Artık tüm dünya Birleşik Devletler askerlerinin Iraklı tutsaklara yaygın biçimde uyguladığı sistematik işkenceyi öğrendi. Iraklı kadın ve erkeklerin şiddete maruz bırakılması, Arap erkeklerini cinsel yönden aşağılayan Britanyalı ve yabancı askerler; geceyarısı camilerden toplanarak kitlesel kamplara doldurulan binlerce “şüphelinin” katledilmesi ve aşağılanması; içerde kim olduğunu anlamak için kırılan kapılar. Her iki işgalci ülkenin askerleri de sadece […]
Artık tüm dünya Birleşik Devletler askerlerinin Iraklı tutsaklara yaygın biçimde uyguladığı sistematik işkenceyi öğrendi. Iraklı kadın ve erkeklerin şiddete maruz bırakılması, Arap erkeklerini cinsel yönden aşağılayan Britanyalı ve yabancı askerler; geceyarısı camilerden toplanarak kitlesel kamplara doldurulan binlerce “şüphelinin” katledilmesi ve aşağılanması; içerde kim olduğunu anlamak için kırılan kapılar. Her iki işgalci ülkenin askerleri de sadece askeri istihbarat ve CİA’deki üslerinin emirlerini yerine getirmekle kalmıyorlar: Bu kirli görevlerinden gurur duyuyorlar, bu hatırayı “eve” döndüklerinde arkadaşlarına ve akrabalarına göstermek ve belki de vahşi pornografi endüstrisine satmak üzere fotoğraflarını ve videolarını çekiyorlar.
Birleşik Devletler hükümeti sömürgeci savaşın başından itibaren, hatta daha da önceleri, sınırsız şiddet kullanma arzusunu kışkırttı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld “savaşı kazanmak için gerekli olan tüm yöntemlerin” kullanılmasından sözetti. Bush, ülkesinin kamuoyunu “bu savaşı nihai sona erdirmek için elimizden gelen herşeyin yapılması gerektiğine” ikna etti. Hükümetin siyonist ideologları “İsrail tekniklerinin”, yani Filistin direnişinin savaşçılarına karşı uygulanan, çıplak, eli kolu bağlanmış ve savunmasız tutsakların sistematik işkence ve aşağılamaya maruz bırakılması pratiklerinin, Iraklı “teröristlere” karşı yürütülen savaşta da kullanılmasını teşvik ettiler.
Irak’daki Birleşik Devletler askeri Yüksek Komutası başından itibaren askerler arasında Iraklılara karşı aşağılayıcı bir dilin kullanılmasını teşvik etti: “develer”, “hacılar”, “tuzağa düşmüş fareler”… “Sömürgeci dil siyaseti” başından itibaren anglo-amerikan askerlerinin sonu gelmeyen işkence ve aşağılama pratiklerinin sıçrama taşı haline getirildi. Sonunda enfeksiyon kangrene dönüştü.
Washington tarafından tutsaklara karşı uygulanan işkence ve kötü muameleler İsrail devletinin Filistinlilere karşı uyguladığı politikaların paralelidir. Bu durum da Pentagon’daki siyonist savaş mimarlarının İsrail ordusu subayları ve Mossad tarafından; yani Müslüman ve Arap tutsaklara yöneltilecek en aşağılayıcı muameleler konusunda uzmanlık sahibi kimseler tarafından yönetilen sorgulama teknikleri eğitiminden ortaklaşa yararlanmış olmaları nedeniyle, raslantısal bir örtüşme de değildir. Büyük Amerikan gazetelerinden bazıları çıplak Iraklı tutsaklara uygulanan işkencenin müthiş fotoğraflarını yayınladılar. Yine de, ABD’li politik seçkinlerin ve büyük gazetelerin başlıca meşgaleleri ne insanlığa karşı işlenmiş olan suçlar, ne bir ülkeye karşı verilen sömürgeci savaşlardan köklenen büyük ahlaki çöküntü değil, Arapların halkla ilişkiler açısından ifade edecekleri tepkiler, Birleşik Devletler’in dünya Müslümanları ve halklarının gözündeki imajı, Birleşik Devletler’in emperyal bir güç olarak “güvenilirliğini” yitirmesi gibi konular oldu.
