Ardından Sağlık Bakanı Dr. Recep Akdağ çıktı kürsüye. Daha önceden hazırladığı konuşmadan vazgeçerek TTB Başkanı’nın eleştirilerine cevap verdi. Bakanlığının ilk zamanlarında sergilediği ılımlı ve uzlaşmacı tutumundan eser kalmamıştı geriye. Üslubu tahammülsüz ve hırçındı. Bakana göre TTB bir yandan muhalefet gibi davranıyor, öte yandan da üyelerinin haklarını savunmak için popülizm yapıyordu. Vatandaşların sağlık hizmeti alamamasının tek […]
Ardından Sağlık Bakanı Dr. Recep Akdağ çıktı kürsüye. Daha önceden hazırladığı konuşmadan vazgeçerek TTB Başkanı’nın eleştirilerine cevap verdi. Bakanlığının ilk zamanlarında sergilediği ılımlı ve uzlaşmacı tutumundan eser kalmamıştı geriye. Üslubu tahammülsüz ve hırçındı.
Bakana göre TTB bir yandan muhalefet gibi davranıyor, öte yandan da üyelerinin haklarını savunmak için popülizm yapıyordu.
Vatandaşların sağlık hizmeti alamamasının tek nedeni sağlık kurumlarının yetersizliği değildi. Hekimler de sağlık hizmetine ulaşmanın önünde engel oluşturuyordu.
Kamu sağlık kurumlarına başvuran hastaları muayenehanelerine çağırıyor ve “bıçak parası” istiyorlardı. Doktorların eli hastaların cebindeydi. Sağlık Bakanı’nın hekimleri suçlayıcı konuşması Kongre Salonu’nda bulunan delegelerden büyük tepki aldı.
TTB’nin ertesi gün yaptığı basın açıklaması “Hastanın Cebindeki El Kimin?” Başlığını taşıyordu:
“Sağlık Bakanı hekimleri kamuoyu önünde suçlayan ucuz popülist açıklamalar yerine bu ülkenin yoksullarını unutan, çalışanlarına “sıfır zam” veren ve halkı açlığa mahkum eden politikaları terk etmelidir. Türk Tabipleri Birliği dün olduğu gibi bugün de halkın eşit ve ücretsiz sağlık hakkı ve hekimlerin ucuz bir işgücü değil nitelikli bir sağlık insan gücü olarak hak ettiklerini almaları için mücadelesini sürdürecektir. Hastanın cebindeki elin kime ait olduğu, yurttaşların sağlık hakkını kimin engellediği, insanlarımızı yoksulluğa, açlığa, işsizliğe ve sağlıksızlığa kimin mahkum ettiği, hekimlerin düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarının sorumlusunun kim olduğunun cevabı yarından itibaren sadece medya önünde değil, sağlık ocaklarında, hastanelerde, dispanserlerde, hekimlerin bulunduğu bütün ortamlarda Sayın Sağlık Bakanı’na verilecektir.
Altı aydır sadece IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve sermaye örgütlerinin söylediklerini dinleyen siyasi yetkilileri şimdi artık hekimlerin sesine kulak vermeye çağırıyoruz.”
Akp sağlıkta(n) hamle yapıyor(!)
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından AKP tarafından önce 58., sonra 59. Hükümet kurulmuştu. Ne var ki; AKP hükümette yedi aydır fevkâlade sönük bir performans sergiliyordu. Ne kendi seçmenlerinin beklentilerini karşılayabiliyor, ne de ülkenin birikmiş sorunlarını çözmeye girişiyordu.
AKP’liler iktidara gelip de bir şeyler yapamamanın çaresizliğini fena halde hissediyorlardı, belli ki.
Hükümet olduklarından, ama iktidar olamadıklarından yakınıyorlardı. IMF programının ellerini kolları bağladığını, 2004’te IMF’den kurtulacaklarını ve o zaman kendi programlarını hayata geçireceklerini anlatıyorlardı.
Gene de başarısızlıklarını mazur gösteremeyeceklerinin farkındaydılar. Mâlûm; “iktidar makamı şikâyet yeri değildir”.
2003 Haziranından itibaren sağlıkta peş peşe düzenlemeler yapmaya başladılar.
AKP’nin sağlıkta(n) yapmaya çalıştığı hamlenin öncelikle dikkat çeken yönü ek bir kaynak, yatırım ve personel gerektirmeyen “popülist” düzenlemelerden oluşmasıydı.
AKP’nin kamusal kaynakları özel sağlık sektörüne aktarma çabalarıyla bu alanda İslami sermaye yatırımlarının son yıllarda artması da birbiriyle örtüşüyordu.
Öte yandan bu projelerin hiçbiri Türkiye sağlık ortamının temel sorunlarını çözmeyi ve herkesi kapsayacak eşit, ücretsiz, ulaşılabilir ve nitelikli bir sağlık hizmeti kurmayı amaçlamıyordu. Siyasi prim toplamaya dönük ucuz girişimler olduğu gözden kaçmıyordu.
“Tüccar siyaset” sağlıkta bir taşla birkaç kuş birden vurmaya çalışıyordu.
