Grekçe eikon kökünden gelen ikon kelimesi, “kendisine karşı eleştirisiz bir saygı ve bağlılık duyulan nesne” anlamına gelmektedir. Hristiyanlığın geçmişte dinsel kişileri kutsallaştırarak ürettiği ikonların gördükleri işlev, günümüzün kapitalist sisteminde laik ve pragmatik hale gelen popüler ikonlarca görülmekte ve egemen ideolojinin önemli araçlarından birini teşkil etmektedir. Küresel medya şebekesinin piyasaya sunduğu Madonna, Michael Jackson gibi pop […]
Grekçe eikon kökünden gelen ikon kelimesi, “kendisine karşı eleştirisiz bir saygı ve bağlılık duyulan nesne” anlamına gelmektedir. Hristiyanlığın geçmişte dinsel kişileri kutsallaştırarak ürettiği ikonların gördükleri işlev, günümüzün kapitalist sisteminde laik ve pragmatik hale gelen popüler ikonlarca görülmekte ve egemen ideolojinin önemli araçlarından birini teşkil etmektedir. Küresel medya şebekesinin piyasaya sunduğu Madonna, Michael Jackson gibi pop şarkıcılarının yanı sıra hamburger ve kola gibi tüketim nesneleri de popüler ikon kategorisine yerleştirilmektedir. Bunlar salt zihinsel kategoriler değildir, fiziksel bir varlıktan türetilirler ve temel özellikleri kültürel bir üretimin nesnesi olmaları; yani meta karakteri taşımalarıdır. Popüler ikonların üretim süreci, 20. yüzyıla damgasını vuran genel tüketimcilik eğilimiyle bağıntılıdır. “Küresel” kapitalizm, kendi tapınma nesnelerini kolay tüketilecek, sürekli olarak yeniden üretilebilir bir kültürel avadanlıktan seçmektedir.
Küreselleşme rüzgarlarının esmeye başladığı 80’li yıllar, popüler ikon patlamasıyla da karakterize olmuştur. Medya endüstrisinin giderek devleştiği bu dönemde hemen her gün ‘yeni’ bir ikon piyasaya sürülmekte, hızla tüketilmekte ve yerine yenileri konulmaktadır. Söz konusu küresel piyasada müzik endüstrisinin olduğu kadar, fast food zincirlerinin, sinemanın, siyasetin ve ekonominin de pop ikonları yerlerini almaktadır. İkon patlaması, çağımızda kendi başına bir maddi güce dönüştüğü iddia edilen ideoloji için vazgeçilmez olmasıyla ilgilidir; sistem ikonlara belki de hiçbir zaman olmadığı ölçüde ihtiyaç duymaktadır…
80’lerle birlikte Türkiye de küreselleşmecilik cereyanından ve popüler ikon patlamasından payını almıştır. Ekonomide neo-liberalizm, ideolojik alanda ise ‘yeni sağ’, bu dönemin hegemonik kültürünün temel bileşenleri haline gelmiş; İngiltere’de Thatcher’ın, ABD’de ise Reagan’ın temsil ettiği ‘yeni dünya düzeni’nin ülkemizdeki temsilcisi Turgut Özal olmuştur. Devletçilik karşıtlığı, serbest piyasacılık gibi neo-liberal politikaların en önemli retorik temaları ile aile, din, ırk gibi geleneksel unsurların bir arada harmanlandığı yeni sağ ideoloji bu dönemde egemen bloğun şiddetle ihtiyaç duyduğu birleştirici çimentoyu teşkil etmiştir. Yeni/eski, eylem/söz, çağdaş/çağdışı dikotomileri üzerine yükselen Özalcı retorik, sermaye cephesinde TÜSİAD ve onun en popüler temsilcisi olan Sakıp Sabancı ile tekamül etmiştir. Sakıp Sabancı’nınki, Türkiye’de bir işadamının nasıl olup da kültür endüstrisinin önemli bir figürü haline geldiğinin çarpıcı bir öyküsüdür. 80’li yıllarda ivme kazanan ekonomik, politik ve ideolojik dönüşümlerin uğrağında bir işadamı, en popüler şarkı-türkücüleri, mankenleri, futbolcuları sollayıp televizyon ve gazetelerde en çok boy gösteren popüler bir ikona dönüşmüştür(1) .
Sakıp Sabancı, kendi deyimiyle “30 bin işçiye aş ve iş imkanı sağlayan, tüm vergilerin % 5’ini ödeyecek kadar mal ve hizmet üreten, 17 çokuluslu şirketin adı ile kendi adını birleştiren, 50’yi aşkın sanayi tesisini kuran ve işleten; 12 kültür sitesi, 16 yurt, 30 okul açan, 1000 öğrenciye burs veren” (Sabancı, 1999:202) dev bir sanayii imparatorluğunun patronudur. Köylülük ile ‘işçi dostu patron’ imgelerini başarılı bir halkla ilişkiler çalışmasıyla bütünleştiren Sakıp Sabancı, yakın sayılabilecek geçmişte negatif imaları bulunan işadamı imgesinin pozitif bir içerikle doldurulmasında önemli çabalara imza atmıştır.