Bizim, Birleşik Devletler askeri istihbaratı tarafından gerçekleştirilen barbarlık eylemlerini kınayan yegane halkların Hıristiyanların, Budistlerin, ateistlerin ve Avrupa, Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki diğer insanların ezici çoğunluğu değil de, yalnızca, Arap ve Müslüman halkları olduğuna inanmamızı istiyorlar. Başkan Bush ve onun siyonist dostları, ordu tarafından işlenen suçlara yönelik lanetlemenin “Araplar ve Müslümanlar” ile sınırlı olduğunu göstermeye çalışırken, dünyanın ne düşündüğü konusundaki cehaletlerini ve kendi ülkelerindeki ahlaki skandalı maniple etme girişimlerini yansıtıyorlar. Financial Times yazarlarından birisi şöyle yazıyor (5 Mayıs 2004): “Özür dileyen Bush Araplara bir adalet oyu sunuyor.” Başkanın niyeti insanlığa karşı işlenmiş olan bu suçları “Araplara” özgü bir adalet sorunu haline dönüştürmektir. Yine de, adalet ne yalnızca bir Arap sorunudur, ne de başkanlık seçimlerindeki “oylarla” elde edilecektir. Adaletsizlik sömürgeci işgallere, savaşlara ve imparatorluğa yapısal ve kopmaz bağlarla bağlıdır. 6 Mayıs 2004’da BBC Uluslararası Af Örgütü’nün Kosova ve (çoğunluğunu Amerikalılarla Avrupalıların oluşturduğu) Birleşmiş Milletler ve NATO’nun “seks köleliliği ticareti” ile ilişkisini ele alan raporunun özetlerini yayınladı.
Rapor 11 yaşındaki çocukların Bosna ve Kosova’nın seks pazarlarında (beheri 60 dolardan 2000 dolara değişen fiyatlarla) satılmalarını ve sayıları (Birleşik Devletler tarafından başı çekilen işgalden önce sadece 18 tane olan) 200’den fazla genelevde çalışmaya zorlanmalarını anlatıyor. Afganistan’da, binlerce tutuklu işkence gördü ve metal konteynlarda öldürülerek CİA tarafından denetlenen savaş ağaları tarafından toplu mezarlara gömüldüler. .. Ve işkence İsrail yanlısı Amerikalıların uyguladığı rutin bir pratik haline dönüştü. Sömürgecilik fetih ordularının en berbat zalimliklerini gün ışığına çıkartıyor. Askerler, kendilerini tutsaklardan üstün hisseden kadın ve erkekler, kendilerini “öteki”, “tuzağa düşen fare” üzerinde, askeri ve sivil hayatın tüm aşağılama biçimlerini icra etmekte özgür hissediyorlar. Askeri Yüksek Komutanlık, cinsel şiddetin yüksek yöneticisi, taze ya da kurumuş kanın, susturulmuş çığlıkların ve işkence gören tutsakların Kralı, kendisinden arta kalanları bu sömürgeci savaştan hiçbir ekonomik çıkar elde etmeyen ve yine de direniş savaşçıları tarafından öldürülme riski içinde yaşayan altlarının önüne bir sus payı olarak atıyor.
Ve şimdi ölümün kralı dünya kamuoyu tarafından görüldüğünde ve Iraklılara yapılan işkenceler her yerde bilinir hale geldiğinde, generaller ve başkan, üzüntülerini dile getiriyor, soruşturmalar talep ediyor, daha 16 ay önce CİA’nin ve askeri istihbaratın sistematik işkence konusundaki tüm ayrıntıların yeraldığı 53 sayfalık bir askeri rapor yayınlandığının farkında olmayan kendi ülkelerinin kamuoyunun saflığıyla oynuyorlar.
