Bilgi, Belge, Araştırma ICFTU Sendikalar için KÜRESELLEŞME REHBERİ DİSK YAYINLARI NO 34 Ocak 2003 / 34- Küreselleşme rehberi – 1 Çeviri: Gaye Yılmaz Düzelti: H. Ergün İşeri Üyesi olduğumuz Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) özellikle son yıllarda tüm dünya çapında emek ilişkilerini de etkileyen ekonomik, ticari ve sosyal değişiklikleri göz önüne alarak 2002 yılında […]
Bilgi, Belge, Araştırma
ICFTU
Sendikalar için
KÜRESELLEŞME REHBERİ
DİSK YAYINLARI NO 34
Ocak 2003 / 34- Küreselleşme rehberi – 1
Çeviri: Gaye Yılmaz
Düzelti: H. Ergün İşeri
Üyesi olduğumuz Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) özellikle son yıllarda tüm dünya çapında emek ilişkilerini de etkileyen ekonomik, ticari ve sosyal değişiklikleri göz önüne alarak 2002 yılında okuyacağınız bu çalışmayı hazırlamıştır.
Bu kitap çalışması, emek örgütleri arasındaki uluslararası dayanışmanın nasıl hayata geçirileceği, destek kampanyalarının başarılı olması için dikkat edilecek hususlar, üye sendikalar, işkolu federasyonları ve merkez örgütler arasında olması gereken ilişkiler ağı, emek örgütleri ile sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkiler ve atılacak tüm adımlarda zamanlamanın yaşamsal önemi gibi konuları detaylı olarak aktarmaktadır.
DİSK Yönetim Kurulu olarak tam çevirisi yapılmak suretiyle siz üye örgütlerimize ulaştırılmasına karar verdiğimiz bu çalışmanın, bir yandan üye sendikalarımızın iç ve dış örgütlülüğü pekiştirmelerine yardımcı olurken, diğer yandan da küreselleşen ekonomi karşısında çalışanların uluslararası düzeyde ve gerçek anlamda örgütlenmesine, dayanışmanın yalnızca bir sözcük olmaktan çıkarılıp, cisimlendirilmesine büyük katkılar sunacağına inanıyoruz.
Konfederasyonumuzun ve sendikalarımızın, bu önemli çalışmayı özellikle kadroları içinde, eğitim ve örgütlenme faaliyetleri sırasında tartıştıracağından ve içselleştireceğinden hiç bir kuşkumuz yoktur.
Bu kitabın çevirisinde yoğun emeği geçen Dışilişkiler Dairemizin Uzmanı sayın Gaye Yılmaz’a ve baskısının sorumluluğunu üstlenen Birleşik Metal-İş Sendikamızın değerli yönetimine katkılarından dolayı teşekkürü bir borç biliyoruz.
DİSK Yönetim Kurulu
Bölüm I
KÜRESELLEŞME VE DAYANIŞMA
1- Küreselleşmenin Anlamı
Küreselleşme, ekonominin geçmişteki uluslararasılaşmasının temel belirtileri ve uluslararası ticaretin yalnızca genişlemesinin çok ötesine geçen karşılıklı bağımlılık sürecinin bir düzeyidir. Bu süreç, çok uluslu şirketlerin uluslararası yatırımlarındaki muazzam artışla birlikte, üretimin ulusal sınırları aşarak bütünleşmesini de kapsar. Örneğin, yaklaşık yüzyıldan beridir coğrafi olarak belli bölgelerde toplanan otomobil üretimi, günümüzde artık, düzinelerce ülkedeki çok sayıda tedarikçi firma tarafından üretilen parçaların montajı yoluyla küresel düzeyde gerçekleştirilmektedir. Bunun somut bir örneği olan General Motors Company 200’ü aşkın ülkede faaliyet gösteren ve 50 ülkede fiilen imalat yapan, dünya çapında 30.000 kadar da tedarikçi firması olan bir şirket haline gelmiştir.
Küreselleşme, yalnızca üretim ve arz ilişkilerinde yaşanan bir değişiklik de değil. Bu süreç, her ne kadar kısmen yerel koşul ve piyasa özelliklerine uyum sağlasalar da çok uluslu şirketlerden gelen ve giderek artan baskılarla hizmet sektörünü, ürün teslim aşamalarını, hem özel hem de kamusal hizmetlerin satışını etkiliyor. Küreselleşmenin bir boyutu da, yaygın olarak varlıklarını sürdüren tedarikçilerin oluşturduğu büyük ve karmaşık networktür (iletişim ağı, ağ, şebeke).
Küreselleşme, sermayenin beklenmedik derecede hızlı ve yığınsal hareket etmesi anlamına da gelir. Yeni teknolojiler, özellikle de bilgi (enformasyon) teknolojileri (IT) bu karşılıklı bağımlılık ve entegrasyon sürecine yardım eder ve daha ötesi bu süreci şiddetlendirir.
Her ne kadar küreselleşme bir dizi teknolojik ve dünyanın her yerini birbirine yakınlaştırmayı amaçlayan diğer tür değişikliklerle bağlantılı da olsa, sürecin gelişimine çok güçlü bir şekilde etki eden ideolojik unsurlar da bulunmaktadır. Piyasaların rolünü, toplumsal organizasyon ve piyasadaki aktörleri abartan bir “serbest piyasa” dogması ortaya çıkmıştır. Sorumlu bir küreselleşme stratejisini biçimlendirmek için bir dogmayı, kaçınılmaz olandan ayıracak bir analiz yapılması gerekir. Aksi taktirde, küreselleşme anti-sosyal politikalar ve toplumsal standartları geriletmek, sosyal gelişmenin önünü kesmek için bir açıklama ve çok uygun bir mazeret haline gelir.
