Ben genç bir adamken, kolejdeki sosyal bilimler hocam, çok bilge ve (1950’lerin başıydı) cesur (olduğuna inandıgım) yaşlı bir adam, tutkuyla “Üçüncü Yol” savunurdu. Kendisi Komünizmin tiranlığına ve kapitalizmin kalpsizliğine karşı sosyal demokrasinin yılmaz bir savunucusuydu. Boston’un kuzeyinde, suratsız bir sanayi kentinde doğup büyümüş olan bizler için, bazılarımızın, kimi hoş olmayan olaylar nedeniyle kafası karışmış olsa […]
Ben genç bir adamken, kolejdeki sosyal bilimler hocam, çok bilge ve (1950’lerin başıydı) cesur (olduğuna inandıgım) yaşlı bir adam, tutkuyla “Üçüncü Yol” savunurdu. Kendisi Komünizmin tiranlığına ve kapitalizmin kalpsizliğine karşı sosyal demokrasinin yılmaz bir savunucusuydu. Boston’un kuzeyinde, suratsız bir sanayi kentinde doğup büyümüş olan bizler için, bazılarımızın, kimi hoş olmayan olaylar nedeniyle kafası karışmış olsa da bu, çok çekici bir inançlar dizisiydi. Kimse gerçekten sosyal demokrasi fikrini sorgulamıyordu ama bazen birimiz ya da ikimiz ısrarlı bir soru soruyorduk.
“Neden” diye sordu en parlak ve en iyi olanımız, “Sosyal demokrat bir İşçi Partisi hükümetine sahip olan İngiltere, “Üçüncü Yol”u takip etmek yerine, Rusya’ya karşı ABD’yi destekliyor?”
Sevgili hocamız gözlüklerini çıkarttı, ayağa kalktı, yeri düzledi ve konuşmaya başladı. “İdeal bir dünyada yaşasaydık bu çok iyi bir soru olurdu. Ama gerçek dünyada pratik seçimler yapmalıyız ve açıktır ki sosyal demokrasinin totaliter komünizmden çok, kapitalist demokrasi ile daha fazla ortak yanı var. Öhm…” diye boğazını temizledi. “Bazen sosyal demokrasi taviz vermelidir. Öhm… Elbette, taktik tavizler, herkes için özgürlük ve eşitlik nihai hedefini elde etmek için.”
Bir başka gün, Sosyal Demokrasinin Dünya Barışı’nın elde edilmesinde oynadığı yaşamsal rol hakkında konuşurken, sevgili hocamıza Avrupalı Sosyal Demokratların Kore Savaşını destekleyip desteklemedikleri soruldu.
“Tabii, elbette, Birleşmiş Milletler yetki vermişti… Ehm, Güvenlik Konseyi. Sosyal Demokrasi adil savaşlara karşı değildir; sadece haklı olmayan savaşlara karşı çıkar; tıpkı Kore’nin Korelilerce işgal edilmesi gibi… Ehm, Kuzey Koreliler Güneye saldırıyorlar.”
Sonra büyük bir güç ve muhteşem bir açıklıkla haklı ve haklı olmayan savaşlar arasındaki farklılıkları tanımlamaya başladı; bazı işçi sınıfı kökenli öğrenciler, özellikle de mezun olduktan sonra zorluklarla karşılaşacak olanlar, en parlak ve en iyi olanın, kravat takan ve üniversiteye gidecek olanın, bu açıklamadan çok etkilenmiş olanın tersine, ikna olmamışlardı.
Böylelikle hayatla karşı karşıya kaldığımda bir dizi pratik beceri, klasik bir eğitim ve artık adına “insani değerler” kümesi adı verilen şeylerden oluşan bir arka planım vardı. Yine de üniversiteyi bitirdikten sonra hızla iş dünyasına atıldım ve sık denizaşırı işler ve yerel sorumlulukların içine çekildim. Asla tamamen “iyi toplum” hakkındaki ahlaki incilerini unutmuş olmasam da, en sevdiğim kolej hocamın Üçüncü Yol konusundaki öğretilerini izlemeye pek fazla zaman bulamıyordum. Yine de, hayatımın ileriki yıllarında, özellikle de 1990’ların başlarında, işlerim beni Doğu Avrupa ve Rusya’ya sürükledi. Buralar, maceracı ve “fazlaca ilkeli olmayan” işadamlarına kısa zamanda yakışıklı getiriler sunuyordu.