Washington’un Ortadoğu’daki sömürgeci savaşlarını destekleyen yekpare seçkinler arasında da çatlaklar oluşuyor. 2004 Nisan ayı sonunda BM temsilcisi Lakhdar Brahimi Iraklıların kendilerini durduran, sorgusuz sualsiz tutuklayan, işkence yapan, zalimane muameleler uygulayan ve öldüren askerlerden bıkıp usandıklarını söyleyerek, Birleşik Devletlerin sömürgeci siyasetini eleştirmişti. Temsilci, İsrail’in sömürgeci politikalarının ve Filistinlilere yönelik zalim saldırılarının da barışa ulaşmaya yönelik çabaları baltalayarak “bölgede büyük bir sorun” yarattığını ifade etmişti. Tel Aviv hükümeti temsilciyi kınadı ve hemen Birleşik Devletlerdeki aktarma kayışlarını devreye soktu: tüm önemli Yahudi örgütleri (Büyük Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı, Liga (ADL), Amerikalı Yahudiler Komitesi vs.) Brahimi’yi kınamak ve lanetlemek konusunda sıraya girdiler. Bugüne kadar bütün Yahudi “sivil kurumları” İsrail’in Filistinlilere yönelik cinayetlerini desteklemişlerdi ve hiçbiri de Iraklı tutsaklara yönelik işkenceyi kınamış değiller, Şaron düğmeye basana kadar da kınamayacaklar. Onlarca Amerikalı emekli diplomat Britanyalı meslekdaşlarıyla birleşerek Irak’taki sömürgeci işgalin zulmünü kınadılar ve bu eylemleri, İsrail’in Filistinlilere yönelik etnik temizlik eylemleriyle birlikte, barış çabalarına yönelik bir engel olarak tanımladılar. İsrail sömürgeciliği, Irak’taki savaş ve Birleşik Devletler’deki siyonizm arasındaki ilişki, Abraham Forman’ın Liga (ADL) hakkında “Yahudi grupları başlangıçtan beri İsrail ile Irak’ın birbirine bağlanması konusunda kay
gı duydular ama tepki çektiler” diye yazdığı ABD hariç dünyanın heryerinde bilinir hale geldi. Şöyle ekliyor: “Bugünse bu durum Brahimi ve Britanyalı büyükelçilerin mektubuyla birlikte daha çirkin biçimlerde yeniden su yüzüne çıktı.” (The Forward, New York Yahudi haftalık gazetesi, 5 Mayıs 2004). Liga bu tepkiyi nasıl çekti? Konu hakkında kitle iletişim araçlarında yeralan tüm tartışmaları sansür ederek ve gazetecileri, akademisyenleri ve siyasetçileri mali cezalarla tehdit ederek ya da daha da kötüsü tüm eleştirmenleri “anti-semit” olmakla suçlayarak.
Bush’un suçsuz olduğuna dair yeminleri ve Siyonistlerin kitle iletişim araçlarında Tel Aviv devleti ile Washington’un Irak ve Filistin’de işledikleri suçları inkar etmek için sürdürdükleri kampanya, ABD kamuoyunun büyük çoğunluğunun Pentagon’un askerlerinin Iraklı sivillere uyguladıkları Barbarca işkencenin görüntüleri ve bilgileri karşısında pasif kalmalarına neden oldu. Ancak, Irak’ta gerçekleştirilmiş olan bu sistematik işkencenin imgeleri dünya yurttaşlarının zihninden ABD’li aydınların birkaç protesto eylemi ile silinip atılabilir nitelikte değildir. Bugün Birleşik Devletler’de devletin işkenceleri konusundaki açık seçik bilgilere karşın herhangi bir kamusal protesto eyleminin gerçekleştirilmiyor olması, skandal niteliğinde olan dayanılamaz bir durumdur. Almanya’dan beter biçimde, ülkemiz, aydınlarımız “bilmiyorduk” diyemezler. Ya biliyorlar ama anlamayı reddediyorlar ya bilmiyormuş gibi yaparak eyleme geçmeyi reddediyorlar ya da “Arap sürüsüne” ne olduğu onları ilgilendirmiyor: Ta ki “en parlak ve büyük” aydınlarımız Irak ve İsrail’deki işkence arasındaki bağlantı gerçeğini görmezden gelmekten vazgeçene ve siyonist örgütlerin tartışma konusundaki “yasağı” ortadan kalkana kadar. Nedir bu, aydınların seçmeci unutma hastalığı mı, köklü irrasyonel bağlılıklar mı yoksa sadece entelektüel korkaklık mı?