Vitrine çıkan söylemde, “katılımcı, saydam, hesap verebilir, insan hak ve özgürlüklerini esas alma” öne çıkmaktadır. Bu söylemde şaşılacak bir yan da yoktur. Ancak, bu söyleme rağmen, gerçeğin bir parçası gizlenmemekte, devleti yeniden yapılandıran bu sürecin zorunlu olduğu dile getirilerek başka gerekçeler de gösterilmektedir. Bütçe açıkları, artan rekabet, kamu kurum ve kuruluşlarının bu rekabet sürecine ayak […]
Vitrine çıkan söylemde, “katılımcı, saydam, hesap verebilir, insan hak ve özgürlüklerini esas alma” öne çıkmaktadır. Bu söylemde şaşılacak bir yan da yoktur. Ancak, bu söyleme rağmen, gerçeğin bir parçası gizlenmemekte, devleti yeniden yapılandıran bu sürecin zorunlu olduğu dile getirilerek başka gerekçeler de gösterilmektedir. Bütçe açıkları, artan rekabet, kamu kurum ve kuruluşlarının bu rekabet sürecine ayak uyduramaması bunlardan bir kaçıdır. Ancak, bunlara, önce müşteri olarak tanımlanan, sonra tepkiler üzerine vatandaşa dönüştürülen bir kesimin istek ve beklentilerinin karşılanamayışı, onların hantal, bürokratik yapıdan kaynaklanan şikayetleri de eklenerek haklı bir zemin oluşturmaya da çalışılmıştır. Böylece, asıl amacın üstü örtülürken, halkın istek ve çıkarları doğrultusunda, onların selameti için kamunun yeniden yapılandırılacağı ileri sürülmüştür. Gerçek olan ise, yüzyılın son çeyreğinde sermayenin sömürü oranını artırmak, kar oranlarını yükseltmek ve kar alanlarının kapsamını genişletmek için giriştiği geniş kapsamlı bir harekat olduğudur. Bunu yapabilmek için de, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, işçi sınıfının, toplumsal muhalefet güçlerinin verdiği mücadeleler sonucunda elde edilmiş kimi “hak”ların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu hakların kaldırılması ise, yeniden bir yapılanmayı, bir karşı devrimi gerektiriyordu. Daha doğrusu, rayından çıkmış, özünü kaybetmiş kapitalizmi yeniden restore etmeyi gerekiyordu. Ancak, bu karşı devrime yönelik direnişi kırmak için kurnaz bir söyleme de ihtiyaç vardı. Bu söylem ile “değişim” olarak adlandırılan bu karşı devrime, “reforma” olan direnci kırmak mümkün olabilecekti. Bu söyleme, o zaman, katılımcı, demokratik, daha az hiyerarşik bir kamu yönetimi vaadini eklememek büyü bir eksiklik olurdu.
Katılımcılıktan uzak, demokratik mekanizmaların hiç biri işletilmeden, oldukça gizli hazırlanan ve kamuda reformu hedefleyen “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı” nihayet 3 Aralık’ta işletme kökenli bir Başbakanlık müsteşarı tarafından açıklandı, 4 Kasım tarihli gazetelerde de büyük bir ilgi ve sevinç ile halka yansıtıldı. Peki, kamu yönetiminde reform neden bir işletme profesörüne havale edilmişti, bu profesör neden Başbakanlık müsteşarlığına getirilmişti? Neden bu “iş” bir kamu yönetimi alanındaki profesöre yaptırılmamıştı? Sorunun yanıtı oldukça basit. Artık ne devlet ne de kamu yönetimi kamusal bir “şey”, her ikisi de yeni korku çağının, sömürü çağının gereklerini yerine getirecek kurumsal oluşumlar değil. Kamunun yaptığı, yerine getirdiği pek çok şeyin özelleştirilerek, bizatihi kar alanları olarak kapitalistler tarafından yapıldığı bir zaman diliminde kamuya da ihtiyaç yoktur, kamu ağırlıklı düşünceye de yer yoktur. Onun için, artık bir işletmeci kafası ile düşünüp, işletmeci gözü ile bakmak gerekmektedir. Bu nedenle, karşı devrimin yaklaşımı özel sektörün yönetim modellerini kamu kurumlarına da taşımak zorundaydı. Bunu da en iyi işletme profesörleri yapabilirdi. Kuşkusuz tek neden bu değil. Kamu yönetimi eğitimi almış, bu disiplinle büyümüş olanlar ne kadar karşı devrimi benimseseler de değişimi layıkıyla yerine getiremezdi, aldıkları eğitim kalıtımsal olarak bazı şeylerin değişimine direnç gösterebilirdi. Bu ise, değişimi isteyen sermaye için büyük bir tehlikedir. İşletmeci kafası ile düşünen Özal’ın ve tilmizi Ertuğrul Özkök’ün Mektebi Mülkiye’ye düşman olmaları bu nedenle tesadüfi değildir. Karşı devrimi ancak, sadece kara kilitlenmiş kafalar gerçekleştirebilirdi. Yapılan da budur. Bu durumda karşı devrimcinin işletme kökenli olması kendi içinde de tutarlı bir yaklaşımdır.