Bildiğimiz gibi küreselleşmenin oldukça önemli sosyal ve politik sonuçları vardır. Bu süreç, dünya nüfusunun büyük bir bölümünü dışlanma tehdidi ile karşı karşıya bırakabilir, işsizlik sorununu şiddetlendirebilir ve ücret ve gelir farklılıklarını derinleştirebilir. Küreselleşme, ekonomik politikalar ve şirket davranışları ile uğraşmayı, başa çıkmayı güçleştirir, bu alanların tamamen ulusal ölçekte belirlenmesini engeller. Kalkınma ve ekonomi politikalarının demokratik kurumlarca kontrolü de küreselleşme sürecinde belli ölçüde azalmıştır.
Zengin ve yoksul arasındaki uçurum tüm dünya ölçeğinde derinleşmektedir. 1960 yılında dünyanın en zengin yüzde 20’si ile en yoksul yüzde 20’si arasındaki gelir uçurumu 1/30’du. Bu oran 1990 yılında 1/60’a, 2000 yılında ise 1/75’e yükselmiştir. Dünya Bankası, gelişmiş ülkelerde ortalama gelir son yirmi yılda yıl bazında binde 2 büyürken, Alt-Sahra Afrikası ülkelerinin aynı dönemde yıllık ortalama gelir kayıplarının binde 7 olduğunu belirtmektedir. Son 10 yılda, sanayileşmiş ülkelerdeki yüksek ücretliler grubu, gelirlerinin ortalama gelir artışından daha yüksek oranda arttığını görürken, giderek daha fazla sayıda aile sosyal güvenceden mahrum kalmış, ücretleri gerilemiş ve yoksullaşmıştır.
Küreselleşmeye meydan okumak, onu uzaklaştırmaya çalışmak ya da onun var olmadığını iddia etmek değildir. Bunun yöntemi, küreselleşmeyi toplumun da arzu ettiği, temel hakları destekleyen, olabildiğince fazla sayıda insana refah getiren bir süreç haline getirebilmek için bu süreci yönetmek, düzenlemek ve bir yapıya kavuşturmak için yollar bulmaktır. Sendikaların küresel görevi, uluslararası düzeyde politikalara etki etmek, hükümetleri ve şirketleri küreselleşmenin sorumluluklarını üstlenmeleri yönünde ikna etmek, pratik ve etkili bir şekilde dayanışmayı hayata geçirmektir.
Küreselleşmenin bileşenleri
Küreselleşme, genellikle birbirlerine bağlı süreçler ve çeşitli gelişmelerin sonucudur. Bu süreç ve gelişmeler şunlardır:
Çok uluslu şirketlere daha büyük roller veren yabancı doğrudan yatırımlardaki büyüme ve görece önem artışı,
Finans piyasalarının uluslararasılaşması,
İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler ve bu teknolojilerin yaygınlaşması,
Kuralsızlaştırma ve liberalizasyon,
Kamu sektörünün özelleştirilmesi.
Yabancı doğrudan yatırımlar (YDY)
Uluslararası karşılıklı ekonomik bağımlılık son 30 yıllık süreçte en fazla yabancı doğrudan yatırımlarda muazzam bir artışla gerçekleşmiştir. 1970’lere kadar, uluslararası ekonomik ve ticari faaliyetler çoğunlukla mal ve hizmetlerin uluslar arasında değişimi biçiminde yaşanmış; böylece ticaret uluslararası ekonominin motor gücü durumuna gelmiştir. Bu tarihten itibaren, sermayenin küresel ekonomik sistem içindeki hareketinin önemi giderek artmaya başlamıştır. Bu sistem değişikliğindeki başrol çok uluslu şirketler ile YDY olayına dahil olan uluslararası kuruluşlar olmuştur. Bir şirket, yalnızca ürünlerini sınır aşırı ülkelere sattığı için çok uluslu sayılamaz, onu çok uluslu yapan olay, ekonomik faaliyetinin bir bölümünü yatırım yapmak suretiyle başka ülkelere taşımış olmasıdır.
Uluslararası ticaret, 1980’ler boyunca dünya toplam üretiminin büyüme hızının iki katı kadar bir hızla büyümüştür. Ve, YDY de ticaret büyüme hızının iki katı kadar bir hızla artmıştır. Bu veriler, çok uluslu şirketlerin dünya ekonomisi içindeki rolünün giderek büyüdüğünü ortaya koymaktadır.
Birleşmiş Milletler-UNCTAD Dünya Kalkınma Raporu-2000 verilerine göre, çok uluslu şirketlerin kendi ulusları dışındaki faaliyetlerinden yaptıkları satışların toplamı 1999 yılında 14 trilyon $’a ulaşmış bulunuyor. Bu, dünya toplam ihracat değerinin iki katına yakın bir büyüklük. Başka bir deyişle, YDY bugün itibarıyla küreselleşmenin dünya ticaretine oranla çok daha güçlü ve gözle görülebilir bir boyutunu oluşturmakta. Ayrıca, dünya ticaretinin önemli bir kısmı da bu çok uluslu şirketler tarafından gerçekleştirilmekte. UNCTAD tarafından yapılan tahminlere göre şirketler arasındaki ticaretin toplam içindeki payı yaklaşık olarak 1/3 civarında. Bunun bir sonucu da uluslararası üretimin büyümesinin yalnızca piyasaları birbirine bağlayan bir durum olmadığı, geçmişteki uluslararası entegrasyondan oldukça farklı bir biçimde tek tek ülkelerdeki üretim sistemlerini de giderek artan oranda birbiri ile ilişkili hale getirdiğidir.