Devlet memuruna “lüküs” hastane
1 Haziran’dan itibaren devlet memurlarının, 24 Haziran’dan itibaren de memur emeklilerinin ve ailelerinin özel poliklinik ve hastanelere gitmelerine imkân sağlandı.
Emekli Sandığı mensupları sonunda kuyruklardan kurtuluyorlardı, görünüşte. Şimdiye kadar önünden bile geçemedikleri özel polikliniklerin ve hastanelerin kapıları hizmetlerine açılmıştı.
Uzun süredir krizde olan özel hastaneler de fevkâlade memnundular. Önlerinde 14 milyon kişilik yeni bir “müşteri” pazarı açılmıştı. Üstelik öyle tedavisi bittikten sonra “param yok doktor bey, senet yapalım sonra öderim” filan deyip ortadan kaçmayacak “müşteri”ydi bunlar. Faturayı devlet ödeyecekti.
Yalnız ortada birkaç küçük sorun vardı. Devletin ödemeleri Bütçe Uygulama Talimatı’ndaki fiyatlara göre yapılacaktı. Polikliniklerdeki muayeneler için 2 milyon TL., hastanelerdeki muayeneler için 6.5 milyon TL.
Peki özel sağlık sektörü bu fiyatlara hizmet üretebilecek miydi? Belli değildi. Öte yandan Sağlık Bakanı her fırsatta TTB’yi halka şikayet ediyordu.
Her seferinde doğum örneğini veriyordu. Normal doğum TTB’nin asgari ücret tarifesine göre 830 milyon TL., Bütçe Uygulama Talimatı’na göreyse 70 milyon TL.ydı. Sağlık Bakanımıza göre TTB’nin belirlediği fiyatlar fahişti. Zaten özel hastanelerin çoğu da TTB’nin fiyatlarını uygulamıyordu.
Aslında özel sağlık sigortaları da geçmişten beri TTB’ye benzer eleştiriler yapıyorlardı. Şimdiye kadar bu eleştirilere TTB’nin asgari ücretinin gerçek maliyetleri yansıttığı, bunun altındaki fiyatların yasal olmadığı şeklinde cevap veriyordu, Tabip Odası yöneticileri. Şimdiyse durum değişiyordu. Özel sağlık kuruluşlarının bu tebliği uygulaması TTB’nin belirlediği asgari ücretin sadece fili değil, yasal olarak da ortadan kalkması demekti. Bu düzenlemenin asıl mağduru ise özel sektörde ücretli çalışan hekimler olacaktı, kuşkusuz. Muayene başına devletten 6.5 milyon TL. Alacak olan bir özel hastanenin hekime ödeyeceği ücret de düşük olacaktı. Yeni düzenlemenin uygulanabilmesinin temel koşulu hekim emeğinin daha da ucuzlatılmasıydı.
Yanı başındaki özel poliklinik 2 milyon TL.sına hasta bakmaya başladığında muayenehane hekimleri nasıl etkilenecekti, peki?
Sağlıkta milat: 1 temmuz 2003
1 Temmuz Salı günü gazetelerini açanlar kocaman ilanlarla karşılaştılar. İlanların altında Sağlık Bakanı Dr. Recep Akdağ ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu’nun imzası vardı.
“Sağlık Bakanlığı-SSK Tesislerinin Ortak Kullanım Protokolü” o gün imzalanacaktı. O gün sağlıkta yeni bir dönem başlıyordu. Türk sağlık sisteminde Milat(!) Sayılacak bir adım atılmıştı. SSK ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık kurum ve kuruluşları ortak kullanıma açılmıştı.
Uygulamadan SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı mensuplarıyla devlet memurları ve Yeşil Kartlılar yararlanacaktı.
İşte sonunda olmuştu. SSK’daki o bezdirici kuyruklar bu sefer nihayet bitiyordu. Bugün gerçek bir “Milat”tı. Artık bütün tarih “1TÖ” (1Temmuz’dan Önce), “1TS” (1Temmuz’dan Sonra) olarak yazılacaktı. Çalışma Bakanı’na göre yeni uygulamanın SSK’ya maliyeti ilaç hariç 350 trilyon TL.’ydi.
Peki ama bu maliyet hesabı nasıl yapılmış, toplam fatura nasıl çıkarılmıştı? Eğer bu protokol gerçekten uygulanacaksa SSK sağlık hizmetini kendisi üretmek yerine, dışarıdan satın alma modeline geçiyordu. Aynı Emekli Sandığı gibi. SSK’nın her bir üyesi için yıllık sağlık harcaması 75 dolardı. Emekli Sandığı’nda
ise bu rakam 300 doların üzerindeydi. Yeni modelle birlikte SSK’da kişi başı yıllık sağlık harcamasının asgari 100 dolar artacağı varsayıldığında hesap ortaya çıkıyordu. Protokolün uygulanması için yılda yaklaşık 2.5 milyar dolar (3.5-4 katrilyon TL.) Ek kaynak gerekiyordu. Peki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan her yıl bu “tiko para”yı SSK’nın kasasına koyacak mıydı?
Yoksa bu protokolün akibeti de kâğıt üzerinde kalmak mı olacaktı?
