Saldırıların müsebbibi konusunda muhtelif senaryolar, herkesin durduğu siyasi toplumsal nokta itibari ile bolca yapılıyordu. İlk algılamalar bu saldırıların Musevilere yönelik yapıldığı ancak kazayla Müslümanların da yaşamını yitirdiği yolundaydı. Çok şükür korkulacak bir şey yoktu! 5 gün sonra ikinci saldırılar geldiğinde ise, artık gerçek bütün çıplaklığıyla Türkiye’nin karşısındaydı. Türkiye hedef tahtasındadır. Tayyip’in Bombaları İkinci bombaların ardından […]
Saldırıların müsebbibi konusunda muhtelif senaryolar, herkesin durduğu siyasi toplumsal nokta itibari ile bolca yapılıyordu. İlk algılamalar bu saldırıların Musevilere yönelik yapıldığı ancak kazayla Müslümanların da yaşamını yitirdiği yolundaydı. Çok şükür korkulacak bir şey yoktu! 5 gün sonra ikinci saldırılar geldiğinde ise, artık gerçek bütün çıplaklığıyla Türkiye’nin karşısındaydı. Türkiye hedef tahtasındadır.
Tayyip’in Bombaları
İkinci bombaların ardından her şey birdenbire değişti ya da taşlar yerine oturmaya başladı. Hükümet gelişmenin vahametini hemen kavradı ve ilk iş olarak İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın tüm işlemlere Ramazan bayramı sonrasına kadar ara verdiği açıklandı. Bu önlem olmasa 2000 sonbaharı ve 2001 Şubat’ındaki büyük finans krizinin bir benzerinin yaşanmaması için hiçbir neden yoktu. İlk bombaların ardından Tayyip yine dayılanmıştı. Ama bu sefer karşısındaki kamu çalışanları yada doktorlar değildi. Basbayağı “eli kanlı teröristlerdi”, üstelik kendisiyle aynı familyadandı. Ve familya mensupları, Tayyip ‘ben o mesajı alır ayağımın altında çiğnerim” dedikten 4 gün sonra mesajı anlamamış diye tekrar ettiler. Tayyip dayılanmayı bıraktı ve içinde bulundukları bu vahim durumu nasıl atlatacaklarının arayışına girdi. İslamcı teröristler demekte zorlanıyordu. İslamla terör kelimelerini yan yana getirmekten imtina etti. İslamcı tabanı üzmeden, Türk Silahlı Kuvvetlerini ürkütmeden(bu ikisi bir arada nasıl olacaksa) teröristlerle mücadele edeceğinin mesajını vermeye çalıştı.
Tam bu noktada, Tayyip’in basını “panik yaratmayın” diye uyardığı sıralarda, İstanbul emniyet müdürünün, başbakanından aldığı cesaretle ikinci saldırıların önlenemeyişinin nedeni olarak medyayı suçlaması, medyanın baronları ile emniyet arasında küçük bir kavgaya neden oldu. Kavga, Tayyip’in girişimi ile tatlıya bağlandı. Tatlıya bağlanırken medya baronlarının (patronlarının ticari-mali çıkarları gereği) Tayyip’e verdikleri taviz ilginçti. İslami ya da Müslüman teröristler kavramını kullanmayacaklardı. Çünkü bu ifade toplumu rencide ediyordu. Kısaca teröristler demek yeterliydi. Tayyip medyayı “affediyordu”, ancak medyanın verdiği tavizde buydu.
Bütün bir bayram tatili, toplumu yatıştırma girişimleri ve İslami terör kavramı tartışmalarıyla geçti. Hükümet çevrelerinden devletimiz ve milletimizin güçlü olduğu, yıkılmayacağı bir avuç teröriste pabuç bırakmayacağı yolundaki artık herkesin bildiği meşhur Türk tekerlemeleri ardı ardına gelmeye kamuoyu yatıştırılmaya bayram süresi boyunca devam edildi. İslamcı faşistlerin bombalarının toplumda yarattığı tahribat sahte iyimserlik bombardımanıyla bastırılmaya çalışılıyordu.