Bu yazı, Sabancı’yı, kendi sınıfsal konumundan uzaklaştırarak medyatik bir kişiliğe, giderek popüler bir ikona dönüştüren, kısaca ‘Sakıp Ağa’ figürünü üreten/inşa eden toplumsal koşulların izinin sürülmesinden ibarettir. Sabancı’nın ikonik karakteri, özellikle 12 Eylül 1980 darbesiyle açılan yeni sürecin kimi özgüllüklerinden büyük pay almıştır. Yazıda öncelikle, popüler ikonolojiye ilişkin genel bir teorik arkaplan bilgisi sunulacaktır. İkinci olarak Türkiye’nin 80’lerle birlikte geçirdiği ekonomik ve siyasal dönüşüm yine genel hatlarıyla ortaya konulacak ve ardından bu süreçte ortaya çıkan kültürel iklimin tipik özellikleri ve buna bağlı olarak işadamı kimliğinin nasıl dönüştüğü sorusuna yanıt aranacaktır. Dördüncü olarak Sakıp Sabancı’nın yaşamöyküsü ile ‘halkla ilişkiler’ çalışmaları irdelenecek ve Sabancı’nın ikonik karakterini oluşturan önemli özellikleri ortaya konulmaya çalışılacak (2) .
1) Popüler ikonoloji açıklamaları
Popüler ikonolojiye ilişkin en kapsamlı ve bilinen açıklamalar Marshall Fishwick, Spencer C. Benneth, Craig Gilborn, Arthur Asa Berger, Ray Browne gibi yazarların çalışmalarında bulunabilir (bkz. Fishwick ve Browne, 1970). Ünsal Oskay’a göre bu yazarlar, günümüz insanının toplum ile etkileşimini açıklamak amacıyla, çağdaş insanın dış gerçekliğini anlamakta kullandığı laik ve pragmatik ikonolojiden yola çıkmaktadırlar (1982:171). Bu açıklamalara göre geçmişte Hıristiyan cemaatlerinin tapınma nesneleri olarak dinsel bir ideolojinin hizmetinde olan ikonlar günümüzde dönüşüme uğrayarak laikleşmiş; Hristiyanlığın yerini kapitalist sistemin kendisi almıştır.
Benneth’a göre mitoloji, ritüelleri gerektirmekte; ritüeller ise ikonları canlı tutmaktadır (1970). Ünsal Oskay’a göre ise ikonoloji denen olgu, temelinde yabancılaşmanın bulunduğu bir yanlış bilinç sorunudur (1982:201). Her ikon ya da fetiş önce maddi bir nesnedir ve popüler ikonolojinin, “her yeni ortamda, kurulan her yeni toplumsal ilişkide, bu insanlar için, ‘her kalıba giren’ kişiliklerine en uygun kültürel araç olan ‘unutma mekanizması’nın rahat ve etkin işlemesini sağlayan bir anlamlandırma düzeneği” olduğu söylenebilir (1982:205). Günümüzün laik ikonları, dinsel anlamda bir tapınma nesnesi olmamakla birlikte söz konusu unutma mekanizmasını işler kılacak ölçüde kendi çevresinde bir göstergeler bütününü toplamak suretiyle toplumsal hafızayı zayıflatmakta ve böylece tarih ve sınıf bilincini köreltme işlevi görmektedir. Bu ise ideolojik hegemonyanın tesisinde önemli bir role tekabül etmektedir. Günümüzün kapitalist sisteminde Che gibi devrimci önderler dahi bu tür bir mekanizmaya kurban edilmekte, onun mücadelesinin ve kimliğinin devrimci özü boşaltılarak yerine mesela bir ‘asi gençlik’ motifi yerleştirilmekte, hasılı reklam endüstrisinin karşı hegemonik bir hammaddesi olarak kullanılabilmektedir.
İkonoloji açıklamaları uyarıcı saptamalarda bulunsa da idealist imalara sahip olduğu da kabul edilmelidir. Söz konusu uyarıcı noktaların materyalize edilmesi ancak ikonların ve onların ideolojik işlevlerinin üretim ve sınıf ilişkileri ile organik bağlarının ortaya konulmasıyla mümkündür. Bu nedenle Sabancı figürü araştırma nesnesi olarak tercihe şayandır. 80’lerden itibaren uygulanmaya başlanan neo-liberal iktisat politikalarına yaslanan birikim modeliyle, o güne kadar hakim olan devletçi, kamucu, eşitlikçi, dayanışmacı vs. ideolojik motifler arasında uzlaşmaz bir karşıtlık vardır. Egemen ideolojinin birçok unsuru farklı bir biçimde eklemlenebilir ama, organik unsur temel iskeleti oluşturur. Neo-liberal politikalar uygulanan bir dönemde, başarılı bir işadamı profiline ihtiyaç vardır. O işadamları ki, çok dinamiktirler müthiş başarılar elde ediyorlardır; ihracat yapıyorlardır, ürünleri dünya piyasalarında kapışılıyordur, işte bunlar sayesindedir ki bütün bir ülke kalkınıyordur, gelişiyordur. Onların sağladığı gelişmenin meyvelerini bütün ulus paylaşacaktır. Böylesi bir bilincin egemen kılınabilmesinde başa
rı öykülerini cisimleştiren Sabancı gibi ikonlara şiddetle ihtiyaç duyulur.