“Karşı devrimcinin bir işletmeci olması neyi ifade eder?” sorusu öneli bir soru olarak ortada durmaktadır. Aslında sorunun yanıtı oldukça basittir: mümkün olan en yüksek karı, karlılığı. Yanıt kendi içinde devletin yeniden yapılandırılması isteğinin, karşı devrimin amacını da ortaya koymaktadır. Daha fazla kar olanağı yaratmak. Yani daha fazla sömürü, daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizlik, örgütsüz bir çalışma hayatı, iradesi kırılmış bir çalışan grubu, sendikasız bir evren ve feodalite de olduğu gibi vassalaj ilişkiler.
Türkiye 1980’li “Özalist” yıllarda birinci dalga “reform” ve “devrim”lerle ekonominin ve onun işleyiş mekanizmalarının serbestleştirilmesini sağlamış, sömürünün önündeki engellerin bir kısmını önemli ölçüde kaldırmıştı. Ancak, yapılanlar eksikti, kamu alanında da bu “reform” ve “devrim” gerçekleştirilmedikçe ne sömürü tam artırılabilecekti, ne karlar artırılabilecekti, ne de kar alanları genişletilebilecekti. Ne var ki, 1980 öncesinin işçi hareketlerinden ve toplumsal muhalefetinden epeyce yılmış olan sermaye cephesi için bu reformlar başlangıçta yeterli idi. 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca iyice palazlanan bu sermayenin kendisine olan güveni ve ciddi bir direniş ile karşılaşmadığı için cüreti de artmış bulunmaktadır. Bu nedenle şimdi, Özal’ın bile aklından geçiremediği ikinci adımı atmanın zamanı da gelmiş bulunmaktadır. Liberalizm yolunda yürüyen Türkiye, ekonomi ağırlıklı birinci dalga “reform”lardan sonra, şimdi ikinci bir adım olarak, yönetim ağırlıklı ikinci dalga “reform”ları hayata geçirmek istiyor. Birinci “reform”un emekçileri, halkı yoksullaştırmış, gelir dağılımını sermaye lehine bozmuştu. Ancak, tam anlamıyla bir karşı devrim olan ikinci dalga “reform”un daha acımasız olduğunu söylemek gerekir. Çünkü, kamu yönetiminde “reform” olarak nitelendirilen “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı” tam bir yıkım yasasıdır. Bu bir yıkım girişimidir, çünkü bu yasa özelleştirme, yoksullaştırma, işsizleştirme, sendikasızlaştırma, yabancılaştırma yasasıdır. Bu yasa çalışanların iradesini dumura uğratarak, onları kul, köle, koşulsuz itaat eden, verilecek ihsana razı olan, ama hak aramayı asla aklından geçirmeyi düşünmeyen bir kişiliğe, kimliğe büründürmeyi amaçlamaktadır.
Bu yasa, tasarının 11. maddesinde açıkça ifade edildiği gibi bir özelleştirme yasasıdır. Çünkü, Dünya Bankası’nın yağma hukukunun öncüsü olarak benimsediği GATS (Hizmet Sözleşmeleri Genel Antlaşması) eğitim ve sağlık gibi temel “kamusal hizmetlerin” piyasaya terk edilmesini istemektedir. Türkiye de bu sözleşmeyi onaylayan ülkelerden biridir. Öyleyse, yerinden, katılımcı, demokratik hizmet sağlamak gerekçesi ile yerel yönetimlere devredilen sağlık ve eğitim gibi temel kamusal hizmetler belli bir süreçten sonra mutlaka piyasaya terk edilmek üzere özelleştirilecektir. Özel sektöre devredilen her kamusal hizmet için artık piyasa kuralları çalışacak, bu hizmetler alınıp satılan “metalara” dönüşecektir. Bu hizmetlerden de artık sadece parası olan yararlanacaktır. Asgari ücret olan 225 milyon TL’den çalışanların sayısının milyonları bulduğu bir ülkede kaç aile ayda en az 100- 150 milyon TL’sı vererek çocuğunu/çocuklarını okula gönderebilir? Kaç aile sağlık hizmetinden yararlanmak, ilaç almak için gelirinden pay ayırabilir? Bu yasa sadece özelleştirme, yoksullaştırma yasası değildir. Bu yasa, 1. maddesinde belirtilenin aksine insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran bir yasadır. Eğitim hakkından yararlanamayan bir insan için hangi insan hakkından söz edilebilir? Sağlık hakkından yararlanamayacağı için yaşam hakkı tehlikeye düşen bir insanın hangi özgürlüğünden söz edilebilir?