Finans piyasaları
İkinci Dünya Savaşı sonrasında döviz kurlarında uluslararası istikrar sağlamak amacıyla oluşturulan Bretton Woods döviz kuru sistemi Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlarının oluşumunu da beraberinde getirdi. Fakat bu döviz kuru sistemi, 1970’lerde iflas etti ve değişken döviz kurları sistemine geçildi. Bu doğrultuda, ulusal düzeydeki pek çok sermaye kontrol düzenlemeleri de kaldırılmak zorunda kalındı. Bunu, 1980’li yıllarda finans piyasalarında yaşanan muazzam ölçekli bir kuralsızlaştırma (deregulation) izledi. Sonuç, sermayesinin dünya piyasalarındaki inanılmaz sürat ve büyüklüklerde dolaşımı oldu. Finans piyasalarında günlük işlem hacmi 1.5 trilyon $. Sınır ötesi borç alma ve verme işlemleri hızla büyüdü, yeni finans kurumları ortaya çıkmaya ve mevcut finans kurumları da yeniden yapılanmaya gitmeye başladı.
Finans piyasaları ve bu piyasaların kilit oyuncuları, ulusal hükümetlerin gücünü önemli ölçüde sınırlayan bir rolü üstlendiler. Yok edilen ulusal egemenliğin yerine bu piyasaları yönetmeyi amaçlayan etkin uluslararası hukuk kuralları getirilmedi ve 1997’de Asya’da başlayan daha sonra bütün dünyayı saran derin ekonomik krizlerin geri planında spekülatif girişimler görülmeye başlandı. Bu ekonomik ve finansal krizlerin ortaya koyduğu bir diğer gerçeklik de kurbanın hep aynı grup, yani emekçiler olmasıdır. Yanlış giden bir küreselleşmenin yıkıcı sonuçlarını yaşamak zorunda olan hep işçiler ve yoksul aileleridir.
Uluslararası sendikal harekette, hatta küresel ölçekte tüm toplumlarda bu sürecin daha da yıkıcı hale gelmesini önlemek için bir şeyler yapılması gerektiği konusunda giderek artan bir netlik vardır. Son yıllarda ICFTU, bu gidişi önlemek amacıyla çeşitli öneriler geliştirmiş ve özellikle de etkin ve yeni uluslararası düzenlemelere gidilmesini önermiştir.
Amaçlardan bir tanesi, finansal spekülasyonun maliyetini yükseltecek bir düzenlemeye giderek büyük ölçekli finansal krizleri önlemektir. Bu alanda önerilenlerin başında da Tobin Vergisi gelmektedir. Tobin Vergisi, kısa dönemli finans işlemlerine uygulanacak; böylece sermaye hareketlerinin sağlayabileceği yararlardan vazgeçmeksizin piyasalar kontrol altına alınabilecektir.
Finans alanında küresel ölçekte bir istikrarın sağlanabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın da reform edilmesi, bu iki finans kurumunun programlarının iyi yönetişim, insan haklarına saygı, yüksek istihdam, yoksulluğun azaltılması ve temel hizmetlerin kamu tarafından verilmesi ilkelerinden oluşması gerekmektedir.
Bu ilkelerle hedeflenen, kısa süreli finansal spekülasyonu engelleyerek, sermaye birikimini verimli reel yatırımlara dönüşmesinin teşvik edilmesi ve bu yolla istihdam artışı sağlanarak yoksulluğun azaltılmasıdır. Ancak bu önlemler alınacak olursa, hükümetler ve uluslararası kuruluşlar sosyal sorunların üstesinden gelmeye teşvik edilmiş olacaklar, ekonomik ve mali istikrarsızlık da son bulabilecektir. Ve ancak bu tip önlemlerle, yapısal ayarlama ve sosyal adaletin birleşmesinden türeyen sürdürülebilir kalkınma ilkesi yaşam bulabilecektir.
Küresel ekonomik ve mali kriz
“Asya ve Rusya’daki ekonomik ve mali çöküşler dünya ekonomisinin üçte birini resesyona sürüklemiştir. Bedeli ödeyenler her zaman olduğu gibi çalışan insanlar, yoksullar ve özellikle de kadınlardır. Asya’da yaşam standartları iflas etmiştir. Rusya’da işgücünün dörtte biri son 6 aydır hiç bir ücret almadan çalışmaya zorlanmaktadır. Giderek artan sayıdaki iflaslar yoksulluğun daha yaygın bir olgu haline getirmektedir. Kriz riskinin, Latin Amerika ve Afrika gibi, son yıllarda ekonomik açıdan zaten gerileyen, istihdam sorununun yüksek olduğu ülkelere de yayılma olasılığı çok yüksektir. Diğer bölgeler, özellikle AB ve ABD, bir süredir devam etmekte olan büyümede yavaşlama eğiliminden henüz çıkamayacak gibi bir görüntü vermektedirler. Fakat küresel ekonomi birbiriyle sıkı sıkıya bağlanmış bir konumdadır ve azalan ticaret hacimleri, tehlikeli derecede dalgalı hisse senedi piyasaları gerçek bir küresel resesyonu tetikleyebilecek, toplam talebi daha de daraltabilecek, üretim ve istihdam üzerinde çok daha yıkıcı etkiler bırakabilecek tehlikeler olarak karşımızda durmaktadır.
Krizin temel sebepleri, ekonomik ve sosyal politikalarda uygulanan kötü yönetim üzerinden küreselleşmenin desteklenmesi ve yeterli düzeyde ulusal ve uluslararası düzenlemeler getirilmeksizin finansal liberalizasyonun devam ettirilmesidir.
Kısa vadeli kredi akışları ve portföy yatırımları hiç bir şeffaflık, sorumluluk ve önlem alınmaksızın yeni gelişen piyasaları kuşatmaktadır. Bankerler ve finans kuruluşları muazzam karar hataları yapmakta; bu hataların bedeli yalnızca finans alanında değil tüm çalışanlar tarafından ve işsiz kalarak ödenmektedir. Krizler, rüşvet, yolsuzluk gibi sorunları kalıcı hale getirmekte, Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi gibi (Long Term Capital Management) risk azaltıcı fonların (hedging funds) iflasa sürüklenmesi işaret edilen kurumsal başarısızlığı ortaya koymaktadır.