Bu dönemde Sabancı’nın sermayedar olarak varoluşu özellikle medya dolayımıyla gözlerden ırak hale gelirken, kişisel özelliklerinin genel magazinleştirme eğilimiyle bağıntılı biçimde ön plana çıkması, popüler ikon olarak üretiminin temel girdisidir. Burada kuşkusuz, onu bir ikon olarak algılayan geniş toplumsal kesimler nezdinde bir çeşit ‘unutma’ mekanizmasının da devreye girdiği söylenebilir. Çalışan sınıflar, kendi sınıfsal çıkarlarına karşı örgütlü kapitalizmin en önemli temsilcilerinden birisini eğer kendine yakın hissedebiliyorsa, burada nesnel sınıf çıkarlarının, artı-değer sömürüsünün, vb. ‘unutulduğu’ ve bir yanlış bilincin üretildiği de rahatlıkla söylenebilir. İkonlar ideolojik hegemonyaya böyle bağlanır: Tahakküm ilişkileri gizlenir, meşrulaştırılır; sınıf bilincinin ortaya çıkmasını sağlayacak kanallar tıkanır ve bu yolla egemen güçlere ciddi anlamda denetim olanağı sağlanır (3).
Yalçın Küçük, “İdeoloji, eninde sonunda incarne’dir; insanlarda vücut bulmamış bir ideolojik mücadeleyi düşünmek imkansızdır. Bu nedenle ideolojik savaş bir ‘icone’ yapma ve ‘icone’ kırma, iconoclaste, işidir” diyor (2001:10). Kuşkusuz egemen bloğun kritik dönemeçlerde şiddetlenen ikon ihtiyacı, sol için aynı şiddette ikon kırıcılık misyonunu gündeme getiriyor. Bu bağlamda, aşağıda Sakıp Sabancı özelinde ikon üretim sürecinin hangi maddi zeminde gerçekleştirildiğinin yanı sıra, ideolojik mücadelede ikon kırıcılığın önemi de ortaya konmaya çalışılacak.
2) 80’lerle Birlikte Yaşanan Ekonomik ve Toplumsal Dönüşüm
2.1. Genel Görünüş/Zeminin Kuruluşu
12 Eylül 1980 tarihi sermayedarlar kadar, öne çıkmış politik kimlikler açısından da gerçek bir ayım noktasıdır. Kuşkusuz en tipik örnek 12 Eylülle birlikte siyaset yasağı getirilen Süleyman Demirel’dir. 70’lerin ‘Morison Süleyman’ı, 80 sonrasının demokrasi havarisine dönüştürülmüştür. Demirel, 12 Eylülün paşalarıyla esastan bir sorun yaşamamış olmasına karşın kendisini darbe karşıtı göstermek konusunda, dönemin popüler tarihyazıcıları olan gazetecilerden büyük destek görmüştür. Yalçın Küçük (1990:57) bu ilişkiyi şu sözlerle betimliyor:
12 Eylül komutanları, Demirel ve Ecevit’in yalnızca 12 Eylüle karşı oldukları izlenimini vermek istediklerini göremediler. Bugün için hiç önemli olmayan güncel manevraları abarttılar ve abartılmasına neden oldular.
Hasan Cemal’in 12 Eylül Günlüğü’nü okumak, bu abartmanın, belgesel kanıtı oluyor. Hasan Cemal, güncel olarak yazamadıklarını geçirdiği günlük notlarında, Türkiye’de demokratik mücadelenin nabzını, Demirel ile Ecevit’in telefonunda ya da evinde arıyor.
Hasan Cemal, Yalçın Doğan ve Uğur Mumcu gibi gazeteciler Demirel’le yaptıkları telefon görüşmelerini o günlerde yazdıkları gazetelerine taşımaktan imtina etmiş ama daha sonra bu görüşmeler, ciltler dolusu kitaplara tahvil edilmiştir. Kuşkusuz Demirel’in 80 sonrası yükselen imgesel değerinde, önceki dönemde onu ‘Morison Süleyman’ yapan şeyin izlerinin birer birer silinmesi yatmaktadır. Özellikle işçi sınıfı ile örgütlü solun dağıtılması ve bu güçlerin saldırı pozisyonundan savunma stratejisine geçmeleri, bu izlerin silinmesinde en önemli rolü oynamaktadır.