Belli ki iyi bir eğitim görmüş olan (eminim ki Soros Vakfı tarafından finanse edilen ilk üzt düzey yöneticilerdendi) ve “sevgili Başkanı” (sevgisinin ölçüsünü mü kastettiği yoksa tamamen saf sinizm içinde mi olduğundan emin değildim) (danışmanlarının, Washington karşısındaki kibirli ama nihayetinde boyun eger tavrı nedeniyle böyle çağırdıkları) “Gravel” Havel kadar geniş görüşlü bir Çek üst düzey görevlisiyle yemek yiyordum. Üçüncü kadeh içkiden sonra kendisine “Üçüncü Yol” hakkında ne düşündüğünü sormaya cesaret ettim.
“Hoş bir fikir” diye gülümsedi. “Biliyorsunuz bizim kendi versiyonumuz var. Ekonomideki Alman tekelleşmesi ile askeri varlıklarımız üzerindeki Amerikan tekelleşmesini birleştiriyoruz; iki aşırı ucu, ABD işbirlikçileri ile Berlin kuklalarını birleştirerek Üçüncü Yol’un Çek versiyonunu yarattık; ikisinin de işbirlikçisiyiz.” Oyunbaz biçimde güldü ve gözleri parladı. “Üçüncü Yol iş dünyası için çok iyi bir şey.”
Öğleden sonranın alkollü ortamında, eski akıl hocamın tam istihdam, evrensel kamu sağlığı ve diğer refah olanaklarına ilişkin konuşmalarını anımsadım. Çek meslektaşıma Refah Devletinin Çek Üçüncü Yol’unun bir parçası olup olmadığını sordum.
Derin bir nefes aldı. “O Üçüncü Yol değil. O Eski Yol. Komünist Yol. Neredeyse yarım yüzyıl boyunca bizi karıncalar gibi yaşamaya zorladılar; çalış-uyu. Özel inisiyatifi ve Batılı işletmeleri ezdiler. Üçüncü Yol yoktu, ya Komünistlerle birlikteydin ya da Batıyla.” Esnedi. Siesta zamanına yaklaştığımızı düşündüm. “Önceden, biliyorsun, refah devletinde işçiler çalışır gibi yapıyorlar, biz de onlara ödeme yapıyor gibi yapıyorduk. ” Sustu. Ben de Ücüncü Yol fikri açıkça yeni bir anlam kazanmış olduğu ya da “Gravel”in yüksek ikili işbirlikçilik sentezi içinde çözüldüğü için soruşturmama devam edemedim.
Ama artık Ücüncü Yol fikriyle yatıp kalkıyordum. Öğrenimimin ilk gençlik yıllarını, “değerlere” yönelik yüksek saygımı hatırlıyordum. ABD’ye dönerken, bazı mali işleri tartışmak üzere Barclay’s’de çalışan üst düzey bir bankerle görüşmek için Londra’da durdum.
İşle ilgili konuşmalardan sonra beni özel klubünde bi rşeyler içmeye davet etti. Şansıma banker, bir Sosyal Demokrat, “Yeni İşçi Partisi’nın” üyesi, Londra Kenti Finansörler Lokalinin başkanı çıkmıştı.
“Gerçekten de James, son on yılda İngiliz siyasetinden biraz uzak kalmıştın değil mi?” Benim tipik bir bilgisiz ABD’li işadamı olduğumu neşeli bir biçimde hatırlatan bir tarzı vardı.
“Sanıyordum ki İşçi Partisi olunca, bankerlerden değil de işçilerden oluşuyor” diyerek boğazımı temizledim.