Nitekim öyle oldu. Uygulama beş ayını doldurdu. SSK sağlık kurumlarının iş yükünde hiçbir azalma olmadı. Ne poliklinik kuyrukları, ne de hastaneye yatış süreleri kısaldı. Sağlık Bakanlığı hastanelerinin yoğunluğu daha da arttı. Sağlık ocaklarının ve pratisyen hekimlerin payına ise sevk memurluğu yapmak düştü.
Mecburi hizmet yerine sözleşmeli kölelik
12 Eylül cuntasının ürünü olan Mecburi hizmet, sonunda, 10 Temmuz 2003 günü TBMM’de kabul edilen 4924 sayılı “Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması Hakkında Kanun”la kaldırıldı. Her “yeni”uygulamada olduğu gibi bunda da hekimler öncekinden daha kötü sonuçlarla karşı karşıya bırakıldı!
Kanunla hekimler ve diğer sağlık personeli için 657 sayılı Devlet memurları Kanunu’ndaki iş güvencesi ortadan kaldırılıyor, yerine geçerliliği bir mali yıl olan hizmet sözleşmesi getiriliyordu. Bakanlık, bir ay önceden yazılı ihbarda bulunarak sözleşmeyi feshedebiliyordu. Her ne gerekçeyle olursa olsun başka bir yere tayin olma talebi ortadan kaldırılıyordu.
“Sözleşmeli personele yüksek ücret, doğuya giden doktora 5 milyar TL. Maaş” demagojisiyle hekimler ve kamuoyu aldatılmaya çalışılıyordu. Gerçekteyse pratisyen hekimlere en çok 1.5, uzman hekimlere ise 2.5 milyar TL. Ödenebilecekti. Devamı yoksul halkın cebinden alınacak “Döner Sermaye” aldatmacasına dayandırılıyordu.
Kanunun 5. Maddesinde; “Sözleşmeli personel; kazanç getirici başka bir iş yapamaz, resmi veya özel herhangi bir müessesede maaşlı, ücretli veya sözleşmeli olarak görev alamaz, serbest olarak sanat ve mesleklerini icra edemez” deniyordu. Muayenehane açmak da, işyeri hekimliği yapmak da yoktu.
Belirli sürede bitirilmesi gereken işler söz konusu olduğunda, sözleşmeli personel normal çalışma saatleri dışında veya hafta tatili ve resmi tatillerde de çalışmak zorundaydı. Bu çalışmaları karşılığında sözleşmeli personele herhangi bir ek ücret ödenmeyecekti. Böylece, nöbet ücretleri kaldırılmış, angarya çalışma yasal hale getirilmişti. Kanuna göre sözleşmeli personelin otuz günü aşan hastalık izinlerinde yarım ücret ödenecekti. Emekliliği öngörmeyen bir çalışma düzeneği oluşturulmuş, sözleşme süresince belediye ve köy sınırlarında oturmak zorunlu tutulmuştu. Hekimler için mecburi hizmet dönemi bitmiş, artık sözleşmeli kölelik dönemi başlamıştı.
Aslında sözleşmeli hekim çalıştırma, “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme!” Politikası biçiminde uygulamaya sokuldu. Her ile bir Tıp Fakultesi, zamanla ilçelere doğru evriltildi. Eğitiminin niteliği önemsenmeyen 50’yi aşkın Fakülteden binlerce yeni hekimin, arkasından gelmekte olan diğer binlerin korkusuyla hekimlik ortamına girmeleri sağlandı. Sonuçta işsiz kalma korkusu sözleşmeli çalışmayı hekimler için istenebilir bir hale getirdi.
Sözleşmeli personel uygulamasının asıl amacını hükümet Kanunun gerekçesinde şöyle itiraf etmektedir: “bir süre sonra hiç ihtiyacımız olmadığı halde zorunlu olarak tabip istihdamı yapmak gibi halen ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik şartlar ve kamuda personel istihdamını azaltmaya yönelik hükümet politikaları ile çelişen bir durumla karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olacaktır.”
Sağlıkta dönüşüm programı: dünya bankası sağlıklı (!) Günler diler
AKP Hükümeti’nin sağlıktaki asıl büyük hamlesi Haziran 2003’te ortaya çıktı. Dünya Bankası kredileriyle hazırlanıp yıllardır “Sağlık Reformu Projesi” adıyla pazarlanan şablonun yeni adı “Sağlıkta Dönüşüm Programı” olmuştu. Zarf değişmiş, mazruf aynı kalmıştı.
Uluslar arası sermayenin temsilcisi Dünya Bankası tarafından Türkiye gibi az gelişmiş sınıfındaki ülkelere önerilen bu şablon nitelikli projenin hiçbirisi Türkiye’ye özgü olmayan çözüm önerileri şöyleydi:
1- Birinci basamak sağlık sisteminin sorunlarının çözümü bakımından Aile Hekimliği modeli.
2- Hastaneler için piyasa ekonomisine uygun idari ve mali özerkliğe sahip Sağlık İşletmeleri.
3- Sağlık sektörünün yaşadığı finansman krizinin çözümlenmesi bakımından da Genel Sağlık Sigortası (GSS).
