Son yıllarda, bankacılık sektöründe yaşanan olumsuzluklar genel olarak mali sektörü de etkilemekte; bu alanda yaşanan olumsuzluklar adeta dönemsel ekonomik bir krizin kronik/sürekli bir kriz olgusuna dönüşmesinde belirleyici unsur olmaktadır. Bu alanda yaşanan sorunun küreselleşme olgusu ve bu olgunun yaşandığı sürecin dayatmış olduğu ekonomi politikalarının ve hedeflenen sistemin dışında düşünülmesi mümkün değildir. Çünkü, küreselleşmenin neoliberal politikalarının […]
Son yıllarda, bankacılık sektöründe yaşanan olumsuzluklar genel olarak mali sektörü de etkilemekte; bu alanda yaşanan olumsuzluklar adeta dönemsel ekonomik bir krizin kronik/sürekli bir kriz olgusuna dönüşmesinde belirleyici unsur olmaktadır. Bu alanda yaşanan sorunun küreselleşme olgusu ve bu olgunun yaşandığı sürecin dayatmış olduğu ekonomi politikalarının ve hedeflenen sistemin dışında düşünülmesi mümkün değildir. Çünkü, küreselleşmenin neoliberal politikalarının sonucunda tüm yapılarda yaşanan sürekli kriz olgusu, finans sisteminde; sistemin kırılgan yapısıyla birlikte daha derin yaşanmaktadır. Halktan kaynak temin eden ve temin ettikleri bu kaynakları kendileri veya kaynak sahipleri adına kullanan bankalar; spekülatif mali yapıdaki olumsuzluklarla birlikte, topladıkları kaynakların geri dönüşümünü sağlayamaz hale gelmektedirler. Ülkemizde bu alanda yaşanan sürece baktığımız zaman, bankacılık sektörünün bir takım gruplara yatırım sermayesi hazırlamak amacına yönlendirildiği, bu grupların ise doğrudan bireyler/aileler bazında sektörü kendi kişisel ve grupsal çıkarlarına uygun olarak yönlendirdikleri görülmektedir. Bu bakış açısı ve çalışma tarzı sonucunda, topladıkları kaynakların geri dönüşümünü sağlayamayan “ödeyebilirlik kabiliyeti”ni yitirmiş mali yapıları bozulmuş bankalar ekonomik yapıda yeniden kriz üretmekte; bu krizin acı sonuçları ise doğrudan halkın sırtına binmektedir. Kamuoyuna yansıyan son resmi açıklamaların ortaya koyduğu gibi, yakın dönemde yaşanan bankacılık sektörü krizinin halka kesilen faturası T.İmar Bankası krizinden doğacak maliyet dışında 40 milyar USD’yi aşmaktadır.
Bankaların bünyesinde toplanan kaynakların ve tasarrufların ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılması ve söz konusu tasarrufların korunması için etkin bir denetim sisteminin kurulmasının gerekliliği kabul edilen bir olgudur. Ülkemizde, kamu bankalarının halkın sırtında kambur olduğu, bu bankaların kaynaklarının devletin üst düzey yöneticileri tarafından istismar edildiği yönündeki yaygın inanç; bankalar üzerinde denetim tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Bu nedenle 1999 yılında bankacılık alanında köklü bir değişiklik yapılarak; 3182 sayılı Bankalar Kanunu yürürlükten kaldırılmış; yerine 4389 sayılı yeni bankalar kanunu yürürlüğe girmiş; Bankaların faaliyetlerinin yeniden tanımlandığı yasada; bankaların kuruluşu ve denetimi yeniden düzenlenmiştir. 3182 sayılı yasada Bakanlar Kurulu, T.C.Merkez Bankası ve Hazine Müsteşarlığı bankaların denetiminden sorumlu kuruluşlar olarak yer alırlarken, yeni yasada; “denetim ve gözetim yetkisinin daha etkin bir şekilde kullanılmasını teminen siyasi otoriteden de bağımsız karar alma yetkisine sahip, mali ve idari özerk bir statüde” bankacılık düzenleme ve denetleme kurumu getirilmiştir.
Bankalar kanununda 4743 sayılı yasa ile yapılan değişiklik ile bankaların fona devri konusu yeniden düzenlenmiştir. BDDK bir bankanın; “alınması gerekli tedbirleri almadığı, sorumluluk ve yükümlülüklerini yerine getirmediği, mevduat sahiplerinin haklarını ve mali sistemin istikrarını tehlikeye düşürdüğü” gerekçeleri ile yönetimini ve denetimini Fon’a devretmeye veya bankacılık işlemleri yapma ve/veya mevduat kabul etme iznini kaldırmaya yetkili kılınmıştır. Yeni düzenleme ile, Hazine Müsteşarlığının bankaları denetleme konusunda yetkileri tümden kaldırılırken; T.C.Merkez Bankası’nın bankalarla ilgili yetkilerinin bir bölümü BDDK’ya devredilmiştir.