24 Ocak kararlarıyla birlikte ekonominin rayının değiştirildiği Türkiye’de dengeler bundan böyle hep tekelci sermaye ile yabancı sermayenin stratejik işbirliğini hayata geçirmek üzerine kurulmuş, “Tekellerin istekleri yerine getirilmezse kriz çıkar” tehdidi ile toplum ‘terbiye’ edilmeye çalışılmıştır. Tekellerin isteklerinin yerine getirilmediği halde krizin gerçekten çıkacağı doğrudur, çünkü sistem bu çıkarlara bağlı olarak tasarımlanmıştır ve Türkiye’nin son 20 yılında krizsiz dönemlere rastlamak güçtür. Kriz tehdidi ekonomik ve sosyal politikaların IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların damgası taşımasına, tekelci sermayenin sınıf çıkarlarını yansıtan politikaların hayata geçirilmesinde daha az engelli bir toplumsal formasyona yol açmaktadır.
Önce darbe, sonra da polis devleti ile solun sindirilmesi, anti-demokratik devlet yapısınca sürekli olarak şamarlanan solun siyaset yapmasının, halk kitlelerine ulaşmasının engellenmesi bu dönemin siyasal alanını belirleyici bir etki yapmıştır. Emekçi sınıfların ve küçük burjuvazinin (köylü, esnaf, zanaatkar vs..) özlemlerine seslenen politikalar ve vaatlerle iktidara gelen DYP, SHP, RP, MHP, DSP gibi partiler, kimi zaman gönülsüzce de olsa terbiye edilerek tekellerin programını uygulamak zorunda kalmış; siyaset-para, siyaset-medya ilişkileri siyasal yapının anti-demokratik niteliği ile birleşince ortada alternatif siyaset için güçlü bir zemin kalmamıştır. Sonuç olarak siyasal sistemin içinden ya da dışından alternatif çıkmamaktadır.
Bu dönemde ideoloji alanı da yeniden yapılandırılmıştır. Medya ve üniversite gibi ideolojik hegemonya açısından son derece önemli iki kurumun yeniden dizaynı, sermayenin etkinlik alanını genişletmesinde önemli roller üstlendiler. Bir yandan büyük sermaye yatırımlarıyla yeniden formatlanan medya sektörünün özel televizyon yayıncılığı ile açtığı cephe Sabancıların Koçların mallarının reklam aracı olup tekelci düzenin uluslararası plandaki ekonomik ve politik çıkarlarına hizmet ederken, diğer yandan giderek kamucu perspektifini yitiren üniversiteler 1402’yle birlikte işçi sınıfının organik aydınlarını da kaybederek buraların neo-liberal politikalara lojistik destek üniteleri gibi çalışmalarını gündeme getirdi. En büyük reklamverenlerden biri olarak Sabancı’yı “hayırsever sanayici” olarak sunan medya, fahri doktora veren üniversiteler, Sabancı’ya övgüler düzen aydınlar bu dönemde türediler.
80’li ve 90’lı yılların en önemli toplumsal göstergelerinden biri militarizmin, gerek PKK önderliğindeki ayaklanma, gerekse İslami hareketin yükselişiyle birlikte daha görülür hale gelmesi olmuştur. Bu konu, özellikle Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) merkezli iş çevrelerinin kamusal söyleme demokratik çözüm önerileriyle girmelerini teşvik etmiş, sermayedarlar, kapitalist rasyonaliteye uygun bir siyasal ortam özlemini çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. Sakıp Sabancı da özellikle ‘Güneydoğu Sorunu’nun demokratik çözümünden yana demeçleriyle gündeme gelmiştir.
2.2. Geleneksel İşadamı İmgesinin Dönüşümü ve TÜSİAD
Geleneksel işadamı imgesinin dönüşümünde de 12 Eylül’le birlikte açılan kapıdan içeriye süratle giren yeni değerlerin, yeni politik manevraların ve elbette medyanın rolüyle karşılaşıyoruz. Sakıp Sabancı’nın popüler kimliğini kuran temel faktörler de tarihsel olarak ekonomik ve toplumsal yapının uğraklarına, bu uğrakların tipik özelliklerine bakılarak açıklanabilir. Bu noktada da fazla uzak geçmişe bakmak gereksizdir; doğal olarak gerek ekonomik, gerekse toplumsal ve kültürel yapıda derin bir dönüşüm uğrağı olarak 12 Eylül 1980 -eğer hâlâ uzak değilse bu henüz aşılmamış olmasıyla ilgilidir- bu açıklama için başlangıç noktasıdır.
Bu tarihle birlikte, her şey bir yana, ‘işadamı’ kimliğinde de ciddi bir dönüşüm yaşanmıştır. 80 öncesinde kitlelerin bilincinde ‘sömürgen’ bir insan tipi olarak yerleşmiş, kişisel özellikleri yerine kurumsal -sermayedar- kimliğiyle ön planda duran ‘işadamı’ imgesinin yerini, kişisel özelliklerin ağır bastığı, sınıfsal kimliğin geri planda tutulduğu, daha ‘insani’ yönlerinin sergilendiği bir işadamı imgesi almıştır.