Son on beş yıldır hemen her hükümet tarafından değişik isimlerle sunulan ve sağlığın ticarileştirilmesi/özelleştirilmesini hedefleyen öneriler paketi temcit pilavı gibi tekrar ısıtılıp ortaya sürülmüştü.
Zaten, Sağlık Bakanlığı’nın “Sağlıkta Dönüşüm” başlıklı kitabında proje şöyle tanıtılıyordu:
“Bugüne kadar bakanlığımız bünyesinde ulusal ve uluslararası katılımla yapılmış çok sayıda çalışma ve proje ortaya konmuş ve bu projeler “reform” olarak adlandırılmıştır. … Bugün bir reformdan söz etmeyişimiz tamamen yeni bir görüş ortaya koymadığımızın bilincinde olduğumuz içindir.”
Gerçekten de, diğer bütün belgeler bir yana, Dünya Bankası’nın Haziran 2002 tarihli “Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar” dökümanına göz atanlar Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın neredeyse olduğu gibi buradan kopya edilip pazarlandığını görüyorlardı. Şarap eski şaraptı, sadece testi değişmişti.
Halkın sağlık hakkına saldırı: genel sağlık sigortası
AKP Hükümeti Türkiye’nin içinde bulunduğu borç sarmalını gerekçe göstererek kamunun sağlığa yeterli kaynak ayıramayacağını öne sürüyor. Sağlık hizmetlerinin finansmanı için GSS modelini öneriyor.
Prim esaslı finansman modeli olan GSS ile halkın sırtına “ek sağlık vergisi” yüklenmek istenmekte. Sınıfsal tercihler nedeniyle varsıllardan gelirden alınacak vergiler yoluyla sağlığa kaynak oluşturmak yerine, zaten yoksul olan halktan prim yoluyla kullanacağı sağlık hizmeti için ek vergi isteniyor. Gelir dağılımının oldukça bozuk olduğu ülkemizde bu durum eşitsizlikleri arttırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.
GSS’nı ayakta tutacak finans kaynağı oluşturacak şekilde düzenli ve sürekli prim toplamanın güçlükleri de ortadadır. Türkiye gibi halen nüfusunun önemli bir bölümünün kırsal alanda yaşadığı; kayıt dışı ekonominin egemen, işsizliğin yaygın, geçici tarım işçilerinin yoğun olduğu; Bağ- Kur ve SSK’da yeterince prim toplanamadığı bir ülkede GSS için prim toplanabileceği düşüncesi pek gerçekçi değildir.
GSS’nda Temel Teminat Paketi (TTP) ile sınırlandırılmış asgari düzeyde sağlık hizmeti taahhüt edilmektedir. Üstelik bu hizmetler için ayrıca katkı payı da alınacaktır. TTP dışı ek sağlık hizmeti için ya “tamamlayıcı özel sigorta” ya da “cepten ödeme” yolu gösterilmektedir.
GSS, kaynakları koruyucu hizmetler yerine tedavi edici hizmetlere yönlendirerek etkinliği azaltan, maliyeti arttıran yapısal özelliğe sahiptir. Prim ödeyen kişi, daha çok tedavi edici hizmet talep eder, doğal olarak da hükümet ek kaynağı buraya yönlendirmeyi tercih eder.
Finansman ile hizmet sunumunu ayıran GSS; sağlık
kuruluşları ve hekimlerle sözleşme ile hizmet satın alır. GSS ile yaratılan rekabet sağlık kuruluşları ve hekimleri hastanın beklentisini karşılamaya iter. Bu durum gereksiz tıbbi teknoloji ve ilaç kullanımını arttırarak dışa daha fazla kaynak aktarımına neden olur.
AKP Hükümeti’nin sağlığın finansmanı için GSS’nı önermesindeki amaç; sigorta modeli ile toplanacak fonların sağlık piyasasının genişlemesine yol açması, piyasada başı boş dolaşan paranın merkezileşerek özel sektöre kaynak olmasıdır. Asıl hedef sağlığın piyasalaşması ve özelleşmesidir. GSS bunun finansman güvencesi olacaktır.
Ssk tasfiye ediliyor, sağlık bakanlığı hizmet sunumundan çekiliyor
“SSK-Sağlık Bakanlığı Protokolü”nün imzalandığı 1 Temmuz 2003 gününü Milat(!) İlan eden Hükümet uygulamanın beş aylık sonucundan umduğunu bulamadı. Şimdilerde SSK’da iki yeni girişime hazırlanıyor.
Birinci proje özelden hizmet satın almak. Aslında SSK yönetimi benzer bir uygulamayı daha önce gerçekleştirmişti. Bu doğrultudaki girişimer hüsranla sonuçlandı. Geriye kalan “beyaz önlük operasyonu”, içinde SSK’nın üst düzey yöneticilerinin de bulunduğu bir dizi tutuklama ve SSK kaynaklarının peşkeş çekilmesi oldu. Talanın boyutunun bu kez çok daha büyük olacağını tahmin etmek kehanet olmamalı.