Bankaların mali yapılarındaki bozulma, likidite sıkıntısına düşmeleri ve arkasından el konulmaları sürecinin son halkasını Türkiye İmar Bankası T.A.Ş. ve Adabank oluşturmaktadır. Özellikle T. İmar Bankası T.A.Ş.’nin bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izninin 03.07.2003 tarih ve 1085 sayılı BDDK kararı ile kaldırılması sonrasında, bankacılık sektörünün sorunlarının ve idarenin sorumluluğu tartışmalarını da beraberinde getirmiştir.
BDDK’nın kuruluşundan bu yana yaklaşık 20 bankaya el konulmuştur. BDDK’nın denetlemekle yükümlü olduğu bankaların batışı ve mali sektörde yarattıkları kriz, beklenildiği gibi denetlemenin “özerk” bir kurum tarafından yapıldığında daha iyi sonuçların ortaya çıkmasını sağlamamıştır. Özel bankaların içine düştüğü mali kriz, likidite sıkıntısı sadece mevduat sahiplerini sıkıntıya düşürmemiş, ülke ekonomisini de ciddi miktarlarda zarara uğratmıştır.
BDDK tarafından yapılan 19.08.2003 tarihli basın açıklamasında, İmar Bankası T.A.Ş.’ye el konulması kararıyla ilgili gecikme gerekçeleri; “Banka’da olağandışı mevduat hareketi 12 Haziran’dan sonra görülmeye başlanmıştır. Kurul üyelerinden ikisinin 13 Haziran tarihi itibariyle yasada öngörülen görev süresi dolduğu için ayrılmaları gerekmiş; Sn. İbrahim ÇANAKÇI’nın Hazine Müsteşarlığı’na atanması nedeniyle boşalan Kurul ikinci başkanlığına da atama yapılmadığından, 13 Haziran 2003 tarihinden boş bulunan üyeliğe atama yapılan tarih olan 1 Temmuz’a kadar Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nda sadece dört üye kalmıştır. Bu durumda, Kurul’un toplanması dahi yasal olarak mümkün olamamıştır. Zira Bankalar Kanununa göre toplantı nisabı beştir; yani toplantının yapılabilmesi için en az beş üyenin hazır bulunması gerekmektedir. 1 Temmuz 2003 tarihinde Bakanlar Kurulu’nca Kurul’a bir üye atanmış, bu üyemiz, yemin etmesini müteakip 2 Temmuz 2003 tarihinde göreve başlamıştır. Aynı gün, 26 Haziran 2003 tarihinde topluca istifa eden Banka yönetim kurulu üyelerinin yerine atama yapılmış ve 3 Temmuz 2003 tarihinde de Bankanın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme yetkisi iptal edilmiştir.” denilerek ifade edilmektedir.
Ancak, T.İmar Bankası T.A.Ş.’de yaklaşık bir yıl önce inceleme yapan müfettiş Gürsel GÜREL’in, İmar Bankası Teftiş Kurulu’nda görev yaptığı sırada tespit ettiği yasaya aykırı uygulamaları Çankaya Köşkü’ne 15.09.2002 tarihinde ilettiği; müfettiş tarafından ileri sürülen iddiaların incelenmesinin 21.08.2003 tarihinde BDDK tarafından tamamlandığını haberi dikkat çekicidir. T.İmar Bankası Teftiş Kurulu’nda görev yapan bir müfettişin, bir bankada yolsuzluk yapıldığı yönündeki ciddi iddiaların soruşturulmasının bir yıl sürmesi ve bu soruşturmanın bankaya el konulmasının ardından 1.5 ay sonra tamamlanması, denetim organlarının görev ve sorumluluklarını hangi kriterlerle yerine getirdikleri hususu sorgulanmasını gerektirir niteliktedir.
BDDK’nın son İmar Bankası olayında, mevzuata aykırı uygulamaları tespit etmesine rağmen harekete geçmemiş olması kamuoyunda soru işaretleri uyandırmıştır. Yukarıda yer alan, karar alma konusunda eksik üyenin bulunması gerekçesi bir yana, hazine bonosu konusunda “açığa satış iddiası” üzerinden atlanmaması gereken bir olgudur. T.İmar bankası T.A.Ş.’nin “hazine bonosu satışları”nı tüm ülkede basın yoluyla duyurmuş oluğu; bono ile ilgili işlemlerini kamuoyunun bilgisi dahilinde yürütmüş olduğu göz önüne alındığında, BDDK’nın bu konu ile ilgili harekete geçmemiş olması düşündürücüdür.