Bu yasa, tasarının 46. maddesi ve gerekçesinde de dile getirildiği gibi işsizleştirm
e yasasıdır. İşsizleştirme yasasıdır, çünkü, uygulandığı her yerde kamu emekçilerini işsizliğe mahkum etmiştir. İşsizliğe iki şekilde gerçekleştirmektedir. Birinci araç toplam kalite yönetimi çerçevesinde fazla görülen personelin tasfiyesidir. İkinci araç performans rejimidir. Performansını yükseltmek isteyen her kamu emekçisi esnek çalışma uygulamaları ile de yıllarca birlikte çalıştığı arkadaşlarının işten çıkarılmasının koşullarını da yaratmış olmaktadır. Normal çalışmanın üstünde performansımı yükselteceğim diye yoğun çalışanlar, artık beş kişinin yapacağı işi dört ya da üç kişi ile yapma olanağı yarattıklarından, diğerlerinin çalışmasına da gerek kalmayacaktır. Kuşkusuz, bunları bekleyen “kader” işten çıkarılmaktır. Üstelik yerel yönetimlerde gelirin en çok yüzde otuzunun personel harcamalarına ayrılacağı da düzenlenmişse, tasarruf için çalışanları işten çıkarma isteği daha da kabaracaktır.
Bu yasa sendikasızlaştırma yasasıdır, sendikaları yok etme yasasıdır. Büyük çoğunluğu en çok bir yıllık sözleşmeli personele dönüştürülecek olanlara bir de sendika hakkı verileceğini düşünmek safdilliğin ötesinde bir şey olsa gerek. Yaklaşık 1.5 milyon kamu çalışanının sözleşmeli personele dönüşmesi ile artık sendikacılık da bitecektir. Çünkü “memur” sıfatı ile çalışacak olanlar sadece yöneticiler ve “muhbir” çalışanlar olacaktır. Bunların da sendikaya ihtiyaçları olmayacaktır. Bu yasa sendikasızlaştırma yasasının ötesinde, sendikaları kapatma yasasıdır. Sözleşmeli personele sendika hakkı verilse bile bu personelin yöneticilerin gözüne girmek, sözleşmesini bir yıl daha uzatmak kaygısı ile sendikadan uzak duracağı bilinen bir gerçektir. Kamu emekçisinin yüksek bir bilinç ile sendika kurup, onu geliştirmesi halinde ise sözleşmesinin sona erdiği anda işten çıkarılacağını düşünmemek akıl tutulmasından başka bir şey olmasa gerek.
Bu yasa, kamu emekçilerini birbirine rakip kılma ve yabancılaştırma yasasıdır. İşsizliğin yüksek oranlarda seyrettiği bir ülkede, asgari ücretin altında çalışılmaya razı olunulduğu bir zamanda, iş güvencesi olmayan, gelecek güvencesi olmayan bir kamu çalışanı hem yaptığı işe hem de arkadaşlarına yabancılaşacaktır. Çünkü arkadaşları artık onun için bir dost değil, işini elinden alacak olan bir rakiptir. Rakiptir, çünkü performans mücadelesinde dostluğa yer yoktur, sözleşmenin uzatılması için ise gösterilecek performans esastır. Rakip ile mücadelenin koşulları da bellidir.
Peki bu yıkım yasasına karşı ne yapılabilir? Kamu emekçilerinin örgütlerinin eli kolu bağlı mı? Bu ülkede hukukun olup olmadığı tartışılabilir. Ama bu ülkede, hukukçuların da olduğu bilinmelidir. Daha önceki sendikal eylemler nedeni ile idare mahkemelerinin sendikal eylem nedeni ile sendika üyelerinin cezalandırılamayacağı yönünde kararları bulunmaktadır. Bu kararlar Danıştay’ca da onaylanmıştır. Sendikaların temel amaçları önce üyelerinin, en geri ve dar anlamda, hak ve çıkarlarını korumak, daha sonra da kendi varlıklarını sürdürmektir. Bu yıkım yasası sendika üyelerinin hak ve çıkarlarını ortadan kaldırıp, geriye götürüyorsa, sendikanın varlık nedenini “dinamitliyorsa” sendikalara düşen görev sendikal hakları kullanmaktır. Sendikayı sendika yapan temel hakların için de grev bulunmaktadır. Şimdi hukukun sınırlarını zorlamak değil, bizatihi hukukun kendisini hayata geçirme zamanıdır. Çocuklarımıza yol ayrımında olan Türkiye’de nasıl bir miras bıraktığımız çok önemlidir. Üstelik hukukun yüz akı olan böyle bir idare mahkemesi kararı varken çok daha önemlidir: Ya ihanet, ya onurlu bir miras… Karar kamu emekçileri ve sendikalarınındır. Şimdi oyalanma zamanı değil, bu yıkım ve karşı devrim yasasına karşı emekçiler adına, halk adına karşı koymak zamanıdır.