“Gerçekten mi? Biz mali yatırımcılar da işçiyiz; kahretsin, çoğunuzun kol işçileri dediklerinizden daha uzun saatler boyunca çalışıyoruz. Partinin artık “Yeni İşçi Partisi” olarak adlandırıldığı gerçeğine dikkatini çekerim, tüm o sınıf statülerini bir kenara attık ve artık kapsayıcı bir parti haline geldik. Bir liyakat partisi.” Sonra kolejli bir sosyal bilimler hocası tarzıyla devam etti.
“Hala Üçüncü Yol’u izliyor musunuz?” diye umutsuzluk içinde sordum.
“Elbette. Tony’nin konuşma yazarı Üçüncü Yol hakkındaki siyasetimize ideolojik bir rehber sağlayan bir kitap da yazdı.”
“Hala evrensel kamu sağlığı, karma ekonomi, tam istihdam gibi hedefleri savunuyor musunuz?” Bir dakikalığına da olsa sonunda turnayı gözünden vurduğumu düşünmüştüm.
“Ah elbette hayır! O tür ideolojik ilhamlı yükleri bir süre önce fırlatıp attık. Yeni İşçi Partisi sağlık sisteminin özel-kamusal idaresinden ve devletin ekonomiden canı cehenneme, çekilmesinden yana. Böylece girişimci akıntılar da özgürce akabilir. Tam istihdam asla mümkün değil. Bunlar eski ütopyacı doğmaların bir parçası. Biz üretkenliği artırmakla ilgiliyiz ve makul miktarda işsizlik de iyi birşeydir. Bu onları daha fazla çalışmaya, daha az söylenmeye ve çay molalarını unutmaya sevk eder.” Bardağını kaldırdı, “Şerefe!”
“Şerefe” diye yanıtladım. “Bu da sosyal demokrasiyi Ücüncü Yol’dan ziyade ABD kapitalizmine benzetiyor.”
“Dinle James.” Gözleri bir parça büyümüştü ve hızlı hızlı nefes alıyordu. “Küreselleşmeyle birlikte Tek Bir Yol var, hiç-bir-alternatif-yok! Küresel bir dünyada yaşıyoruz. Tek bir yol var, Tony B. ile gittiğimiz yol. Yeni İşçi Partisi çalışan mali danışmanlar için daha iyi, diyeceğim.”
“Eski İşçi Partisini “yeni”siyle nasıl bağ
daştırıyorsunuz?” diye sordum şimdi de, İngiliz hocamın, donuk, reforme olmuş bir öğrencisi olarak.
“Yeni zamanlar için yeni fikirler: bilimsel-teknolojik devrim, modernizasyon, bilgisayarlaşma, yeni hizmet ekonomisi. Emek piyasasındaki değişimlere ayak uydurmak için yeni bir kaysayıcı pratiğe ihtiyaç var.” Financial Times’ın birçok şeyi bir tarafa bırakmışken hala “…nizasyon”larla konuşan köye yazarlarına benziyordu. “Hatta biraz, çok az, kupon kesicimiz [rantiye] de yedekte var. Biliyorsun haftada bir mali sayfalara bakarak da olsa çalışıyorlar, bu da emek sayılır”. Kendi şakasına kendisi güldü. Neşeli havasına eşlik etmek için ben de sırıttım.
Otele döndükten sonra, tatmin olmamış ve ürkmüş bir haldeydim. En sevdiğim hocam bizlere Üçüncü bir Yol, sosyal demokrat bir alternatif olduğunu anlatmıştı. Ve ben de onu haksız çıkarmayacaktım. Misyonum, saplantım onu doğrulamaktı. Paris’e bir uçak bileti aldım ve bir meslektaşımla buluştum.
“İnanmış bir sosyal demokratla, beni konu hakkında aydınlatabilecek derinlikte bilgi sahibi olan birisiyle konuşmak isterim” diye vurguladım.
“Sorun değil. IT ağlarımızı yöneten birkaç arkadaş var. Yarına bir toplantı ayarlarız.”
