrıntılı olarak ele aldığım kendi görüşümü basit bir şekilde belirtmem gerekirse, kavramın indirgemeci ve ideolojik olmayacak bir şekilde anlaşılması şu noktaların açık bir şekilde kabul edilmesini gerektirir: 1) Küreselleşme dünyayı şekillendiren güçlerden biridir ve küreselleşmenin etkisi, yerelleştiren güçleri de kapsayan başka güçlerle olan ilişkisine tabidir. Küreselleşme gerçekten de en verimli bir şekilde tarihsel kapitalizmle olan ilişkisi içinde düşünülülebilirken, küreselleşmeye konjonktürel bir zamansallık kazandıran kapitalizmin de bir tarihi vardır. 2) Küreselleşme mekansal olarak dünyanın bütününü içermez; o halde küreselleşmenin dünyanın önemli bölgelerini dışarıda bırakarak ve marjinalize ederek yarattığı koşulları dikkate almalıyız. Hakeza, Manuel Castells’in The Rise of the Network Society ( Ağ Toplumunun Yükselişi) adlı kitabında öne sürdüğü gibi, küreselleşme en iyi şekilde yüzey yerine ağ kavramı kullanılarak da anlaşılabilir. Bu da, ulus-devletin görünür olan çözülüşünü açıklayabilir. 3) Küreselleşme yalnızca birleştirmez ya da homojenleştirmez, aynı zamanda yeni türden farklılıklar yaratıp heterojenleştirip parçalar da. Günümüzün küreselleşmesinde b
ilhassa önem taşıyan sorun ise Avrupa-merkezli modernleşme söyleminin mirası için verilen mücadeledir ve bunun yanında daha önceleri marjinalize edilmiş olan ve küreselleşmiş kapitalizmin dinamiklerinde yeniden güç bulan söylemlerin ve epistemolojik yerliciliklerin canlanışlarıdır. 4) Küreselleşme en iyi olarak akışkan süreçleri açıklarken, iki diğer terim, ulusötesicilik (transnationalism) ve yerelötesicilik (translocalism) ise, ağ toplumunun durumuna daha uygun düşebilir. Bu kavramların ucu mekansal olarak açıktır ve en azından bu makalenin yazarına göre hem sınırları aşan hem de belli bir zemine oturan süreçleri tasvir ederler.
Milliyetçilik
Milliyetçiliğin kendine özgü teleolojileri vardır; milliyetçilik, zamanın başlangıcından hayal bile edemeyeceğimiz geleceğe kadar uzanan tarihi, her zaman ulusal olduğu farzedilmiş ulusal bir bölgeyi ve yurttaşlar üzerinde neredeyse biyolojik bir hak arayan ulusal bir kültürü sahiplenmede çok daha güçlüdür. Temeli olarak ulusu gösterdiğinde bile, milliyetçilik düşüncesinde devlet önemli ölçüde ulusa aittir. Bu sahip çıkma çabaları, (yasal olanın aksine) ideolojik olarak, uğruna yaşanılacak ve ölünecek bir egemenliği tanımlarlar; ayrıca kanıtlar ne olursa olsun, ulusu tarihselleştirme çabalarına karşı çıkarlar.
Bu kadar atavistik olan bir fikre yönelik şaşkınlığımızı ifade etmeye devam etsek de yukarıda anlattıklarımın tümünü çeşitli ulus-devletlerin yurttaşları olarak kişisel deneyimlerimizden ayrıca milliyetçilik üzerine yapılan araştırmalardan biliyoruz. Öte yandan, değişen tarihsel koşullara bağlı olarak öne sürülen pratik talepler karşısında ulus ideolojisinin değişime maruz kaldığını da biliyoruz. Şu anki bağlamda söz konusu olansa ulusun küreselleşme ile olan ilişkisidir.