80 öncesinde büyük sermayenin patronları kamusal
alanda yalnızca kendi sınıfsal konumlarıyla gündeme gelirlerdi ve çoğunlukla göz önünde değillerdi. Bugün ise özellikle televizyon ekranlarında sıkça görünen; halk konserlerinde, futbol maçlarında, açılışlarda, kokteyllerde boy gösteren, sanatla ve hayır işleriyle uğraşan, kitap yazan, kısacası daha fazla ‘insan’ gibi görünen bir işadamı kimliği ön plana çıkmıştır. Büyük sermayenin iki önemli temsilcisi Vehbi Koç ile Sakıp Sabancı’nın evini, aile hayatını gazetecilere açmaları, yaşamöykülerini kaleme almaları bu imgenin kurulmasında önemli adımlar olarak görülebilir.
Özellikle 1990’larda sermaye-devlet ilişkilerinde de belirli bir değişim gözlenmiştir. Korkut Boratav’a göre 90’lı yılların başında bu ilişkilerdeki yozlaşma eğilimleri, “önceki on yıla damgasını vuran ‘uzun dönemli bir perspektif yokluğu’ ile birleşince Türkiye burjuvazisinin en gelişkin öğelerinin farklı bir siyaset, farklı bir iktidar ve farklı bir perspektif arayışı hızlanmıştır.” Bu yıllar, yine İstanbul’un büyük iş çevrelerinde “vizyon, perspektif, strateji ve plan” gibi on yıldır iktisat politikaları söyleminin dışında kalmış olan kavram ve temaların yeniden “tedavüle girmesi”nin koşullarını yaratmıştır (1995). Tam da bu sırada TÜSİAD, siyasal özgürlükleri konu alan bir dizi raporla (4) , ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa karşı stratejik bir mücadele başlatmıştır.
“Türkiye’nin gelişmiş batı ülkeleri arasında yerini alması için, gerekli ekonomik ve sosyal altyapının kurulması ve geliştirilmesinde aktif rol almak üzere” 1971 yılında kurulan TÜSİAD, 1990’lardan itibaren vizyonunu ekonomik alanlardan toplumsal alanlara doğru genişletmeye başlamıştır (TÜSİAD, 1997). Bu genişlemenin kavramsal karşılıkları ‘demokratikleşme’ ve ‘sivil toplum’ olmuştur. Kendisini de bir ‘sivil toplum’ kuruluşu olarak lanse eden ve esasen tipik bir sınıf örgütü olan TÜSİAD’ın yayınladığı demokratikleşme raporları, Türkiye’nin 1984 yılından itibaren girmiş bulunduğu iç savaş koşullarına sermaye cephesinden verilen yanıt olarak görülmelidir. Türkiye’de büyük sermayenin 90’lardan itibaren işlediği en temel kavramlardan biri olan demokratikleşme, toplumun baskıcı devlet şablonuna karşı demokratik/çoğulcu sivil toplum çifti eksenine oturan bir söylemin kurucu öğesi olmuştur. Prof. Dr. Tanör’e hazırlatılan Demokrasi Raporu’nda, rejimin iki temel kriz unsuru olan Kürt sorunu ile İslamcı harekete ilişkin çözüm önerileri sunulmaktadır (5) .
Sermayenin ulusal ve küresel ölçekli çıkarlarını savunmaya ve geliştirmeye adanan bu çabalar, egemen bloktaki kimi çatlaklar boyunca bir yarılmaya neden olmuşsa da bugün için çatışma sürmektedir. TÜSİAD’ın gayretleriyle de yerleşen ‘sivil toplum’ tartışmalarının oturduğu eksene bağlı olarak çatışmayı basitçe büyük sermaye ve devlet ya da MGK çatışması olarak ele almak son derece yanlıştır. Her şeyden önce, 90’larda ve özellikle 28 Şubat 1997 tarihli MGK bildirisiyle başlayan süreçte egemen blok, hiçbir zaman olmadığı ölçüde kararlı bir yapıya kavuşmuştur. MGK’nin ya da genel anlamda devletin büyük sermaye ile ‘uzlaşmaz’ çelişkileri bulunmamaktadır. Kaldı ki MGK’nin esas unsuru olan Silahlı Kuvvetler, sermaye ilişkileri içerisinde Türkiye’nin 5. büyük sanayi kuruluşu olan OYAK’la bizzat yer almaktadır. 1 Mart 1961 tarihinde 205 sayılı yasayla kurulan “Özel hukuk hükümlerine bağlı bir sosyal güvenlik kuruluşu” olan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) çeşitli sektörlerdeki 26 iştiraki ile bugün Türkiye’nin 5. büyük sanayii kuruluşu olarak faaliyet yürütmektedir.(6)
TÜSİAD’ın ‘demokratikleşme perspektifleri’ni sunduğu raporların temel kavramlarından biri de ‘sivil toplum’dur. Devletin, gerek Kürt meselesi, gerekse ‘başörtüsü’ sorununda baskıcı bir karakter sergilemesi, görünüşte bir sivil toplumun bu karaktere direnişiyle karşılaşmıştı. TÜSİAD’lı patronların “insan haklarına saygılı, demokratik, çoğulcu bir toplum” talebinin gerisinde Avrupa Birliği projesi ile eklemlenen bir serbest piyasa mantığının olduğu söylenebilir.
