Bu bir şekilde şaşırtıcı çünkü Bolivya gibi ülkeler normalde en iyi gazetelerde bile ihmal edilirler (ya da az yer alırlar). Bu basitçe iki yıldır Latin Amerika’da bir politika değişikliğini yansıtan üst üste biriken olayların etkisi yüzünden olabilir. Latin Amerika dünya politikasının merkezine yeniden giriyor gibi. 1960’larda “devrim” Latin Amerika’da yaygın bir tema idi. Küba sosyalizme […]
Bu bir şekilde şaşırtıcı çünkü Bolivya gibi ülkeler normalde en iyi gazetelerde bile ihmal edilirler (ya da az yer alırlar). Bu basitçe iki yıldır Latin Amerika’da bir politika değişikliğini yansıtan üst üste biriken olayların etkisi yüzünden olabilir. Latin Amerika dünya politikasının merkezine yeniden giriyor gibi.
1960’larda “devrim” Latin Amerika’da yaygın bir tema idi. Küba sosyalizme yürüyüşte bir sembol olmaya başlamıştı. Che Guevara “focoismo” ya da (Bolivya’da kendisini ölüme götüren) bir “devrim içinde devrim” denen şeyin sembolü ve uygulayıcısı idi. Bağımlılık Latin Amerika aydınları için yeni slogandı. Bu kavram merkez-çevre kavramları ve ilk olarak Raul Prebisch ve BM Latin Amerika ekonomik komisyonu tarafından ayrıntılandırılan “kalkınmacılık”dan doğmuştu. Bu aydınlar Latin Amerika komünist partilerine, onları reformcu, karşı devrimci de facto ABD ve dünya kapitalizm işbirlikçisi olarak değerlendirerek açıkça muhalefet etmeye başlamışlardı. Bir sürü ülkede gerilla hareketleri başlamıştı ve oldukça da güçlü görülüyorlardı. Şili’de Salvador Allende bir sosyalizme geçiş programıyla cumhurbaşkanı seçilmişti.
ABD bu dalgaya set çekmek için bazı rejimlerin (Brezilya, Şili, Arjantin, Uruguay) askeri yönetimlerce ele geçirilmesini desteklemeye başladı. Devrim dalgası 1970’lerde, Nikaragua’da Sandinistalar ileriye doğru son bir atılımı temsil etseler de, küçülmeye başladı. 1980’lerde dünya-ekonomi’deki durgunluk Latin Amerika’ya zarar vermeye başladı. Meksika 1982’de “borç krizi”ni başlatarak Latin Amerika ülkelerine önderlik etti (aslında 1980’de Polonya herkesi geride bırakarak açılışı yapmıştı). 1980’ler kalkınmacılıktan bir geri çekilişe, “demokrasi”ye (yani serbest seçimlere) doğru bir hamleye ve artık fırtınanın dinişine tanık oldu. Orta Amerika’daki çeşitli gerilla hareketleri seçimlere girme hakkı elde ederek mücadeleyi bıraktılar. Sovyetler Birliği ve Doğu-Orta Avrupa’daki komünizmin çöküşü Latin Amerika solunun yolunu şaşırttı ve silahlarını elinden aldı.
1990’lar ABD’nin Latin Amerika’da rahatça soluk aldığını hissettiği bir dönemdi. Meksika, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) bir parçası olmayı kabul etti. Ve sonunda, yarım yüzyıllık Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) sürekli tek parti iktidarından sonra Meksika muhafazakar, serbest-ticaret eğilimli, Kuzey Amerikancı bir partinin liderini, Vincente Fox’u, cumhurbaşkanı seçti. NAFTA’nın imzalanmasından hemen sonra Meksika’nın şaşırtıcı yeni bir çeşit sosyal-politik hareketin, bastırılmış yerli nüfusun çıkarlarını savunan Chiapas’taki Zapatistalar’ın ortaya çıkmasına ve hayatta kalışına tanık olduğu doğrudur. Ve bu tüm dünyada çok fazla ilgi ve destek görüyordu ama ABD kabaca kısaca Zapatistalar’a hiç ilgi göstermedi. Bu bir olasılıkla Zapatistalar devlet iktidarını elde etmekle ilgilenmediklerini açıkladıkları içindi. ABD, Amerikalar Serbest Ticaret Topluluğu (FTAA ya da ALCA) düşüncesinin yolunu yapmaya başladı ve bu çeşit bir iki-taraflı anlaşmayı imzalaması için ilk olarak Şili’yi ikna etti.
Sonra da Latin Amerika’da politik hoşnutsuzluğun yavaş yavaş gürültüleri başladı. Bunun Ekvador, Peru, Venezüella, Brezilya ve Arjantin’de aldığı şekiller ayrıntıda farklıdır. Ama hepsi tek bir özelliği paylaştılar. Hoşnutsuzluk köklerini Yerli (ya da mestizo) nüfusun, örgütlü sendikaların ve köylü katmanlarının arasında buldu. Kafası görece karışık ve çıkarlarının nerede yattığından emin olmayan orta sınıftı. Bu örneklerin hiç birisinde 1960’ların standartlarında “devrimci” bir iktidar gelmedi. Ama her örnekte de Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) emirlerine ve FTAA’ın kurulmasına karşı az ya da çok açık, bir muhalefet vardı. Her örnekte de ABD mutlu değildi ama durumu 1970’lerde olduğu gibi direk ve hızla etkileyebilecek gibi gözükmedi. Pinochet’ninki gibi sağ darbeler yoktu.