Öte yandan SSK’nın toplam sağlık harcamalarının üçte biri ilaç alımına, üçte biri de özel kuruluşlara yapılan sevklere gidiyor, yıllardır. SSK hastane ve dispanserleri ise geriye kalan üçte birlik kaynakla idare ediyor. Yeni uygulamayla bu kaynak daha da kısılacak demektir. Bu durumun SSK çalışanlarına yansıması ise daha kötü çalışma ortamları ve daha düşük ücretler olacak.
İkinci ve asıl önemli proje ise SSK sağlık kurumlarının personeliyle birlikte Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi. Gelen haberler söz konusu devir işleminin 2004 Ocak’ında yapılabileceği doğrultusunda.
SSK sağlık kurumlarının Sağlık Bakanlığı’na devrinin asıl gerekçesi “Sağlıkta Dönüşüm Programı”. Programa göre SSK sağlık kurumları tamamen tasfiye edilecek. Sağlık Bakanlığı da sağlık hizmeti sunumundan çekilecek; sadece planlama ve denetleme görevini yürütecek.
SSK’nın tasfiyesi ve Sağlık Bakanlığı’nın hizmet sunumundan çekilmesiyle oluşacak boşluğu kim dolduracak, peki?
Bu sorunun cevabı da AKP Hükümeti’nin bugünlerde TBMM’ye sunacağı Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nda veriliyor. Sağlık ocakları, sağlık grup başkanlıkları, dispanserler, eğitim hastaneleri dışındaki bütün hastaneler kanun çıktıktan sonraki altı ay içinde İl Özel İdarelerine devredilecek. İl Özel İdareleri de hastane dışındaki kamu sağlık kurumlarını, gerekli görürlerse, belediyelere devredecekler.
Bütün bu planların uygulanabilmesi için öncelikle SSK sağlık hizmetlerinin tamamen tasfiye edilmesi gerekiyor. SSK’nın mevcut yapısını koruduğu koşullarda GSS’nın uygulanması mümkün değil, çünkü.
SSK’nın tasfiyesi de Sağlık Bakanlığı’na devirle gerçekleştirilecek. Sağlık Bakanlığı-SSK Protokolü bu tasfiyenin pilot uygulamasıydı. Şimdi sıra son darbeye geldi.
“muhafazakâr-liberal” bir kavram kaydırmaca: hasta yok, müşteri var!
Sağlık Bakanı Dr. Recep Akdağ 21 Haziran 2003 günü TTB Kongresi’nde doktorları hastanın cebine el sokmakla suçlamıştı. Şimdilerdeyse doktorlara hastaları müşteri olarak görmelerini tavsiye ediyor.
Sağlık Bakanı’nın kendisi de bir çocuk doktoru. Yirmi yıla yaklaşan meslek hayatı boyunca binlerce hasta tedavi etmiş olmalı. Onları, hele de kanserli çocukları birer müşteri olarak mı görüyordu, acaba?
Gerçekten de, Dünya Bankası’nın ideolojik tercihleriyle hazırlanan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın temel kavramlarından biri “müşteri memnuniyeti”. Toplam Kalite Yönetimi (TKY)’nden alınıp sağlığa uyarlanıyor.
Program hayata geçirildiğinde sağlık kuruluşlarının ve hekimlerin öncelikli hedefi “müşteri”leri memnun etmek olacak. Memnuniyeti başaranlar kârlarını arttırarak ayakta kalacak. Başaramayanlar ise yok olacak. Böylece hem “sağlıkta kalite”, hem de “sağlıkta rekabet” gerçekleşmiş olacak.
Piyasanın o görünmez eli her şeyi bizim yerimize halledecek, gene. En iyi koşullarda ve en iyi şekilde(!).
Yalnız bütün bu muhafazakâr-liberal tezlerin gerçekleşebilmesi için önce sağlığın ticarileşmesi gerekiyor. İnsan olmaktan kaynaklanan bir hak olmaktan çıkıp ancak parayla ulaşılabilen bir metaya dönüşmesi, yani.
Aslında Dünya Bankası’nın Türkiye’ye dayattığı sağlık programı dört yıldır komşumuz Bulgaristan’da uygulanıyor. Doktorlar hastaları müşteri olarak görmeye başlamışlar, gerçekten. Hastalar da kendi söylemlerini geliştirmişler bu durumda. Sağlık sigortası kurumunu “kasa”, doktorları da “şahıs tüccarı” olarak adlandırıyorlar.
Sağlık Bakanı’nın sözünü dinleyecek olursak, bundan sonra anamnez almadan önce müşterimizin(!) Nakit parası, kredi kartı, özel sağlık sigortası olup olmadığını soracağız. İşletmemizde(!) Kredi kartına “0” komisyon uygulandığını söylemeyi de unutmamamız gerekiyor.
Aile doktorluğu “in”, pratisyen hekimlik “out” (!)
Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan en çok etkilenecek olanlar kuşkusuz pratisyen hekimler. GSS ile esas olarak Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası ile 1960’dan bu yana ülkemizde uygulanmakta olan Sağlık Ocağı sistemine darbe vurulacak. Birinci basamak sağlık hizmetleri özelleştirilecek ve yerine Aile Hekimliği modeli getirilecek.