Kurumsal düzeyde TÜSİAD tarafından temsil edilen neo-liberal politikalar, küresel ölçekte birlikte gelişen yeni sağ ideolojinin de taşıyıcısı olmuştur. Bir yanda siyasal özgürlükleri savunan, demokratikleşme paketleri öneren TÜSİAD’a bağlı iş çevrelerinin gerçek demokratlar olmadığı ve savundukları neo-liberal argümanların esasen demokrasiyi hedeflemediği açıktır. 80’lerin başından itibaren ithal ikamesinden “ihracata dayalı bir kalkınma stratejisine kayma, kanun ve nizamın yeniden tesis edilmesi, giderek kötüleyen bir gelir dağılımı, yeni tipte bir bireyciliğin ortaya çıkması ve her şeyin ötesinde yeni sağ bir hareketin oluşumu” Türkiye’de 1980 sonrasında yoğunlaşan yeni dengenin en çarpıcı gelişmeleriydi (Tünay, 1993).
Türkiye’de yeni sağ şüphesiz çeşitli geleneksel unsurlarla, onun ideolojik çekimiyle varlığını sürdürdü, fakat aynı zamanda yeni sağ burada ulusal-popüler gündemi anti-devletçilik, özelleştirme, iki ulus projesi, liberal-rekabetçi bireycilik ve açıkça çelişkili İslamcı kapitalist serbest girişimcilik gibi muhtelif yeni değerleriyle birlikte bünyesine kattı. Öte yandan, soruna basit bir kuramsal yaklaşımı başarısız kılacak biçimde, bir çok uyuşmazlık/çelişki/tutarsızlık da yalnızca bu ideolojik çerçevenin içinde değil, aynı zamanda yeni sağ’ın toplumsal dönüşüm ve toplumdaki güçler dengesine yönelik girişiminde de mevcuttu. (Tünay, 1993)
Belki de Muharrem Tünay’ın belirttiği uyuşmazlıklar nedeniyle Türkiye’de 1980’lerden itibaren atağa geçen yeni sağ ideoloji ABD ve Avrupa’dakiler kadar sağlam ve uzun süreli bir hegemonya kuramadı (7) . Özal’ın diline doladığı ‘ortadirek’ masalları Türkiye kapitalizminin özgün koşullarına uyum sağlayabilecek durumda değildi; sistem, geniş bir orta sınıf yaratamadı. Tünay’ın başarısızlıkla malul olduğunu belirttiği bu projenin baş aktörü olan Turgut Özal’ın bıraktığı kültürel miras ve genel olarak sermaye cephesinin çalışan sınıflar nezdinde kabul gören tezlerini bu noktada ele almakta yarar var.
3. Kültürel Dönüşüm ve Sınıf Bilinci
3.1. Özal’ın Mirası
24 Ocak 1980 tarihli ekonomik istikrar kararlarının mimarı Turgut Özal, büyük sermayenin en önemli temsilcisi olan Vehbi Koç’un açık desteğiyle(8) 1983 yılında iktidara geldiğinde ekonomi cephesinin yanı sıra, onunla içsel olarak ilişkili kültürel alanda da önemli bir dönüşüme öncülük etmiştir. 80 öncesinin namuslu, adalet duygusuna sahip ve çalışmayı fetişleştiren işçi sınıfı, 80’ler ve 90’lar boyunca üretici kimliğinin geri plana itildiği, esasen tüketici kimliğiyle varolmaya başlayan bir ‘ortadirek’ mitinin taşıyıcısı haline gelmiştir. Reel ücretlerdeki düşüşe paralel olarak ironik bir biçimde tüketimcilik eğilimi de gelişmeye başlamıştır (Durukal, 2000). Bu çelişkinin kaynağı, sistemin genel olarak çelişik öğelerini bir arada tutmasını sağlayan ideolojik önderlikte, bir başka deyişle Özalcılıkta aranmalıdır.