Öncelikli sorun, Westfalya sisteminin ardından yasal olarak tesis edilen ve akabinde ulusun “kutsal” hakkına dönüştürülmüş olan egemenlik konusudur. Dünyadaki yoğunlaşmış karşılıklı bağımlılık ilişkileri nedeniyle ulusal egemenliğin hem içsel hem dışsal olarak sözde aşındığına dair bazı çevrelerde ulus-devletin sonunun görünürde olduğu kanısı belirmekte. Bu kanının yeni bir şey olup olmadığı da eldeki verilerden yaptığı çıkarımlar da sorgulanmalıdır. Stephen Krasner, Sovereignity: Organized Hypocrisy ( Egemenlik: Örgütlü İkiyüzlülük) adlı çalışmasında mutlak egemenliğin, fırsat buldukça kurulmaya girişilen ama kurulamamış olan otarşiyi de içereceğinden hiçbir zaman mutlak olamadığını iddia eder. Dahası, egemenlik öteden beri iktidar ilişkilerine maruz kalmıştır. Malların, paranın, kültürün ve bilginin akışını kolaylaştıran yeni teknolojilerle birlikte sınırların yeni bir geçirgenlik edindiği doğrudur. Ulusötesi şirketler hem çalışanlarıyla hem de işlemleri itibariyle daha kosmopolitan bir görünüm kazanmışlardır. Kentsel ağlar bazı durumlarda ulusal bölgeleriyle olan ilişkilerinden daha sıkı bir şekilde, sınırları aşan ilişkiler geliştirmişlerdir. İnsanların akışının kazanmış olduğu çok yönlü hareketlilik “ulus-ötesi” kavramından ya da göçmenler yerine diasporalardan bahsetmemizi olanaklı kılıyor.
Eğer tarihsel ufkumuzu ulus-devletin ortaya çıkışının öncesindeki döneme çevirirsek, bütün bu saydıklarımızın öncüllerini o zaman diliminde bulmamız mümkündür. Ama bana öyle geliyor ki, bölgesel bütünleşmeler üzerine yeni çabalara sahne olan dünyanın ulus-ötesi sınıflar ve örgütlerce, öte yandan sayıları gittikçe artmakta olan ulus-üstü örgütler ve etkinliklerce şekilleniyor olduğunu reddetmek gerçeğin gizleniyor olduğu izlenimini veriyor. Diğer taraftan, bu gelişmeleri küresel bir siyasal düzene yeni karmaşıklıklar katmaktan çok ulus-devletin sonunu haber veriyor olarak değerlendirmekse başka bir meseledir. Ulusların ötesindeki ve içindeki varlıklar egemenlik iddialarında bulundukça sınırlar gözden kaybolmuyor, aksine çoğalıyor. Üstelik bu gelişmelerden bazılarının, ulusal egemenliğe yönelen tehditlerin belli sınırları aştığında tersine çevrilebilir olduğu da görülmüştür. Şu ana dek kimse (ABD’nin kendi çıkarları adına haydut devletler diye nitelediği devletler dışında) ulus-devletin meşruiyetini ya da ulus-devletin egemenlik sağlama becerisini inkar etmemiştir.
Aslında, küreselleşmenin ulus-devletle olan ilişkisinin sınıf çıkarlarıyla dolayımlandığını söyleyebiliriz. Küreselleşme sadece ulusa bir saldırı değildir; onu bir önceki emperyalizmden ayıran husus, küreselleşmenin işleyişine, eskiden sömürgeleştirilmiş olan ülkeleri de kapsayan bütün toplumlardan ulusal seçkinlerin katılımıdır. Bu seçkinler kendi ulusal (sınıfsal) çıkarlarını küreselleşme ile iliştirmenin planlarını yapmaktadırlar. Küreselleşme, başka bir taraftan bakıldığında, ulusal ekonomi ve kültür küreselleştikçe kendilerini onların içinde bile marjinalleştirilmiş bulanların gözünde ulusun (ve sınıfın) düşmanı olarak canlanmaktadır.