Tayyip geleneksel İslami kesimleri üzmemeye çalışıyordu. Şunun şurasında dört ay sonra yerel seçimler vardı ve AKP tabanının önemli bir bölümünü oluşturan İslami kesimlerle arayı fazla açmamak gerekliydi. Ta ki 2 Aralık gününe kadar. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün “Saldırılar din motiflidir, Müslümanların yaptığı ortadadır” saptamasının basında yer aldığı gün, Tayyip AKP grup toplantısında ilk kez “dinci terör” ifadesini kullandı. Tayyip mesajı almıştı. Kendisine TSK tarafından tanınan süre dolmuş, İslami tabanıyla olan psikoterapi ilişkisine artık bir son vermesi gerektiği medya aracılığıyla iletilmişti. Tayyip’te yapacağını yapmış İslami kesimlerin yüreğine su serptikten sonra bir manevrayla nalına da mıhına da misali vaziyeti kendince idare etmeyi becermişti.
Eylemi yapanların ve yardım edenlerin kısa sürede açığa çıkarılması da Tayyip açısından ABD’ye rüştünü ispat edeceği bir gelişme oldu. Amerikan karşıtı İslami akımlara karşı cephe ülkesi ilan edilen Türkiye’nin Light İslamcısı Tayyip, silahlı İslamı eziyordu. Tayyip ABD’den bir kez daha geçerli not almıştı.
İslamcı Medyada Bombalar
İslamcı medya daha ilk bombalardan itibaren büyük bir demagoji kampanyası yürüttü ve halende devam ediyor. Geleneksel İslami kesimlerin nabzını tutabilen bu medyaya göre, saldırılar ya Mossad’ın ya da CIA’nın işiydi. Müslümanlar bu işi yapmış olamazlardı. Her ne kadar kimi farklı sesler çıktıysa da genel tonlama böyleydi. Tayyip’in dinci terör tanımlaması ise bu basında hiç yer almadı. Henüz bombanın büyüklüğünün ve borazanlığını yaptıkları Tayyip’in, ABD’nin yeni projelerinin neresinde olduğunun pek farkında olmadıkları anlaşılıyordu. İslamcılara toz kondurmayalım tavrının ABD projesi içinde hiçbir yeri olmadığını henüz anlamamışlardı. Saflarını belirlemek durumunda olan bu yazarlar, acaba hangi safta namaz kılarlar dersiniz.
Herkes çok iyi biliyor ki Türkiye’deki İslami hareketin geçmişinde Kanlı Pazarlar, Maraşlar, Sivaslar, satırlı katiller, mezar evler, domuz bağları var. Tüm bunlar ortada iken İslamcı medyanın inkar çabası da neyin nesi oluyordu? İslami cenahta inkar ve demagoji o kadar ifrata vardı ki, mezar evlerin mimar-mühendisliğini yapan Hizbullah’ın hapisteki sorumlularından biri “bizim bu eylemle ilgimiz yok” açıklamasını yapabildi! İslamcı medyada bunu bile kullandı!
En başta geniş cephe meraklısı bir kısım solcularımızın pek sevdiği Fehmi Koru ve Abdurahman Dilipak olmak üzere bütün İslamcı yazar takımı döne yana Mossad-CIA masalını ısrarla yazdılar. Her ne kadar Yeni Şafak’tan Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren gibi yazarlar İslamcıların teröre bulaştığını ima eden yazılar yazmışsalar da genel çizgileri böyleydi.
İslamcı yazarlar, önemli bir kısmı light’laşmış olan İslamcı tabanın bu büyük vahşet karşısında irkilmesini ve savrulmasını önlemek için ellerinden geleni yapmaya soyundular. Çünkü bu sefer katliam solculara, Kürtlere ya da ülkenin değerli aydınlarına yönelmemiş muhtemelen pek çoğu oruçlu olan Şişli ve Beyoğlu esnafına yönelmişti. Resmi rakamlara göre, 50’den fazla ölü ve 1000 kadar yaralı vardı. Yüzlerce ev, işyeri, araç tahrip olmuştu. Fiziken on binlerce insanı etkileyen böylesi korkunç bir eylemi İslamcıların üstünden atabilmek gerekliydi, zira zarar görenlerin büyük bir çoğunluğu masum “Türk ve Müslüman” vatandaşlardı. İstanbul’daki bu katliamların sorumlularının, yıllarca bu yazarların da dahil olduğu demagog faşist İslamcı basın tarafından şartlandırılmış insanlar olduğu gerçeği ortaya çıkmasın istiyorlardı. Tayyip “dinci terör” teşhisini koyunca üslupta hafif bir değişiklik oldu. Kimileri, “ortada bir terör varsa bu da laiklerin yüzünden oluyor” demeye başladılar.