Özal projesi topluma gelişme (çağı yakalamak, çağ atlamak), köklü bir değişme, tabuların yıkılması retorikleriyle sunuldu. Bu sunuşun en önemli özelliği ise, projenin bu amaçlar doğrultusunda tekliğini, biricikliğini de iddia ediyor olmasıydı. Yani toplum ya bu projeyi, ya da bu retoriklerin ima ettiği oluşumların tersini kabul etmiş olacaktı. Seçenekler; bir yanda Özal projesi, diğer yanda başka, düşünülmüş veya düşünülebilecek her proje olmak üzere ikiye indirgenmişti. (Mutlu, 1995)
Erol Mutlu’nun sözünü ettiği ikil
i seçenek pusulasında kitleler büyük ölçüde mührü Özal’ın projesine basmışlardır… Klasik işçi sınıfının yanında reel olarak büyüyen beyaz yakalı işçiler/hizmet sektörü çalışanlarıyla birlikte bütün çalışan sınıflar, ortadirek mitinin ideal taşıyıcı adayları olarak kendilerini borsada oynamak, kredili alışveriş yapmak (9) , ucuz tabloid gazeteleri ve “Tele-Vole”, Deli Yürek” gibi ucuz eğlence metalarını tüketmek gibi bir dizi kültürel pratiğin içerisinde bulmuşlardır. Kentli işçi sınıfının günlük hayatında ‘eğlence’ giderek televizyon ve erkekler için futbol ile sınırlı olmaya başlamıştır (Boratav, 1995:116).
Bu tür kültürel pratiklerin, çalışan sınıfların anlam haritalarında bir muğlaklaşma ve sığlaşma yaratmaktan öte, belirli siyasal edinimleri de olmuştur. En azından son 20 yıl içerisinde Türkiye siyasetinin en önemli sorun alanları olarak tarif edilen ‘Kürt sorunu’ ve ‘Siyasal İslam’, kitlelerin bilincindeki Kürt-Türk, laik-şeriatçı çatışmalarını besleyen bir egemen söylemin kurucu unsurları haline gelmiştir. Bütün bu gelişmeler süresince işçi sınıfının bilinci, kendi özgün çıkarlarından uzaklaşırken, sermaye sınıfının bilincinde ise bir yükseliş ve canlanma gözlenmektedir. Korkut Boratav sermayenin sınıf bilincini üç ayrı çıkar türünün kurduğunu ve 1980 sonrasında bu üçünün birbiriyle fazlaca çelişmeksizin uyum içerisinde devreye girdiğini öne sürmektedir: Tekil, kısmi ve genel sermaye çıkarı (1995:62-3).
Burjuvazinin, devleti sadece tekil veya kısmi çıkarların bekçisi olarak görmekten vazgeçmesi; bir sınıf olarak ortak ve uzun dönemli çıkarlara da sahip olduğunu fark etmesi ve devletten bunların gözetilmesini talep etmesi belli bir sınıf bilincine ulaşması anlamına gelir.
..işadamlarının iktidarda yer alan -ve hemen hemen tümü siyasete iş çevrelerinden gelmiş olan- siyasetçilere, Özal ailesine, zamanına göre Pakdemirli’ye, Taner’e, Çelebi’ye bürokrasi katını atlayarak doğrudan ulaşabilmeleri; birlikte katıldıkları dış gezilerde sorunlarını çözebilmeleri, bir süre için sermaye-iktidar ilişkilerine “yeni, rahat ve ferah bir üslup” getirmiştir. (Boratav, 1995: 88-89)
Özal’ın Türkiye siyasetine ve kültürüne armağan ettiği “yeni” değerler, sistemin stabilizasyonunda önemli bir rol oynamıştır. Boratav’ın altını çizdiği “ferah üslup”la birlikte, mütevazılık, ağırbaşlılık gibi değerlerin altı oyulurken, bunların yerini kendini beğenme, yarışmacılık, aşırılık gibi davranış kalıpları almıştır.
80 öncesi bürokratik mekanizmalarla ve bürokratlar eliyle yürütülen sermaye ile ilişkiler artık yerel yöneticiler, tek tek siyasi kişilerle yapılmağa başlanmış; genel anlamda kamusal söylem yerine kişisellik ve yerellik ön plana çıkmış; “yerel” ve “kişisel” güzellemeleri, “devletin piyasadan elini çekmesi” söyleminin ideolojik motifleri olarak iş görmüştür.
Kamu politikalarından kaynaklanan yeni “avanta” alanları böylece doğarken, bunların oluşturulması, dağıtımı ile ilgili yetkiler devletin bürokratik katmanından devletin siyasi katmanına intikal etmekte idi. Özellikle ANAP dönemi, iktisat politikası konularına ‘anti-bürokratik’ bir söylemin egemen olduğu ve buna bağlı olarak “bürokratik işlemlerin sadeleştirilmesi” iddiasıyla geleneksel olarak bürokrasinin üst kademelerine ve uzmanlara ait olan yetkilerin doğrudan doğruya ilgili belediye başkanına, bakana, başbakana ve (Özal’ın Çankaya’ya çıkmasından sonra) cumhurbaşkanına geçtiği yıllardır. (Boratav, 1995:95)
3.2. Bir Araştırmanın Sonuçları
Buraya kadar anlatılanlar, temel sınıfların verili toplumsal formasyondaki kültürel konumlanışlarına ilişkin bir zemin teşkil ediyor. Her ne kadar sermaye cephesine girdi sağlamak üzere dizayn edilmiş olsa da, işçi sınıfının sermayeye ilişkin imgelemini ortaya koymada ufuk açıcı olduğunu düşündüğümüz bir araştırmanın sonuçlarını bu bölümde irdelemekte yarar var. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) için yapılan bir araştırma, 1990 ile 1997 yılları arasında yapılan diğer araştırmalarla karşılıklı olarak değerlendirildiğinde, halk kitlelerinin(10) sermayedarlara bakışının önemli ölçüde değiştiği konusunda fikir veriyor.