Tayland’da krizin 1997 Temmuzunda başladığı tarihten beri gerek Bretton Woods kurumları IMF ve Dünya Bankası ve gerekse uluslararası ekonomi politikalarının belirleyicisi konumunda olan G7 ülkeleri hükümetleri sınırlayıcı bir strateji izlemektedirler. Bu sınırlayıcı politikaların başarısızlığını görmek için, bu süreçteki kurbanların sayısal artışını izlemek bile yeterlidir. Küresel ekonominin yaşamakta olduğu ardcı krizler, IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık olağan toplantılarına egemen olmuş durumdadır, fakat hükümetler hala etkin önlemler almaktan aciz görünmektedir. G7 ülkeleri, dünya ekonomisine yeni talep enjekte edecek somut etkinlikler için gereken adımları atmak, büyümeyi restore eden istihdamı arttıran politikalar geliştirmek zorundadır. Maliye bakanları ve merkez bankaları başkanlarının Ekim 1998’deki toplantıları sonrasında yapılan açıklamanın ötesine geçilmeli ve bir daha asla böylesi yayılan, derin krizlerin yaşanmaması için düzenlemeler getirilmelidir.”
(Küresel Ekonomik Krizle ilgili olarak ICFTU ve TUAC’ın birlikte yaptıkları bir bildiriden alıntı Aralık 1998)
Kuralsızlaştırma ve liberalizasyon
Küresel, bölgesel, ikili ticaret ve yatırım anlaşmalarının sıkça rastlanan bir sonucu olarak pek çok ülke ticaret ve yatırımlar önünde engel olarak tanımlanan düzenlemelerini kaldırmış bulunmaktadır. Bu engellerden bazıları gümrük vergileri, ticaret kotaları ve ulusal ölçekteki sermaye kontrolleridir. Kuralsızlaştırma ve liberalizasyon her ne kadar ülkelerde farklı hız ve farklı düzeylerde de yaşansa, bu belirttiğimiz eğilim dünya çapında geçerli olan bir eğilimdir. IMF ve Dünya Bankası gibi en büyük finans kuruluşlarının, programlarına dahil ettikleri piyasa temelli ekonomi politikaları üzerinden bu liberalizasyon ve kuralsızlaştırma sürecine yardım eden ve hızlandıran yapılar olarak süreçte önemli sorumlulukları vardır.
1980’ler ve 90’larda, özellikle Asya ülkeleri olmak üzere pek çok ülke, büyük yatırımları cezbederek ve ihracat potansiyellerini geliştirerek küresel piyasanın genişlemesine yakından tanık olmuştur. Sovyet Bloğunun çöküşü ile birlikte, çok sayıda eski merkezi plan ekonomileri küresel ekonomik sisteme katılımlarını hızlandırmıştır.
Yine bu süreçte, pek çok gelişmekte olan ülkede de piyasa ekonomisine geçilmiştir. Ama, piyasa ekonomisine geçiş kararı alan ülkelerin bu kararı özgürce aldıklarını söylemek pek mümkün değildir. Zira bu ülkeler IMF ya da Dünya Bankası’nın yapısal ayarlama programlarının baskısı altında, bu programların gereklerini yerine getirirken kendilerini piyasa ekonomisinin içinde bulmuşlardır. Bu süreçte, uluslararası finans kurumları tarafından en fazla tekrarlanan vurgu; ihracat olmuştur. Ekonomik reformlar genellikle büyük ölçekli kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve kamu hizmetlerinde çok ileri boyutlarda işgücü azalması biçiminde uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Küresel ticaretteki artışın sorumlu öncü güçlerinden bir tanesi bölgesel ve küresel düzeyde hükümetler arası ticaret anlaşmaları için bir çerçevenin oluşturulmasıdır. Küresel düzeyde, son 50 yıllık dönemde Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’nda yapılan tartışmalar dünyayı ticaret alanında giderek çok daha az sayıda kurala bağlı bir hale getirmiş ve dünya çapında çeşitli alt sektörlerde sayısız liberalizasyon anlaşması imzalanması da yine GATT sayesinde kolaylaşmıştır. Bölgesel düzeyde, serbest ticaret bölgelerinin kurulması ve diğer bölgesel ekonomik anlaşmalar katılımcı ülkeler arasındaki ticaretin gelişmesini ve ticaret hacimlerinin yükselmesini de beraberinde getirmiştir. Avrupa da dahil olmak üzere dünyada benzer bir bölgesel yatırım ve ticaret anlaşmasının üyesi olmayan ülke neredeyse kalmamıştır. Bu bağlamda Avrupa’da Avrupa Birliği, Afrika’da SADC, Güney Amerika’da MERCOSUR ve ANDEAN PACT, Kuzey Amerika’da NAFTA, Güney Doğu Asya’da ASEAN, Asya-Pasifik bölgesinde APEC sayılabilir.
Hiç kuşku yok ki, entegrasyonun şiddetlenmesi yeni ilişkiler ve yeni gerçekliklere yol açmıştır. Uluslararası üretim, dünya ekonomisinin merkezi yapısal karakteristiği haline gelmiştir.
Sosyal Avrupa
Avrupa Birliği’nin son 40 yıllık süreçte entegrasyon konusundaki başarısı, daha başlangıcından sosyal boyutların da sürece dahil edilmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Avrupa sendikal hareketinin bu sosyal unsurları Birlik sürecine dahil etme ve sürekli geliştirme yönündeki çabaları inkar edilemez, ancak Birlik sürecinin başlangıç yıllarının tarihi özellikleri hatırlanacak olursa, o dönemde ekonomik ve sosyal gelişmenin karşılıklı olarak güçlendirilmesinin hayati önem taşıdığı da görülecektir.