Bu belki de Güney Amerika’daki en yoksul ülke olan Bolivya’nın arka planı. Bolivya aslında Latin Amerika’daki erken “devrimci” dalganın öncüsü. 1952’deki devrim kalay madenlerinin ulusallaştırılmasına neden olmuştu. Devrimin liderliğini kalay madencilerini örgütleyen ve çoğunluğu yerlilerden oluşan Bolivya İşçi merkezi (COB) yapmıştı. Yerli çoğunluğa devlette rol verilmesi iddialarıyla işçi sendikaları militanlığı ile birleşen devrim ABD için büyük bir şok olmuştu. Hareketi kontrol altına almak beş yıl sürdü. Kalay dünya piyasasından kaybolduğunda yerli üreticilerin çoğu kendilerine hem gelir hem de uyuşturucu karşıtı kampanya izleyen ABD’nin öfkesini getiren koka üretimine döndüler.
En son seçimlerde COB ve Yerli Hareketi’nin desteğiyle birlikte, Sosyalizm Hareketi’ne (MAS) liderlik eden cocaleros’un lideri Evo Morales, standard bir muhafazakar aday, Gonzalo Sanchez de Lozado’ya, çok az bir oy farkıyla seçimleri kaybetti. Sanchez Bush ile Washington’da buluştuğunda, gelecek sefer Bush kendisini gördüğünde belki de ABD’de sürgünde olacağı şakasını yaptığı söylenir. Ve sonunda bu gerçekleşti. Sanchez, Bolivya doğal gazını düşük fiyatla satmayı ve bunun da üzerine bir zamanlar Bolivya’nın olan ama bir savaşta Şili’ye kaybedilen bir limana boru hattı inşa etmeyi önerdiğinde ülke patladı. İlk önce de başkent etrafındaki Altiplano’nun çok büyük gecekondu semtlerinde. Ve birden sokaklarda yürüyen öğrenciler, işçiler (ve bir resmi belgeye göre COB) Che Guevera’ya övgüler bağırıyorlardı.
ABD Sanchez’e olan desteğini açıkladı ve Amerikan Devletleri örgütü genel sekreterine de aynısını yaptırdı. Ama isyan çok güçlüydü. Tanımsız cumhurbaşkanı yardımcısı kendisine başkanlık kapısını aralayarak hükümetten desteğini çekti. Bundan kısa bir süre sonra, herkesi şaşırtarak, kıtada ABD’nin en güçlü müttefiki Kolombiya’daki muhafazakar hükümet, Bogota belediye başkanlığı seçimlerini (ikinci büyük şehir Medellin’de olğuğu gibi) bir sendika lideri ve eski komünist “Lucho” Garzon’a kaybetti. Hoşnutsuzluk kabaca aynıydı: Neo-liberalizm’n verdiği hasar ve kokayı yok etme istekleri ve aynı zamanda hükümetin gerilla hareketi FARC ile olan görüşmelerdeki set çizgisinin yarattığı hoşnutsuzluk.
Sonuçta devrim yok ama muhafazakar güçlere ve ABD politikalarına düzenli karşı adımlar var. Neler olduğunu bir özetleyelim. Brezilya’da “Lula” ve İşçi Partisi sonunda seçimleri kazandı. IMF’nin vitrini Arjantin’de ekonomik çöküş ve politik kargaşa, sonunda IMF’ye karşı çıkan, bundan istediğini elde eden ve karşılığında yerel seçimlerde adayları için güçlü bir destek ile ödüllendirilen bir cumhurbaşkanı yarattı. 2003’de BM Güvenlik Konseyi’deki önemli bir oylamada ABD ne Meksika’nın ne de Şili’nin oyunu almayı başardı. Cancun’da Amerikan önergesine karşı muhalefet, başarıyla ve Brezilya tarafından örgütlendi. Ve her tarafta Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğunda çoğunlukta olan yerli nüfusun politik uyanışı var.
Bu başkaldırı bir araya gelen iki fenomen sayesinde olanaklı oldu. Bir taraftan, ABD artık Latin Amerika’daki sonuçları zorlayacak güçte değil, özellikle de şimdi Ortadoğu’da askeri yükümlülüklerle eli kolu bağlanmış durumdayken. Diğer yandan Latin Amerika’da siyasi liderler, özellikle de ortanın solunda olanlar, derslerini aldılar: Büyük ve hızlı adım atacak güce sahip değiller ama orta ölçüde adım atacak güçteler. Ve bu adımlar birikebilir. Latin Amerika ABD’nin zayıflığından yararlanma aşamasında. İki tane kilit mücadele var: Yerli hareketleri
nin ve diğer köylü ve sendika hareketlerinin dirençlerini sürdürme ve politik etkilerini arttırma derecesi; ikincisi ise FTAA üzerine olan görüşmelerin akılcı olan her ayrıcalık üzerine olan ABD katılığı yüzünden çöküp çökmeyeceği.