Öte yandan, kendi gazete ve televizyonlarının halis müşterisi olan, sayısı hiçte küçümsenmeyecek bir İslamcı topluluk bu eylemleri canı gönülden destekliyor. Bu müşterilerle İslami medya arasında kopmaması gereken “Domuz Bağları” var. İntihar eylemcilerinden birinin oğlunun, sinagoglara yapılan saldırıdan sonra sevindiklerine dair anlatımlar bir gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Bombaların Şok Dalgasında Türkiye Solu
Bombardımanın ardından Türkiye solunun son yıllarda kaybettiği şirazesinin ne olduğu bir kez daha görüldü. Aslında savaş karşıtı mücadele sürecinde iyice ortaya çıkan İslamcılara yönelik tavrın ne olacağı sorunu, bombalarla birlikte daha derin bazı sapmaların Türkiye soluna sirayet ettiğini de gösterdi. Artık açığa çıkan bu eğilimlerden liberal sol eylemlerde “terörü” keşfediyor ve “ılımlı İslamcılar” la ortaklık kuruyor. Diğer bir eğilim ise İslami hareketlerin
ABD ile girdiği çatışmalardan anti-emperyalist bir yan bulunduğu yanılsamasına düşüyor. Türkiye solundaki bu iki eğiliminde İslamcılarla teşviki mesai yapması tarihsel bir ironi oluşturmaktadır.
8 kitle örgütünün 3 büyük kentte yaptıkları basın açıklaması çağrısına damgasını vuran,”Şiddet ve teröre karşı barışı savunmak”, “Terör’e teslim olmayacağız” sloganları, egemenlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları terör demagojisine soldan yapılmış katkılara dönüştü. Esas olarak liberal solda bulunan soyut bir terör kavramına sahip çıkma girişimi gücünü herhalde İslamcı kimi çevrelerle girdikleri savaş karşıtı “ittifak” süreçlerinden ve daha derinlerdeki bir kafa karışıklığından alıyor. Politik içeriğinden soyutlanmış terör kavramının, dönüp dolaşıp vuracağı yer esas olarak sol ve demokratik güçler olacaktır. Nitekim polisin, bombaların ardından İslamcı faşistlerden daha çok devrimcilere, Kürtlere, YÖK protestosu yapan öğrencilere yönelmesi aslında her şeyi açıklıyor.
Üstelik “Şiddette karşı barışı savunma” eylemine bütün bunların müssebbibi İslamcılar davet ediliyor. Bu liberal çizgi Abdurahman Dilipak’ta ilerici anti-emperyalist bir yan bulmuş olsa gerek ki birlikte “terörü lanetme” mitingi düzenliyor. Abdurahman Dilipak’ın ve onun yazdığı Vakit gazetesinin bugünkü çizgisinin tamamen sol düşmanı, AKP yalakası bir çizgi olduğu apaçık ortada değil mi? Abdurahman Dilipak ve onun gibilerin bombalardan sonra yazdıklarını okumak bunların ruh ve fikir dünyasını anlamak için yeterli olmalıdır. Türkiye solu, İslami kesimlerin Türkiye’de her zaman faşizmin kitle tabanı olduğuna dair temel görüşlerini hangi saiklerle bilinmez bir tarafa bırakmış gözüküyor.
İslamcı hareketlerin, Amerikan karşıtı eylemlerinde anti-emperyalist bir yan bulunduğuna dair batıl inanç ise referanslarını sosyalizmin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin 20. Yüzyıla ait biçimlenişlerinden alıyor. Sosyalizmin bulunduğu bir dünyada emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren, küçük burjuva (laik) radikallerinin önderliğini yaptığı İslami renkleri (Cezayir-Libya vb.)içinde taşıyabilen hareketler, yanlarında Sovyetler Birliği’ni buluyorlardı. Doğrudan sosyalizme yönelme isteği göstermeseler de, Cezayir, Libya örneklerinde görüldüğü gibi kendi siyasal toplumsal sistemlerini sosyalizm ile özdeşleştiriyorlardı. Bu durum, Sovyetler Birliği’nin emperyalist kapitalist sisteme karşı kendisini koruma gayretlerinin bir sonucu olarak (pragmatistçe de olsa) bu hareketleri desteklemesi ve sosyalizmin dünya çapındaki prestiji ile birleşerek gerçekleşiyordu. Cezayir anayasasında devletin sosyalist, ülkenin dininin İslam olarak tanımlanması, Kaddafi’nin ülkesinin adının halen Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi olması bundandır. Bu ülkelerin emperyalist sistem dışına çıkma eğiliminin o günkü dünyada emperyalizme darbe vuran bir niteliği vardı. Ve sol tarafından destekleniyordu.