1957’de Avrupa Topluluğu’nu kuran anlaşma, üye devletlere ekonomik entegrasyondan nemalanacakları güvenini veren ticaret ve yatırım kurallarından oluşmaktaydı. Anlaşma’da özellikle işçi sağlığı, iş güvenliği gibi bazı sosyal bileşenler de bulunuyordu. Bu sosyal bileşenler, Avrupa Birliği Sosyal Şartı’nın temelini oluşturdu. İkinci olarak, anlaşmaya, görece yoksul bölgelerin kalkınmasına yardımcı olmak amacıyla bir sosyal fon eklendi. Bu Fon, başlangıçta her ne kadar oldukça küçükse de yine de küçük AB devletlerine daha yüksek standartlara geçişin bedelinin bir şekilde tazmin edileceği güvencesini verdi. Üçüncü olarak, anlaşmaya demokratik görüş alış verişlerinde bulunmayı bağlayıcı hale getiren hükümler eklendi.
Şüphesiz 1957’den beri AB’de bu sayılandan çok daha fazla gelişme sağlandı ve Sosyal Şart da dahil olmak üzere bu gelişmeler esas olarak sendikal mücadelelerle sürdürülebildi. 1989’da sosyal ve bölgesel fonların genişlemesi ve Ekonomik ve Sosyal Konsey üzerinden üçlü müzakerelerin etkinleştirilmesi ve 1979’dan başlayarak seçilmiş bir Avrupa Parlamentosu için hazırlanan tüzük bu gelişmeler arasında sayılabilir. Yakın zamanda, bir dizi komitenin işbirliği ile kapsamlı bir sektörel sosyal diyalog sistemi geliştirildi. Yine ve bu kez Maastricht Anlaşması’nın bir sonucu olarak AB’deki sosyal taraflara geçmişte part-time çalışma ve belirli süreli sözleşmelerde de yaptıkları gibi yasal öneriler geliştirmeleri için önemli güçler sağlandı.
Bu farklı faktörler, sosyal hukuk sistemi, sosyal fonlar, demokratik müzakere sistemleri AB’ne hem büyük katkılar sundu hem de Birliğin bugünkü başarısını sağladı. Avrupa entegrasyonunun sosyal boyutu için mücadele halen devam etmektedir. Sosyal, sendikal ve insan hakları, farklı ekonomik entegrasyon anlaşmalarının başarı ya da başarısızlığını belirleyen faktörler arasında hayati bir öneme sahiptir.
Küreselleşme ve kamu sektörü
Küreselleşme, serbest piyasa ideolojisinin savunucularına devletlerin rolünü ciddi düzeyde tehdit etmeleri için bir bahane olarak da hizmet etmektedir. Bu saldırı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş ülkelerde bir konsensüs biçiminde ortaya çıkan, kamu ile özel sektör arasında var olan göreceli dengeyi de değiştirmektedir. Bugün, bazılarının tümden reddetmesi ve bunun etkisiz olduğunu iddia etmesine karşın, refah devleti anlayışındaki gerilemeye ilişkin dünya çapında sürekli tartışmalar yapılmaktadır.
Özel sektörden gelen daha yüksek düzeydeki esneklik taleplerini karşılamak için sosyal güvenlik sistemlerine yeniden şekil verme girişimlerine ilaveten, çok sayıda ülke bir kamu hizmeti sağlayıcısı olarak devletin rolünü tehlikeye atmaktadır. Bazı ülkelerde sosyal programların yönetimi son durak olarak özel sektöre teslim edilmektedir.
Bir yandan kamu sektörünün verimsizliği ve bu sektörde muazzam savurganlık olduğu yönündeki yaygın kanı, diğer yandan özel sektörün verimli ve sorumlu bir aktör olduğunu savunan illüzyon (yanılsama) inanılmaz hasarlara yol açmaktadır. Kamu yatırımlarının ne kadar yaşamsal olduğunu umursamayanlar, bu yatırımları savurganlık olarak görmekte, aynı grup toplumsal çıkar açısından ne kadar anlamsız olduğunu umursamadan özel sektör yatırımlarını “akıllıca” şeklinde yorumlayabilmektedir. Pek çok durumda, ideolojinin, gerçeklerin sebep-sonuç bağıntısı ile analiz edilmesinin yerine geçtiği görülmektedir. Sonuç olarak bazı ülkelerde eğitim, sağlık gibi en temel kamu hizmetlerinin bile az veya çok oranda içi boşaltılmakta ve bu hizmetler özel işletmelere devredilmektedir.
Uluslararası sendikal hareket, bu politikaların gerçeklerden tümüyle kopuk bir ekonomik analize dayandırıldığını düşünmektedir. Bu yaklaşım, hükümetlerin doğası gereği, bir ülkenin tamamen özel sektör tarafından yaratılmış kolektif varlıklarının yok edicisi olduğunu savunmaktadır. Bu ekonomik işleyiş konsepti, bir tarafta ticari olmayan faaliyetlerin (kamu) diğer tarafta ise bu ticari olmayan faaliyetleri finanse eden ve varlık yaratıcı faaliyetlerin (özel sektör) bulunduğu gibi yanlış bir sistem öngörüsüne dayanmaktadır. Eğer bu gerekçelendirme hattı izlenirse, bu, örneğin genellikle bir kamu sektörü faaliyeti olan mesleki eğitimin verimsiz olduğu anlamına mı gelecektir?