Gerçek hakkında yaratılan bütün mitleştirmelere rağmen, ulus oluşumunun bizatihi sömürgeci bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ulus, bu oluşum sürecinde en azından kültürel ve siyasal olarak ama çoğu kez de etnik olarak olabildiğince türdeş bir nüfus yaratmak için kendi görünüşüyle ve amaçlarıyla uyuşmayanları bastırır. İşin tuhafı, küreselleşme ulusun bu yönünü epey teşhir etmiş ve ulus-devlet rejimi altında marjinalize edilmiş ya da bastırılmış olanlara bir meşruiyet zemini sağlamıştır. Küreselleşmiş siyaset sahnesinde sadece etnik azınlıklar ve yerli halklar değil marjinalleştirilmiş yerel halklar da yeni bir sese kavuşmuşlardır. Nitekim, küresel olanla ulusal olanın karşılaşmasından serpilen başka bir çelişki, sıkça söz edilen, yerelin ve küreselin çatışması baş göstermiştir.
Sağın Yükselişi
Ulusal rejimlerce bastırılmış olanların sessizlikten ve görünmezlikten kurtulmalarını pek tabii ki memnuniyetle karşılayabiliriz; ancak Avrupa-merkezciliğin, çokkültürlülüğün ve ulusal ya da küresel çeşitliliğin fark gözetmeyecek bir şekilde algılanması, yerliciliklerin ve dinsel köktenciliklerin ortaya çıkışını gözden kaçırır. Bu ihmal ise, küreselleşmenin nihai ironisi olabilir. Küreselleşme, birleştirdiği gibi daha önce tanık olunmamış şekillerde parçalar da.Yakın zamanlarda Peter Berger ve Samuel Huntington’ın editörlüğünde hazırlanan Many Globalizations (Bir Küre, Bin Bir Küreselleşme) adlı kitabın ironik alt başlığı bu duruma işaret eder: “Küresel Kültürel Çeşitlilik” Bu kitaba katkıda bulunan yazarlar, küreselleşme kavramın kendisini de olumsuzlayarak, dünyayı kültürel çatışma ve çekişmenin varılabilecek en son mekanına çeviren belli kültürlerin “küreselleşmesini” belgelerle ortaya koyarlar. Küreselleşmenin belirleyici dinamik gücü olan kapitalizm bile, kültürel alanlar için rekabet ederken kendisini sahip çıkılmış bulur. Günümüz dünyasına damgasını vuran bir başka unsur ise kültürün de gerek elitler arası gerek etnik çatışmalarda bir silah hüviyetini kazanması.
Son otuz yılda sağcı siyasetlerin yükselişi üzerine yapılan çalışmalardan gelişigüzel bir şekilde birkaç örnek saymak gerekirse akla ilk gelenler şunlar: Lisa McGirr’ın sağın 1960’lardan bu yana California’daki dirilişini anlatan yeni kitabı Suburban Warriors (Banliyö Savaşçıları), Robert Malley’in The Call From Algeria ( Cezayir’den Yükselen Çağrı), Peter van deer Veer’in Hindistan’daki din araştırması, Religious Nationalism (Dinsel Milliyetçilik) ve kendi çalışmalarımın b
azılarında anlattığım, Asya’nın Çin toplumlarında Konfüsyüsçülüğün yeniden dirilmesi. Bu meseleye daha dikkatle eğilmemiz gerekiyor. Küreselleşme ideolojisinde meşruiyet bulan yönetimsel çokkültürcülük, kültürel kimliğin ve tikelciliğin şeyleşmesine sebep olduğundan onun bu konuda söyleyecek pek bir şeyi yok. Ne de, bir zamanlar kapitalizmin toplumsal ilişkilerine yönelttiği eleştirinin ucunu Avrupa-merkezciliğin kültürel sorunlarına çevirmesinin beklenmedik sonuçlarını savuşturan ve eleştirisinin nihai amacı olarak kimlik siyasetlerini bellemiş olan post-kolonyalizmin. Aslında her iki bakış açısı için de şaşırmaya gerek yok çünkü hem yönetimsel çokkültürcülük hem de postkolonyalizm sermayenin küreselleştirici dinamiklerinin ürünleridir.