Bu günün dünyasında, 20.yüzyıla ait ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesine yol açan referansların kalmadığı bir süreçte, ABD karşıtı olan her hareketin desteklenmesi-savunulması doğru politik bir tutum değildir. Geçtiğimiz yüzyıldan farklı olarak bugünün anti-emperyalist mücadeleleri daha çok yoksul sömürge halklarının neo-liberal sömürü politikalarına karşı direnişleri ve onların sesi olabilen hükümetlerin (Venezüella’daki Chavez hükümeti vb.) emperyalistlere karşı direnişleri şeklinde gelişmektedir. Türkiye solu, ABD ile çatışan güçler özellikle İslamcı akımlarsa bu çatışmaların neden ve sonuçları üzerine bir kez daha bir düşünmek zorundadır. Bu coğrafyada anti-Amerikan direnişi örgütleyen İslami akımların yoksul halklara ne vaad ettiği, nasıl bir demokrasi ve özgürlük projesine sahip oldukları özellikle Taliban rejiminin uygulamalarına bakarak anlaşılmalıdır. Bugün solun, emperyalizmin sömürge halklara getirdiğinden farklı bir şey önermeyen (hatta daha geri) bu tür hareketleri desteklemesi söz konusu dahi olmamalıdır. İslamcı hareketlerin emperyalizme darbe vurdukları ise tartışmalıdır.
Bu çatışmaları savunmak yada savunmamak gibi bir ikileme düşmeden sadece anlamaya çalışmak ve ABD emperyalizminin geçmiş Yeşil Kuşak projelerinin ve bugünkü sömürge imparatorluğu girişiminin İslam coğrafyasında her türlü barbarlığı ürettiğine dair gerçekleri anlatmak gereklidir. Bu çatışmaların ülkemizdeki yansımaları olan son bombalamalarda olduğu gibi, Türkiye’nin yoksul halklarının önünü açacak hiç bir sonuç doğurmamaktadır.
Sonuç
ABD’nin AKP türü bir İslamcılığı tüm Müslüman dünyaya örnek olarak göstermek istemesi, Genelkurmayın bu yumuşak İslamcılarla böyle bir tarihsel süreçte çatışmanın radikal İslami eğilimleri güçlendireceğine ilişkin korkusuyla birleştiğinde egemenler arasında giderek zoraki bir uzlaşma eğiliminin belirdiği görülmektedir. Egemenler içinde ABD’nin Kürtlere yönelik planlarının yarattığı gerilimlere, radikal İslama karşı “ılımlı İslam” projesi de eklenince egemenler içinde derin bir çatışma ve parçalanmayı zorlayabilecek iki temel olgunun önümüzdeki dönem giderek gerilimi tırmandıracağı görülmektedir.
28 Şubat’ı yaşamış her normal T.C vatandaşı Tayyip’in yaptıklarına ordunun nasıl tahammül ettiğini hayretle izliyordur herhalde!… İçine girmekte olduğumuz süreç 28 Şubat’ın ordunun laiklik silahıyla kendi hegemonyasını sağlamaya çalıştığı eskide kalan çatışma görüntülerinden farklı olacak. Eski SHP’li dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in Afganistan’daki Nato güçleri içinde aldığı görev, Genelkurmayın Afganistan’a asker gönderme şevki ordu içinde yeni çatışmalarında habercisi gibi. Ordu içindeki geleneksel laik kesimlerin ABD-AKP’nin “ılımlı” İslam projesine ne kadar ve nereye kadar tahammül edebileceğini bekleyip göreceğiz.
Türkiye solu, İslami hareketler hakkındaki aymazlıklarını bir tarafa bırakarak, AKP hükümetine ve bütün egemenlere karşı siyasal İslamın kendisinin de mücadele hedefine koyulacağı başka ve yeni bir süreci örgütlemelidir. İslamcı siyasal akımların toplum (emekçiler)üzerindeki güçlü etkisi kırılmadan Türkiye’de ciddi hiçbir ilerici toplumsal gelişme sağlanamaz.
Evet adını koyalım İslami-faşist terör.