Özel sektörün her zaman tedbirli ve iyi tasarlanmış yatırımlar yaptığını, kamu sektörünün ise, hükümetlerin “enkaz devraldık” edebiyatı arkasına saklanarak anlamsız harcamalara mazeret yaratmaya çalıştığını ileri süren de aynı piyasa savunucularıdır. Kamu sektöründe küçülme, kamunun istihdam yaratma görevinden vazgeçmesi ve bu görevi tamamen özel sektöre terk etmesi gereği gibi sürekli empoze edilen reçeteler de aynı dogmanın parçasıdır. Böylece, ardı arkası gelmeyen kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yönündeki kampanyalar, uygulamada, beklentileri karşılayamayan başarısızlıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Kamu ve özel sektör arasındaki yapay bölünme, hem bütünsel açıdan hem de ekonomiler ve toplumların bir bütünün birbirine bağımlı parçaları olmaları dolayısıyla son derece tehlikelidir ve kesinlikle mücadele edilmesi gerekir.
Kamu açıkları ve kamu borçları saplantısı da, kamu sektörüne yönelik saldırıların kökünü besleyen takıntılardır. Küreselleşmenin bir sonucu olarak kamu finansmanının rasyonalize edilmesi gereği, kamu harcamalarının kısılması için bir gerekçe gibi kullanılmaktadır. Kamu açıkları ve borçların üstesinden gelme hedefi, eğitim, sağlık gibi en temel kamu hizmetlerine yönelen saldırıları meşrulaştırma amacıyla kullanılmaktadır. Kamu finansmanını rasyonalize etme temeline dayandırılan savunmalar, devletlerin rolünü küçültme amacına hizmet etmektedir. IMF gibi dış organizasyonlar tarafından empoze edilmeyen sert uygulamalar, zaman zaman ulusal hükümetlerin bizzat kendileri tarafından yürürlüğe konabilmektedir. Bu anlamda, tek Avrupa parası Euro’nun da sancısız bir süreç olmadığı, parasal birlik için belirlenen kriterlerin Euro hükümetlerini çok katı ve sınırlayıcı yasalar çıkarmaya zorladığı unutulmamalıdır.
Küreselleşmenin bir sonucu olarak artan rekabetin mali bölgeler üzerinde de önemli etkileri olmaktadır. İşveren örgütlerinin oluşturdukları güçlü lobi mekanizmaları yıllardan beri neredeyse tüm vergilere karşı çıkmakta fakat özellikle de sosyal programların finansmanında kullanılan ücret vergilerinin (taxes on the wage bill) kaldırılması için uğraşmaktadırlar. Serbest ticaret ve sermayenin serbest dolaşımı, ulusal vergi sistemleri arasında rekabete yol açmakta, bu rekabet de vergi gelirlerinde büyük bir erozyon ile sosyal bir açığın oluşmasına hizmet etmektedir. İstisnasız bütün ülkeler ulusal hukuk sistemlerini en düşük ortak paydada aynı hizaya getirme baskısı altındadırlar. Fakat, şimdilerde bu stratejilerin harfiyen ve bu kez kamu sektörünü boğma amacıyla kullanıldığına bazı ülkelerde ise bu stratejinin fonlar yardımıyla uygulandığına tanık olmaktayız.
Ticaret ve Yatırım Anlaşmaları ve Kamu Sektörü
Ticaret ve yatırımlarla ilgili önemli anlaşmalar kamu sektörü üzerinde de etkili olan küreselleşmenin karakteristiklerinden biridir. Eğitim, bu tespitimiz için iyi bir örnektir.
Önemli ticaret ve yatırım anlaşmaları ile eğitim gibi kamu hizmetleri arasındaki bağ çok açık değildir. Ancak, uluslararası yatırım ve ticaret anlaşmaları yalnızca ekonomiyle ilgili değildir. Bu anlaşmalar, toplumlarımızın kolektif yaşamlarının bütün alanlarına şekil verme hedefine yardım ederler. Ayrıca, özelleştirme eğilimleri de bu hizmetlerin bazılarını etkilemektedir. Yine bu çerçevede, 1994 yılında imzalanan Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS)’nın tüm hizmet alanlarını kapsayan çok taraflı bir anlaşma olduğunu hatırlamakta yarar vardır.
GATS, düzenli ve periyodik yapılan müzakereler üzerinden hizmet sektörü ticaretini aşamalı olarak liberalize etmeyi amaçlayan bir dizi taahhüdü içermektedir. Bu anlaşma dünyadaki ilk çok taraflı anlaşma olma özelliği ile de önem kazanmakta, hedefleri yalnızca sınır ötesi hizmet ticareti ile sınırlı olmayıp; ihracat piyasalarında ticari bir varlık oluşturma hakkı da dahil olmak üzere bir hizmetin sunulmasıyla bağlantılı, mümkün olabilecek her türlü hizmeti kapsamı içine almaktadır. Eğitim hizmetleri ve özellikle de yüksek öğrenim, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) altında düzenli olarak yapılmakta olan bu müzakerelerin ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir. WTO jargonuyla eğitim, diğer her hangi bir piyasa ürünü gibi ticari bir meta şeklinde değerlendirilmekte, Hükümetler mevcut mekanizmaları ile yabancı şirketlere açık hale getirecekleri sektör ve düzeyleri WTO’ya bildirmeye mecbur edilmektedir. Bu müzakereler, yeni teknolojilerdeki hızlı gelişmelerin hizmet ticaretini kızıştırdığı bir süreçte gerçekleştirilmektedir.
WTO, başta yüksek öğrenim olmak üzere, eğitim hizmetlerindeki uluslararası ticaretin muazzam bir büyüme gösterdiğini kabul etmektedir. Giderek artan sayıda öğrenci yüksek öğrenimleri için yabancı ülkelere gitmekte, eğitimci ve araştırmacılar arasındaki bağlar, programların uluslararası pazarlamasındaki artış, üniversitelerin farklı ülkelerde açılan şubelerinin sayısındaki artış, farklı ülkelerin eğitim kurumları arasındaki uluslararası işbirliği mekanizmalarının ayrıntılandırılması bu eğilimleri doğrulamaktadır.