Sermayenin küreselleşmesinin kapitalizme sonradan katılanların mekanlarını da içine alacak şekilde bir önceki modernitenin mekanının ötesine yayılması sonucunda, sınıf ilişkilerinin bundan nasıl etkilendiği acil olarak yanıtlanması gereken bir soru. Aynı şekilde, sermayeden yeni güç kazananlar tarafından, ulusal ve küresel sahne üzerinde dile getirilen kültürel taleplerin nasıl etkilendiği sorusu da öyle. Bu tür bir güç kazandığına dair kanıtlar Doğu ve Güney Asya’daki yerli ideolojilerin dirilişiyle önümüzde durmakta. Küreselleşme mevzusu yerel toplumlar hakkındaki araştırmalarda pek rağbet görüyorken, yerel toplumların küreselleşmesinin- yani küresel bir sahnenin içine konulmalarının- dünyadaki kültürel ve siyasal ilişkiler açısından ne anlama geldiği daha ayrıntılı bir incelemeyi gerektiriyor.
Ne var ki, sözünü ettiğim bu sorun yapısal dönüşümlerle açıklanabilecek bir sorun değil ve dikkatimizi günlük siyasal etkinliğe çevirmemizi zorunlu kılıyor. Bu konuda yorumda bulunan birçok kişi sağcı siyasetlerin başarısını taban çalışmalarına borçlu olduğunu söylüyor. Solun aklının devlet iktidarının ele geçirilerek dönüşüm gerçekleştirmekle meşgul olmasına karşıt olarak, bu gündelik siyasal etkinliklerin önemini idrak etmek önem taşıyor. Fakat, aynı taban çalışmalarının bilhassa Asya’da, Üçüncü Dünya’da ve hatta ABD’de bile sol siyasetlerin gözünden kaçmadığını unutmamalıyız. 1960’ların başarısız olduğunu iddia edenler, 1960’ların radikallerinin daha sonraları, farklı biçimlerdeki yere-dayalı siyasetlere girişerek “yer altı”na indiğini, ne kadar güçlü olduklarını Meksika’daki Zapatista İsyanı’nda, ABD’deki ve başka yerlerdeki APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği) ve DTÖ karşıtı gösterilerde ve Hindistan’daki çevresel örgütlenmelerde kanıtladıklarını görmezden geliyorlar. Daha az radikal bir yönelimi olan diğerleri ise günümüz radikal siyaseti için daha belirsiz bir konumda olan STK’lara katıldılar. Ancak bütün bu söylenenler, yerel olarak hareket ederken küresel olarak düşünmemiz gerektiğine, küresel olarak hareket ederken de yerel olarak düşünmemiz gerektiğine dikkat çekiyorlar!
Küresel Modernite
Küreselleşme teleolojisinin ima edebileceği üzere dünyanın şu an bırakın homojenleşmiş bir birliğe, herhangi bir küresel birliğe doğru ilerlediğini düşünmek için çok az nedenimiz var. Küreselleşme teriminin isminde örtük olarak bulunmasına karşın, bu sürecin dünyanın bütün halklarını ve mekanlarını kucaklayacak olduğunu akla getirmeyi bile ideolojik hale getirdiğini göz önüne aldığımızda, küresel bir birliğe doğru yol aldığımızı düşünmek için çok daha az nedenimiz olduğunu fark ederiz. Gerçek olan bir şey varsa o da küreselleşmenin dünya halklarını ve onların marjinalize edilmesini gitgide daha da görünür kıldığıdır. Sanırım modernleşmenin küreselleşme olarak yeniden ifade edilmesi günümüzde değişmekte olan bir gerçekliğe tekabül ediyor. Bu değişikliklerin aynı zamanda ve aynı zeminde var oldukları görülebilir. Eğer bazılarının iddia ettiği gibi sağın ve solun dili anlamsız hale gelmişse, daha da anlamsız hale gelmiş olan geri kalmış ve gelişmiş sözcükleridir. Bunun sebebi ise dünyadaki halkların artık ortak bir gelişim düzeyini paylaşır hale gelmiş olmaları değil. Aksine, söz konusu olan bunun tam tersi. Çünkü artık eşitsiz gelişimin birbirine bağlı ve yapısal olan doğasını ya da ister Üçüncü Dünya ister ABD’de belli bir yerden filizlenmiş olsun görünüşte en çağdışı olan ideolojilerin modernitesini reddetmek mümkün değil. Bu durumu başka bir yazımda ” Küresel Modernite” olarak tanımlamıştım. “Küresel Modernite”, kapitalist modernitenin çelişkilerinin evrenselleştiğini gösterir. Bu çelişkiler, Los Angeles’ta Üçüncü Dünya “sweatshop”ları yaratırken Şanghay’da ya da Manila’da Birinci Dünya düzeyindeki tüketim merkezleri oluşturma sürecindedir. Ulus hala Küresel Modernite’nin bir parçasıdır, küresellik de öyle. Başka siyasal, ekonomik ve kültürel değişimler meseleyi karmaşıklaştırmaktadır; ancak bu değişimleri sonuçta hiçbir etkisi olmayan olgular olarak görmekten ziyade, pekala modernitenin toplumsal ve siyasal çelişkilerini üstbelirleyen olgular olarak kavrayabiliriz.