BDDK başkanı Engin AKÇAKOCA, bonozedeler için yasa taslağı hazırladıklarını ve hükümete bu taslağı ilettiklerini 15.09.2003 tarihinde kamuoyuna duyurdu. Yaklaşık 750 trilyon tutarında hesabı olan hazine bonosu sahiplerinin mağduriyetlerinin giderilmesi için hazırlanan taslakta “hazine bonosu almış kişilerin elindeki belgelerin ödenebilir bir dayanağı olduğu kabulü” öngörülüyor. AKÇAKOCA, aynı tarihli açıklamasında, BDDK’n
ın bağımsızlığının önemine dikkat çekerek, “bağımsızız ama bizim aldığımız kararlar da denetimden uzak değil. Kararlarımız siyasilerin denetimine açık olmamalı. Ancak yargı her konuda bizi denetlemeli.” şeklinde ifade etti. BDDK başkanının bağımsızlık vurgusunda, ‘kararlarının denetime açık olması ancak bu kararların siyasiler ve sektördeki kuruluşlar tarafından denetlenmemesi’ ifadesi düşündürücüdür. İmar Bankası olayında yolsuzluk iddialarının 1992 yılından bu yana varolduğu göz önüne alındığında, müdahalede gecikilmesi; denetim sorumluluğunun gereklerinin yerine getirilmediği görüşlerini destekler niteliktedir.
II. İdarenin Sorumluluğu
Bankacılık sektöründe yeniden yapılanma programı adı altında yürütülen çalışmalar sonrasında, oluşturulan “bağımsız idari otoriteler” ve denetleme kurumlarının kuruluş yasaları incelendiğinde görüleceği gibi amaç, “yurttaşların tasarruflarının güvence altına alınması ve sermaye piyasası alanına güven sağlanması”dır. Bu kapsamda sermaye piyasası ve bankacılık alanında gerçekleşen işlemlerden kamu idarelerinin sorumlu olacakları kuşkudan uzaktır. Ayrıca, idare hukukumuzda kabul edildiği gibi “…idarenin ifa ile mükellef olduğu herhangi bir amme hizmetinin ya kuruluşunda, tanzim ve tertibinde veya teşkilatında, bünyesinde, personelinde veya işleyişinde; gereken emir, direktif ve talimatın verilmemesi, nezaret, murakabe, teftişin icra olmaması, hizmete tahsis olunan vasıtaların kifayetsiz, elverişsiz, kötü olması, icap eden tedbirlerin alınmaması; geç, vakitsiz hareket edilmesi ilh… şeklinde tecelli eden birtakım aksaklık, bozukluk, intizamsızlık, eksiklik, sakatlık sonucunda ortaya çıkan durum” idarenin hizmet kusurunu oluşturmaktadır. Çünkü, hizmet alanı ve hizmetin çerçevesini çizen idare, hizmetin rasyonel ve kamusal güvence içinde yürümesi için; hizmete, hizmetin gereklerine uygun kurumsallaşmayı, kurumsallaşmaya uygun istihdamı ve hizmet araçlarını sunmak zorundadır.
Bu çerçevede ise, halkın “kamusal güvence içinde olduğu” düşüncesiyle gerçekleştirmiş olduğu tasarrufları, ülke çapında gerçekleştirilen duyuruları gözeterek, yasal sürece uygun ve idari denetim altında işlemlerini yürütmesi gereken bir bankaya yatırması; bu kuruluşun “bilgisayar ortamında gerçekleştirdiği işlemlere” güvenmesi kadar uygun bir davranış biçimi olamaz. Buradaki güvenin kaynağı ise, bankanın kendisi değil; iş ve hizmet alanına yasa ile sağlanmış olan kamusal güvenceler ya da sisteme güven duygusudur. Çünkü, bankacılık mevzuatı incelendiği zaman görüleceği gibi, ekonomik istikrar düşüncesi temel alınarak şeffaflık kaldırılmış; bilgilenme hakkı sınırlandırılmış; bu alandaki hizmetin kendisine adeta dokunulmazlık zırhı geçirilmiştir. Bu durumun sonucu olarak; yatırımcı yurttaşın, hizmetin kötü işlemesinden doğan zararlara katlanması, “idarenin sorumluluğu” kavramıyla bağdaşmaz. Bu durumda her olayın gelişim süreci, idarenin hizmet kusuru kavramı yönünden değerlendirilecektir. Kabul etmek gerekir ki hizmeti ihdas eden idare, hizmetin araçlarını yaratmak zorunda olduğu gibi, güvenliğini de sağlamak zorundadır.