Eğitim hizmetlerinde uluslararası ticaret farklı formlarda yaşanmakta ve bu hizmet alanının liberalize edilmesinin yansımaları da ülkeden ülkeye farklılıklar göstermektedir. Örneğin, öğrenci veya araştırmacılar arasında değişim programlarının geliştirilmesinin bir kamu eğitim hizmeti açısından sonuçları, özel sektör tarafından eğitim programlarının uluslararası pazara açılmasının sonuçlarına göre son derece farklıdır.
WTO üyesi ülkeler GATS’ı imzalamak suretiyle, kendi eğitim sektörlerini çeşitli düzeylerde uluslararası ticarete açma konusunda mutabık olduklarını deklare etmişlerdir. Bazı durumlarda bu, sektörlerin özelleştirmeye açılması için baskıların artması biçiminde de tercüme edilebilir. OECD içersinde müzakere edilen ve geniş çapta hizmet sektöründe liberalizasyonu da içeren Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) da GATS ile aynı dinamiği izleyen ve imzalanmış olsaydı hizmet ticaretini liberalize edecek olan bir anlaşma taslağıydı. Farklı sektörleri liberalize edilecek olan OECD ülkelerinin başına gelebilecekler ise ancak anlaşma sonuçlandıktan sonra ortaya çıkacaktı.
MAI’nin doğmadan ölmesiyle birlikte şimdi gözler, bu kez Yatırımlar için Çok Taraflı Çerçeve (MFI)’nin oluşturulmasına yönelik müzakerelerin başlatılması için her an start vereceğini görebileceğimiz Dünya Ticaret Örgütü’ne çevrildi. WTO’da uluslararası ticaretin liberalizasyonuna ilişkin yeni bir müzakereler raundu da tıpkı GATS Anlaşması gibi eğitim ve diğer kamu hizmetlerini etkileyebilir. Kaliteli ve demokratik biçimde denetlenen kamu hizmetlerine duyulan ihtiyaç, uluslararası düzeyde bir sendikal öncelik ve küreselleşmenin uygun ve sorumlu bir şekilde yönetilmek zorunda olduğu alanlardan biridir.
Bu nedenle, mevcut GATS müzakerelerinde, ülkelerin kamu hizmetlerini (eğitim, sağlık, su ve posta hizmetleri gibi) ve toplumsal yarar sağlayan hizmet sektörü faaliyetlerini tüm WTO anlaşmalarından muaf tutabilme haklarını kullanmaya devam edebilecekleri hususu netleştirilmek zorundadır. Bu müzakerelerde, yaşamsal öneme haiz ve toplumsal fayda sağlayan hizmet sektörü faaliyetlerine ve/veya hükümetlerin yerel ve ulusal hukuki düzenlemeler yapma ve bu tip hizmetleri geliştirme, sürdürme ve garanti altına alma amaçlı diğer önlemleri alma erkine zarar verebilecek her türlü uluslararası anlaşmanın sonuçlanmasına engel olabilmek için sosyal ve çevresel endişelere açık ve net bir şekilde gönderme yapılmalıdır.
Ülkeler, gelecekte kendi hizmet sektörlerinde kamu sektörünün rolünü arttırma amaçlı karar alma hakkını kullanmada, mevcut WTO rejiminin gerektirdiği gibi WTO Uluslararası Tahkim mekanizması ile muhatap edilmeksizin, özgür bırakılmak zorundadır.
Teknoloji
Bilgi, iletişim ve ulaşım alanlarındaki teknolojik devrim, küresel bir üretim zinciri ve dağıtım networklerinin oluşturulmasını çok daha kolay hale getirmiştir. Teknolojik devrim, şirketlerin yan kuruluşlarıyla bütünleşmelerinin yanı sıra tedarikçi ve müşterilerle gerekli bağların tesisini de kolaylaştırmıştır. Yakınlık, artık çok daha az ihtiyaç duyulan bir durum olurken; Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) için dünyanın her hangi bir yerinde faaliyet göstermek uzaklık nedeniyle sıkıntı olmaktan çıkmıştır. E-mail, internet, video konferansları gibi yeni teknikler mesafe sorununu çok daha az hissedilir hale getirmiştir.
Bilgi teknolojilerinin kullanımı, büyük şirketlerin iş yapma yöntemlerini de değiştirmiştir. Teknoloji ve onu izleyen software (yazılım), geçmişte ticareti yapılamayan hizmetlerin de ticarileşmesini mümkün kılmaktadır. Öğrencileri ile internet veya diğer uzak mesafe eğitim teknolojileri üzerinden iletişim kuran “sanal üniversiteler”in ortaya çıkışına tanık olduğumuz eğitim sektörü bunun en iyi örneklerinden biridir.
Teknolojinin kullanımı yalnızca sınır ötesi faaliyetlerin gerçekleşmesine yardımcı olmakla kalmamakta, çalışma ilişkilerine de değişiklikler getirmektedir. Her geçen gün daha fazla sayıda insan evlerinde çalışmaya başlarken, bir yandan da üretim teknikleri değişmektedir. Standart ürünlerin yığınsal üretimi için kullanılan eski sistemler yerini, daha fazla çeşitlenen ürünlerin daha kısa üretim proseslerinde üretilmelerine olanak sağlayan metotlara bırakmaktadır.
Teknoloji, küresel sermaye piyasasını gerçekleştirerek sermayenin dünya çapında daha hızlı hareket etmesine de yardımcı olmaktadır. Uluslararası finansal transferlerin birkaç dakika içinde yapılabilir olması gerçeği yalnızca şirketlerin davranış biçimlerini değiştirmekle kalmamış, finansal spekülasyonu ve istikrarsızlığı da arttırmıştır.