Araştırma, İstanbul, Gaziantep, Adıyaman, Denizli ve Burdur il merkezlerinde yaşayan ve 18 yaşın üzerindeki nüfus arasından tesadüfi örnekleme ile seçilen 2 705 kişiyle yapılan yüz yüze mülakatlara dayanıyor. İnsanlar “işadamı”ndan ne anlamakta? İşadamlarının yaşam biçimlerini kendilerinden ne kadar uzak görmekte? İşadamlarına ne ölçüde güven duyuluyor? Toplumun iş adamından beklentileri nelerdir? İşadamı politikaya karışmalı mı? gibi soruların ele alındığı bu ilginç araştırmanın, “işadamlarına güven” ve “piyasa ekonomisi ile ilgili değerler” bölümleri özellikle bizi ilgilendiriyor.
1990 yılında yapılan bir araştırmada, “Sizce insanların çoğuna güvenilebilir mi? Yoksa başkalarıyla ilişki kurarken veya iş yaparken dikkati elden bırakmamak mı gerekir, şeklindeki soruya “İnsanların çoğuna güvenilebilir” cevabını verenlerin oranı bütün Türkiye için yüzde 10 olarak bulunmuştu. 1997 yılında yapılan başka bir araştırmada bu oranın yüzde 6.5’e düştüğü, 1998’de gerçekleştirilen “Toplum Gözüyle İşadamı” araştırmasında ise, insanların çoğuna güvenenlerin oranının İstanbul’da yine yüzde 6.1, ama diğer dört ilde (Gaziantep, Adıyaman, Denizli ve Burdur) yüzde 3-4 dolayında olduğu saptanmış.
Kişiler arası güven düzeyi bu derece düşük seyrederken düzenli olarak yapılan güven araştırmasının yıllara göre önemli değişiklikleri ortaya koyduğu görülüyor. Bunlardan en önemlisi ise iş dünyasına karşı duyulan güvenin düzenli bir yükselme eğilimi göstermesi. 1990 yılında, yüzde 28’lik güven oranıyla “büyük şirketler” toplumun en az güven duyduğu kurumlar arasında başlarda yer alırken 1998’de bu oran % 100 artışla % 62’ye yükselmiş.
Burdur, Gaziantep, Adıyaman ve İstanbul illerinde 1990-1997 yılları arasında gerçekleştirilen ve basın, sendika, ordu, televizyon, mahkeme, polis, büyük şirketler, siyasi partiler, Avrupa Birliği, sanayiciler, Birleşmiş Milletler, büyük tüccarlar, TBMM, esnaf, hükümet, belediye gibi kurumlara duyulan güven düzeyinin soruşturulduğu bu araştırmada da Silahlı Kuvvetler’e güven daima an üst sırada yer alırken en az güven duyulan kurum olarak siyasi partiler ve İstanbul, Gaziantep ve Denizli’de ikinci olarak TBMM geliyor. Yerel yönetimlere duyulan güven oranında merkezi hükümete göre ciddi bir yükseliş eğilimi mevcut. Güven oranları bakımından, İstanbul, Burdur ve Denizli’de 16 kurumluk listede orduyu “sanayiciler” izliyor. Gaziantep’te ise sıralama ordu, belediye, sanayiciler biçiminde. İstanbul’da, iş dünyasının kendi içindeki sıralama sanayiciler, esnaf, büyük şirketler ve büyük tüccarlar biçiminde ilerlerken yalnızca Adıyaman’da esnafa güven düzeyi sanayicilerin bir miktar üzerinde. Beş ilin tamamında, sendikalara duyulan güven düzeyi, işadamlarının ve şirketlerin altında seyrediyor.
Araştırmanın önemli bulgularından biri de ankete katılanların “sanayiciyi, üretim yaparak memlekete hizmet eden fabrikatör”ü, “şaibeli servet sahipleri”nden ayırması. Bu yargının çok fazla tartışılır bir yanı görünmemekle birlikte burada üretimin hangi temeller üzerinde yükseldiği ve “faizci” denilen işadamı ile üretim yapan işadamı arasında sömürü düzeyinde hiçbir fark bulunmadığı es geçiliyor. Anketin temel olarak sermaye sınıf