Çağdaş sağlık örgütlenmesinde birinci basamak sağlık hizmeti koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin bütüncül biçimde belirli bir iş bölümü ve disiplinle yürütüldüğü bir ekip hizmetidir. Aile Hekimliğinde ise bu görev sadece aile hekimine verilmektedir.
Aile hekimliği muayenehaneleri rekabet gereği “müşteri” olan hastanın beklentisini karşılayabilmek için aslında ortak kullanılabilecek ultrason ve laboratuvar cihazları vb. Tıbbi teknoloji ürünü ile donanacaktır. Dünya Bankası’nın kredi ile destekleyeceği bu sistemde esas yararlanan tıbbi ithalat firmaları olacak ve Türkiye dışa kaynak transferi yapacaktır.
Aile Hekimliğinde, hekim ücretini serbest piyasa koşulları içinde kendisi kazanacaktır. Artık sigorta kurumu ile sözleşmeli çalışan, iş güvencesi ve sosyal hakları olmayan, işsizlik korkusu ile giderek daha düşük ücretle çalışacak hekim kitlesi yaratılacaktır. Rekabet ilişkisi ve ekonomik zorunluluk hekim-hekim, hekim-hasta ilişkilerinde etik kuralları tahrip edecektir.
Sağlık Bakanlığı’nca, 07 Kasım 2003 tarihinde sağlık ocaklarına gönderilen bir yazı ile pratisyen hekimlerin mesleki gelecekleri ile ilgili çok önemli bir konuda iki gün içerisinde bir karar vermeleri istendi.
Sağlık Bakanlığı aile doktoru olarak çalışmak isteyen doktorların önüne 10 günlük bir eğitim sonrası yeni bir gelecek koyuyor. Bu gelecek işsizlik, iş güvencesinden yoksunluk, 7 gün 24 saat, tüm yıl boyunca karşılığı belirsiz çalışmaktır.
Her yıl yenilenecek tek yanlı sözleşmelerle iş güvencesine son verilmekte, sağlık hizmetlerinin sürekliliği zedelenmekte. Nerede ve nasıl çalışılacağı ve ne iş yapılacağı net tarif edilmeden bir tercih yapılması bekleniyor. Tercih olarak sunulansa açık bir tehdit. Çünkü “ya bunu seçersin ya da artık hekimlik yapamazsın” denilmekte.
Mevcut sosya
l güvenlik kurumlarından gelecek ödemelerle daha çok ücret alınabileceği iddia edilmektedir. Oysa üniversite ve devlet hastaneleri ile eczaneler sosyal güvenlik kurumlarından almaları gereken parayı alamadıkları için hizmet veremez durumdalar.
Birinci basamak sağlık hizmetlerinin döner sermaye kanalıyla ticarileştirilmesi ve özlük haklarına nasıl yansıdığı çok taze bir örnekken; hizmet satın alma ve sağlık hizmetinin ticarileştirilmesi “aile doktorluğu” sistemi ile kuvvetlendirilmektedir.
Bir darbe de işyeri hekimliğine
AKP Hükümeti’nin sağlık alanında yaptığı düzenlemelerde işyeri hekimliğini muaf tutması düşünülemezdi. İşyeri hekimliğine yönelik saldırı gecikmedi, nitekim.
Çalışma Bakanlığı yeni bir “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik Taslağı” hazırladı.
Taslakta TTB’nin 1988 yılından bu yana 28.509 hekime 6023 sayılı yasa uyarınca verdiği işyeri hekimliği sertifikası hükümsüz sayılmakta, daha önce eğitim alanlar da dahil herkese Bakanlık tarafından verilen eğitimi alma zorunluluğu getirilmekte. Bakanlık tarafından sertifika eğitiminin Yönetmeliğin yayınlanmasından itibaren 6 ay sonra hayata geçirilebileceği dikkate alınarak bu sürede işyeri hekimlerinin görevlendirilmesinde sertifika şartı aranmamakta.
Taslakta yürürlükteki yönetmelikte yer alan “tabip odası aracılığı ile görevlendirme” ortadan kaldırılmakta, işyeri hekimlerinin görevlendirilmesinde işveren insiyatifi ve keyfiyeti yeterli görülmekte. İşyeri hekiminin görevine son vermede işverenin fesih yetkisinin her koşulda varlığı ve geçerliliği kabul edilmekte, işyeri hekimi hiçbir güvenceye kavuşturulmadığı gibi İş Kanunu’nda yer alan haksız işten çıkarmaya ilişkin hükümler dahi yansıtılmamakta.
Yönetmelik taslağında 750 ve daha az işçi çalıştıran işverenlerin işyerleri için işçi sağlığı hizmetlerini işyerinde işyeri hekimi istihdam etmeksizin ve işyeri sağlık birimi kurmaksızın çeşitli kurum ve kuruluşlardan satın alabilecekleri öngörülmekte.
Taslaktaki düzenlemeye göre işyeri hekimi, çalışan işçi sayısına bakılmaksızın, senede bir ila beş gün arasında değişen hizmet süresine göre işyerinde koruyucu sağlık hizmetlerini yerine getirecek. Bu sürenin yanı sıra da işyerindeki her işçi başına yılda otuz dakika ayırarak hizmetini tamamlayacak.