Böylesi bir duruma uygun olarak, dünya hakkındaki kavramsallaştırmalarımızı küresel bir perspektifte oluşturmamız gerekir. Küreselleşme ya da ulus hakkındaki tartışmaların çoğu, bu kavramların başka yerlerde nasıl okunduğu, yorumlandığı ve kullanıldığına bakılmaksızın hala Birinci Dünya’nın siyasal ve düşünsel zemininde yürütülmektedir. Bu kavramların anlamlarını açıklığa kavuşturmak, tam da yıkıcı bir hale bürünmüş olan politik gericilik döneminde, acilen ihtiyacını hissettiğimiz evrensel demokrasi ve toplumsal adalet arayışına canlılık kazandırmak için, daha küresel bir toplumsal düşünüşün inşasına başlamada bir kalkış noktası olabilir.
Oregon Üniversitesi
Çeviren: Erkal Ünal
(i) Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Kitabevi, , Ankara, 2001 (ç.n.)
(ii) Hirst, Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, çev. Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi, Ankara, 2003 (ç.n.)
(iii) Berger, Huntington (ed.), Çağdaş Dünyada Kültürel Çeşitlilik: Bir Küre Bin Bir Küreselleşme, çev.Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara, 2001 (ç.n.)
(iv) İşçilerin sağlıksız koşullar altında çok düşük bir ücret karşılığı uzun saatler boyunca çalıştırıldığı dükkanlar ya da fabrikalar.(ç.n.)
Not: Bu makale, geçen sene Victoria Üniversitesinde düzenlenen ” From Developmental to Cultural Nationalism in Asia” başlıklı konferans için bir “position paper” ( bir konu hakkında belli bir doğrultuya yönelinmesini öneren ayrıntılı bir rapor) olarak yazılmıştır.Yazar hakkında daha fazla bilgiye ulaşılmasını kolaylaştırmak için aşağıya önce Türkçede yayınlanmış yazılarını, ardından kendi kitaplarının yalnızca birkaçını sıralıyorum.(ç.n.)
-” Tarihte ve bellekte devrimler: Tarihsel perspektiften Kültür Devrimi’nin politikası”, çev. Asena Günal, Toplum ve Bilim, Bahar 1999
– ” Marksizm Nereye?”, çev. Sina Güneyli, Teori ve Politika 24-25, Güz 2001-Kış 2002
-” Küreselcilik ve Yer Siyaseti”, çev. Rahmi G. Öğdül, Başka Bir Dünya Mümkün, (der.) Süreyya Evren, Rahmi G. Öğdül, içinde, Stüdyo İmge, İstanbul, 2002
-“Yereldeki Küresel”, çev.Selen Göbelez, Conatus, Anti-Kapitalizm sayısı, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2004
– The Postcolonial Aura: Third World Criticism in the
Age of Global Capitalism, Boulder, Colombia: Westview Press, 1998
-Anarchism in the Chinese Revolution, Berkeley: University of California Press, 1991
-Revolution and History: The Origins of Marxist Historiography in China, 1919-1937, Berkeley; London: University of California Press, 1989
-The Origins of Chinese Communism, New York: Oxford University Press, 1989
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.