“Teşekkür ederim, sosyal demokrasinin kıtasal, Güney Avrupalı versiyonu ile karşılaşmayı dört gözle bekliyorum.”
“Evet, Mr. James, ben Sosyalist Parti’nin kartlı bir üyesiyim ama bizim birçok eğilimimiz var, ben de ana akımdanım.”
“İyi, tanışma faslını geçelim. Üçüncü Yol hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordum umutla.
“Biz Fransa’da öncüyüz. Vahşi Anglo-Sakson kapitalizmine de devletçi kolektivizme de alternatif olduğumuza inanıyoruz. Biz, Fransa, Avrupa Birliği’nin ABD küresel heveslerine karşı bağımsızlığını temsil ediyoruz.”
“Bu işi hoş da” diye sözünü kestim, “refah devleti, tam istihdam, kamu işletmeleri, karma ekonomiden ne haber?!
“Ahh” diye kaşlarını kaldırdı, “O sosyal demokrasinin İkinci Dalgasıydı”.
“Birinci Dalga neydi ki?” diye sordum.
“Devlet ekonomisi, kolektivist bir ütopya, 19. yüzyıldaki sosyal demokrasinin bazı kurucularının devrimci bir hayali. İkinci Dalga Fordizmin sosyalizmiydi: Sermayenin toplumsal refah için ödeme yapması. O 20. yüzyıldaydı. Şimdi artık Ücüncü Dalgayı yaşıyoruz: bilimsel-teknolojik “post-Fordist”, post-endüstriyel devrimci aşama. Biz sosyalistler modernizasyon yolunun öncüleriyiz; biz Fransız tarihindeki tüm önceki rejimlerden daha fazla kamu işletmesini özelleştirdik.” Gözleri post-devrimci bir ateşle parladı. “Bunu sadece biz yapabilirdik. Çünkü işçiler bize güveniyorlar ve bazıları da “meslek kazandırma” programlarından bir sürü hükümet fonu alıyor.”
“Hocamın refah devleti nereye gitti” diye bilinçsizce sordum kendi kendime yüksek sesle.
“Refah bağımlılık, pasiflik, inisiyatif yoksunluğu yaratıyor. Bu yüzden işsizlik ödemelerini azalttık ve başka meslekler için yapılan eğitim teşvikleri oluşturduk; emek pazarı ne sunuyorsa onu kabul edeceksiniz. Sosyal liberalizm 21. yüzyılın devrimci fikridir.”
“Bana ABD sağının “çalışma refahın yerini alıyor” doktrini gibi geldi” diyerek Fransız teorik yaratıcılığına yönelik övgülerini kestim.
“Hayır hayır hayır. Biz kapitalizmin, devlet müdahalesi yoluyla değil, sivil toplum eylemiyle ortadan kalkacağına inanıyoruz, “Üçüncü Kuvvet”… STK’lar. IT, AB, siz yeni bir ekonomi, liyakata ve katılıma dayalı yeni bir imparatorluk, ulusal sınırları yıkan ve tüm halkları bütünleştiren bir imparatorluk yaratıyoruz.”
“Bunun Üçüncü Yol’la ne alakası var?” diye sordum, kendinden menkul teorik anlamlandırmalarından bıkıp usanmış bir biçimde.
“Herşey! Eski emperyalizmi ve milliyetçiliği reddediyoruz. İkisinin arasında Üçüncü Yol, sivil toplum var ve bu da Borsa’nın insanlığın sosyal refahı için işlev görmesine hizmet ediyor…”
“İşte yine başladı” diye düşündüm. “Teşekkür ederim. Bana Üçüncü Yol’un anlamını açıklamak için bu kadar vakit ayırdığınız için çok naziksiniz”.
“Bir şey değil James”.
Kapıya kadar heyecanla gittim. Hocamın bana sosyal demokrasiyle ilgili anlattıkları yok olmuştu. Her şey bitmişti. Her şey piyasalar, işsizlik, özel hastaneler ve kupon kesicilere dönüşmüştü. Sosyal demokrasi nereye gitmişti? “Champ D’Elysses’de yürürken kendi kendime söyleniyordum.