Yönetmelik taslağının hedefi TTB’yi işçi sağlığı alanından, işyeri hekimini de işyerinden uzaklaştırmak. Bu haliyle yürürlüğe girerse halen işyeri hekimliği yapmakta olan 8.000 hekimin büyük çoğunluğu işini kaybedecek. Geriye kalanların iş güvencesi ve ücretlerinin belirlenmesi ise patronların keyfiyetine kalacak.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) TTB’nin işçi sağlığı ve işyeri hekimliği alanındaki yetkisini yok etmek için yıllardır hükümetler nezdinde yoğun kulis faaliyeti yürütüyor, ama başarılı olamıyordu. Anlaşılan AKP Hükümeti’yle birlikte TİSK’e gün doğmuştu.
Sözün bittiği yerde: 5 kasım 2003’te g(ö)revdeydik!
21-22 Haziran 2003 günü Ankara’da yapılan TTB 53. Büyük Kongresi’nin sonuç bildirgesinde alınan karar şöyle açıklanıyordu:
“Mevcut AKP iktidarının “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” adı altında toplum sağlığı, hekimlik ortamı ve özlük haklarımıza yönelik büyük bir saldırı başlattığı açığa çıkmıştır.
TTB 53. Büyük Kongresi; AKP Hükümeti’nin bu saldırısına karşı tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının meşru ve demokratik haklarını kullanabilecekleri bir “Acil Eylem Planını” oluşturarak başta sağlık emekçileri olmak üzere toplumun bütün mağdur kesimleri ile dayanışma içinde, ülke çapında kitlesel ve sonuç alıcı bir mücadele programı ve takvimi oluşturulmasını ve acilen hayata geçirilmesini karar altına almıştır.”
Hazırlıklara Kongre’nin hemen ertesinde başlandı. TTB Merkez Yönetim Kurulu, TTB Genel Yönetim Kurulu, bölge tabip odaları ve hastane/birim toplantılarında konu ayrıntılı olarak tartışıldı. AKP Hükümeti’nin Türkiye sağlık ve hekimlik ortamına yönelttiği bu kapsamlı saldırıya karşı yürütülecek mücadelenin yol haritası çıkarıldı.
6-10 Ekim 2003 tarihinde bütün Türkiye’de “göreve HAZIRIM” oylamasına katılan 20.000 hekim mücadele konusundaki kararlılıklarını gösterdi.
İstanbul Tabip Odası (İTO) Yönetim Kurulu AKP’nin sağlık politikalarını başından beri yakından takip ediyordu. 4 Haziran 2003’te yapılan basın açıklaması “AKP’nin Sağlıktaki Altı Aylık İcraatı: Ticarileştirme ve Özelleştirme” başlığını taşıyordu. İTO Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy; “altı aydır Türkiye sağlık ve hekimlik ortamındaki sorunların çözülmesi için hiçbir olumlu adım atılmamıştır” diyor ve hekimlerin AKP Hükümeti’ne tanıdığı sürenin dolduğunu ilan ediyordu.
AKP’nin politikalarına karşı alınacak tavrı belirlemek için 16 Haziran, 4 Eylül, 25 Eylül, 3 Ekim tarihlerinde geniş katılımlı toplantılar yapıldı. Konunun takibi için “Özlük Hakları Çalışma Grubu” oluşturuldu. Temsilciler Kurulu konuyu gündemine alarak yapılacak etkinlikleri değerlendirdi. Uyarı eyleminin tarihi belli olduktan sonra çalışmalar daha da hızlandırıldı.
TTB’den sonra Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) da 5 Kasım’da uyarı eylemi yapma kararı aldı. Bunun üzerine İstanbul Tabip Odası, İstanbul Dişhekimleri Odası, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası, SES İstanbul Şubeleri, DİSK/Dev-Sağlık-İş ve Çağdaş Eczacılar Derneği’nin oluşturduğu İstanbul Sağlık Platformu acilen toplandı. İstanbul’daki eylemi hep birlikte organize etmeyi kararlaştırdı.
31 Ekim tarihli basın toplantısına bu örgütlerin başkanlarının yanı sıra KESK Başkanı Sami Evren, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, Türk-İş 1. Bölge temsilcisi Faruk Büyükkucak, Hak-İş Marmara Bölge Başkanı Celal Özdoğan, TMMOB Yönetim Kurulun’ndan Hüseyin Yeşil ve HAYAD Başkanı Leyla Ezgi de katılarak eylemimize desteklerini açıkladılar.
3 Kasım Pazartesi akşamıysa ellerimizde fenerlerle Haydarpaşa Numune Hastanesi’ndeydik. Toplu nöbete katılan 300 hekim 5 Kasım’dan önce Hükümeti son bir kez uyardı.
5 Kasım 2003 Çarşamba günü diğer sağlık çalışanlarıyla birlikte bütün Türkiye’de ayağa kalktık. TTB’nin görev çağrısına katılım bütün tahminlerin üzerinde gerçekleşti. Üstelik de kamuoyunun ve medyanın büyük desteğini yanı başımızda bulduk.
Önde gelen televizyon kanalları sabahtan itibaren canlı yayına başladılar. Diğer televizyonlar da hemen her saat başı uyarı eylemimizi verdiler haberlerinde.