Gelip geçenler bana sanki borsada para kaybetmişim gibi bakıyorlardı.
New York’ta bir dost. Rus-İsrailli bir işadamı bana İsrail’i denememi salık verdi.
İsrail’e uçtum ve İşçi Partisi’nin üst düzey yöneticilerinden birisiyle, bana 1 saat vaktini ayıracak kadar mütevazı birisiyle buluştum. Bana eski İşçi Partisi’nden, 19. yüzyıldaki ilk yerleşimcilerden, İşçi Partili Siyonistlerden, Kibbutzniklerden, tam istihdam inancından, kamu sağlı sisteminden, emek dayanışmasından söz etti.
“Bunlardan tüm işçiler faydalanıyor muydu?! Diye sordum.
“Tamamen” diye elini salladı. “Biz demokratik bir sosyalist harekettik ve öyleyiz. Eşkenazları, Seferadları, Etyopya Yahudilerini örgütledik. Tüm ırkları selamlıyoruz.”
“Ya Yahudi olmayan, Filistinliler” diye sordum.
“Bu bir Yahudi devleti. Biz demokratik bir Yahudi devletiyiz. Araplar bunu kabul etmiyor. Biz de onları kabul etmiyoruz. Bırakalım onlar da kendi refah devletlerini kursunlar. Bırakalım Ürdün’e gitsinler”. Durdu. “Bası sendikalarımıza İsrail Araplarını katıyoruz ve geçmişte partimiz için oy da verdiler. Ama. refah devleti, dediğiniz gibi, çok pahalı ve buraya gelen Yahudiler, özellikle de Rusya’dan gelenler, her şeyin devlet tarafından verilmesini bekliyorlar. Bu yüzden mali krizdeyiz. Seçim yapmalıyız, çoğu demokratik devlet gibi: Biz de önce Yahudiler için refah programlarını desteklemeyi seçiyoruz.”
“Bir tür aparthaid [ırk ayrımcılığı] refah devleti” diye sordum kör cehaletle.
“Nesin sen, bir tür anti-Semit [Yahudi düşmanı] mı?” diyerek soğukkanlılığını kaybetti.
Esteri gün bir uçağa atladım; bavulum didik didik arandıktan, tüm evraklarım incelendikten, parmak izin alındıktan ve üç boyutlu fotoğrafım çekildikten sonra.
Doğruca Latin Amerika’ya geçtim. Zaman sınırlarını göz önüne alarak stratejik bir tercih yapmıştım. Kıtanın kalbine gitmeye karar verdim: Bolivya’ya, Sosyalist Enternasyonal’in iyi bir üyesi olan, çok ünlü “Devrimci Sol Hareket” ya da MIR ismiyle tanınan bir parti tarafından yönetilen sosyal demokrat bir hükümeti olan Bolivya’ya,
Ortada bir şey kalmamıştı: Önderleri uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlanıyor, kalay madenlerini kapatmayı ve tüm maden işçilerini işten çıkarmayı amaçlayan bir IMF planını destekliyor ve ana çalışma ilkesini, devlet hazinesini sendikacıları ve yoksul köylüleri satın alıp onlara rejim yanlısı sloganlar bağırttıktan sonra ödemeyi, et parçaları ve bira ile yapmak oluşturuyordu.
Birleşik Devletlere döndüğümde , hocamın tarif etti gibi b.ir sosyal demokrasinin artık varolmadığını kabul etmiştim. Dönüştürülmüş; yenilenmiş, düzeltilmiş, aşılmış ya da yeni ideologları onu nasıl etiketlemek istiyorlarsa ondan olmuştu; gerçekten yaşamakta olan şey bugün ve her zaman yatırım bankerlerinin, teknokratların, spekülatörlerin, ırkçıların ve uyuşturucu kaçakçılarının bir aracıydı. Artık komünistlerle rekabet
edemezdi, olsa olsa Liberallerle…
“Nihayet turnayı gözünden vurdum mu?” diye sordum kendi kendime.