Gün boyunca sesimizi ve taleplerimizi kamuoyuna güçlü bir şekilde ilettik. 5 Kasım 2003 sağlıkçıların günü oldu.
Sağlık Bakanlığı başlangıçta uyarı eylemimizi görmezden gelmeye, idari soruşturma tehdidiyle engellemeye çalıştı. 5 Kasımdaki tabloyu gördükten sonra ise bizleri marjinal olarak tanımlayıp gücümüzü küçümsemeyi denedi ama tutturamadı.
Başbakan Tayyip Erdoğan da o gün Denizli’de yaptığı konuşmada öfke krizine kapıldı. Bizleri “hastalara muayenehaneden hastaneye randevu vermek”le suçladı. Hızını alamamış olacak ki; iki gün sonra da Kahramanmaraş’ta da “hastalardan bıçak parası almak”la suçladı hekimleri. Taleplerimiz hakkında konuşmaktansa, “yandan cevap” vermeyi tercih
etti.
Öfke ve telaşı 5 Kasım 2003’teki uyarı eylemimizin bir yıldır görevde olan AKP iktidarına karşı ilk kitlesel karşı çıkış olmasından kaynaklanıyordu.
Öte yandan, aylardır sağlık alanında çok büyük düzeltmeler yaptıklarını, “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile bütün sorunları çözeceklerini propaganda ediyorlardı. 5 Kasım günü işin rengi değişti. Hekimler ve diğer sağlık çalışanları AKP Hükümeti’nin sağlıktaki uygulamalarına hep birlikte karşı çıktı. Hem de bütün toplumun desteğini alarak yaptılar bunu.
Hekimler özlük hakları için yıllardır yürüttükleri mücadele tarihlerinin en geniş katılımlı ve en etkin eylemini gerçekleştirdiler, o gün.
TTB’nin 5 Kasım uyarı eylemi için hazırladığı afişlerden birindeki slogan “Sabır Taşı Çatlamadan” diye başlıyordu.
5 Kasım 2003 günü hepimizin sabır taşı çatladı. Taleplerimizi elde edene kadar hep birlikte devam edeceğiz mücadelemize.
Hekimlerin 5 kasım 2003 bildirgesi
Sağlık hizmeti devletin sırtında yüktür anlayışı yanlıştır. Sağlık, sosyal devletin vazgeçemeyeceği görevlerin başındadır. Sağlık Bakanlığı’nın bütçe payı 2004 yılı için en az % 5’e, sonraki yıllarda % 10’a çıkarılmalıdır.
Sağlık piyasanın vahşi koşullarına terkedilemez. Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan ve sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi/özelleştirilmesini hedefleyen “Sağlıkta Dönüşüm Programı” yönündeki bütün çabalar durdurulmalıdır.
Genel Sağlık Sigortası vatandaşlar için ek bir “sağlık vergisi” demektir. Sağlık hizmetlerinin finansmanı yeni sigorta primlerinden değil, genel bütçeden karşılanmalıdır.
Tüm toplumu kapsayan nitelikli bir sağlık hizmeti ancak kamusal bir sağlık sistemiyle mümkündür. Kamu sağlık kurumlarının çökertilmesi politikalarından vaz geçilmelidir.
Herkesin eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti almaya hakkı vardır. Hastayı müşteri olarak gören ahlâk dışı anlayışlar terkedilmelidir. Nitelikli sağlık hizmetine ulaşmak için nüfus cüzdanı yeterli olmalıdır.
Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısına sağlık hizmeti veren SSK sağlık kurumlarının Sağlık Bakanlığı’na devredilerek tasfiye edilmesi girişimleri durdurulmalıdır. SSK krizini çözmek için gerekli yatırımlar yapılmalı, sağlık personeli eksikliği hızla giderilmelidir.
Birinci basamak sağlık hizmetleri ve koruyucu hekimliğe öncelik verilmeli, sağlık ocaklarının sayısı artırılmalıdır. “Hekim seçme özgürlüğü” aldatmacasıyla getirilmeye çalışılan “Aile Hekimliği” modeli yerine 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası’nın öngördüğü biçimde “Genel Pratisyenlik” esaslı sağlık ocakları sistemi geliştirilmelidir.
İnsanca çalışma koşulları ve insanca geçinecek ücret istiyoruz. Kamuda çalışan hekimlerin ikinci, üçüncü işlerde çalışmak zorunda kalmadan geçinmelerini sağlayacak ücret düzenlemeleri yapılmalıdır. Hekim temel ücreti öncelikle şu anki ücretin en az iki katına çıkarılmalı ve yapılacak artışlar emekliliğe doğrudan yansıtılmalıdır.
Çalışma iklimimizi bozan, sağlık çalışanlarını hastalarla ve birbirleriyle karşı karşıya getiren döner sermaye, performansa dayalı ücretlendirme uygulamalarından vazgeçilmelidir.
Uygun çalışma koşullarında iyi ve nitelikli hekimlik yapmak istiyoruz.
İş güvencemizi yok eden sözleşmeli personel uygulamasından vazgeçilmelidir.
İstanbul Tabip Odası Broşürü