Bu esneklik ve üretimin akışkanlığı işçiler üzerinde büyük bir baskı unsuru oluşturabilir. Sendikalar açısından, bu yeniliklere ve ortama adapte olmak, bu gelişmelere uygun politika ve stratejiler üretmek bakımından üstesinden gelinmesi gereken yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Sendikaların bu sürece adapte olmalarının yollarından bir tanesi de, şirketlerin süratine yaklaşmak için bu yeni teknolojileri kullanmalarıdır. Bu teknolojiler, uluslararası dayanışma açısından hayati öneme sahip olan iletişim olanaklarını arttırmakta; pek çok sendika için bilgi toplama işlevini kolaylaştırmaktadır.
Küreselleşmenin işçiler açısından anlamı
Tüm bu gelişmeler, işçilerin ve sendikalarının aşmak zorunda oldukları sıkıntılarla dolu bir küreselleşmeye yol açmaktadır. Hükümetler üzerinde, kuralsızlaştırma ve kendi rollerinden vazgeçmeleri için giderek yoğunlaşan baskılar vardır. Ulusal düzeyde sosyal ve ekonomik politikalarıyla ulus merkezli sistemler, ekonomik eşitlik ve sosyal adaletin belli bir düzeyde de olsa sağlanmasına yardım ettiler. Bu ulus temelli yaklaşım bugün çok ağır bir baskı altındadır. Ulusal kurumların giderek daralan rolü yüzünden, dünya düzeyine doğru belli bir kayma söz konusudur. Fakat bu değişim, adalet ve eşitlik konularıyla etkin olarak uğraşabilecek uluslararası kurumlar ve çerçeveden yoksundur.
Sendikaların üstesinden gelmesi gereken bir diğer sorun da işverenlerin doğasında oluşan değişimdir. Sermayenin işçilerden çok daha hareketli olduğu bir dünyada farklı formlarda sermaye örgütleri ve ilişkilerin ortaya çıkması; üretimin farklı bölgelere kaydırılması, dolayısıyla istihdamın da yer değiştirmesi sonucunu doğuran bu değişim toplu pazarlık süreçlerini tehdit etmektedir.
Kısmen ÇUŞ’ların kökeni olmayan karakterinin bir sonucu olarak, yeni yönetim metotlarının bazen “en iyi örnek”, fakat çoğunlukla “en kötü uygulama” biçiminde hayata geçirilmesi; çevre ve çalışma standartlarının daha geri olduğu, bağımsız sendikal örgütlenmelerin bulunmadığı ülkelerin, yatırımların başka bölgelere taşınacağı ileri sürülerek tehdit edilmesi de dahil olmak üzere pek çok değişiklik yaşanmaktadır. İstihdam ilişkilerindeki değişimin yanı sıra, çalışma organizasyonunun yeni biçimleri de ortaya çıkmaktadır. İşin belli bazı bölümlerinin dışarıya verilmesi, taşeronlaştırma, sözleşmeli çalışma, tehlikeli istihdamın diğer türlerinin örneklerinden oluşan uzun bir liste yapmak mümkündür. Küreselleşme, pazarların genişlemesine, çocuk emeği ve köle işçilik gibi sömürünün en aşırı biçimleri altında üretilen ürünler açısından sorumlulukların artmasına da katkıda bulunmaktadır.
Bu değişikliklerin bir sonucu olarak, örgütlü emeğin en temel hedeflerinden biri olan, temel çalışma standartlarını oluşturarak işçi haklarını rekabet alanının dışına taşımak bugün doğrudan saldırı altındadır. Rekabetçilik ve esneklik, küresel ortamda işletmelerin yüksek sesle talep ettikleri hedeflerin başında gelmektedir. Şirketler, işçileri birbirleriyle yarış etmek zorunda kaldıkları vahşi rekabetin içine itmekte, sosyal güvenlik kazanımlarını baskı altına almakta, yıllar süren mücadeleler sonucu elde edilmiş olan kazanılmış hakları yok etmeye çalışmaktadırlar.
v Pek çok siyasi liderin onayladığı bu sermaye gündeminin istihdamı arttıracağı ve yaşam standartlarını yükselteceği iddia edilmişti. Oysa küreselleşme bunun yerine, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek büyüdüğü, varlık ve gücün küçük bir elit azınlığın eline geçtiği, çalışanların büyük bölümü için iş güvencesinin azaldığı ve pek çok insanın yaşam standardının gerilediği bir dünya yaratmıştır.
Uluslararası sendikal hareket, pek çok ülkede ulusal düzeyde kazanılmış olan korumaların küreselleşme süreciyle bütünleştirilmesi, işçilerin ve sendikaların küresel ekonominin yönetimine etkin olarak katılımını ve bu sayede küresel ekonomi için demokratik bir çerçeve kazandırılmasını sağlayacak yollar aramaktadır. Şirketler üzerindeki rekabetçi baskılar, onları daha kaliteli mal ve hizmet üretmeye zorlamak amacıyla arttırılmalı, Hükümetleri, kendi halklarının çıkarları pahasına yatırımları cezbetmeye zorlayan rekabetçi baskılar ise azaltılmalıdır. İşçi hakları ve insana yakışır çalışma koşulları, işçilerin, daha düşük kaliteli işlerde çalışan diğer işçilere karşı açık arttırmaya çıkarıldıkları bölgelerdeki rekabetçi baskılar gerekçe gösterilerek geriletilmemelidir.
Küreselleşme çağında sendikaların karşı karşıya bulunduğu ve aşmak zorunda olduğu sorun, yapısal değişim ve adaptasyon (uyum) süreçlerinin tam istihdam ve sosyal adaletten fedakarlık edilmeksizin sağlanmasıdır. Hükümetleri, dünya ekonomik büyümesinin acilen, süratle arttırılması ve yaygınlaştırılması için harekete geçmeleri gerektiğine ikna etmek zorundayız. İster bölgesel, ister dünya ölçeğinde olsun, temel işçi haklarının korunması gerektiği ve ekonomik entegrasyon (bütünleşme) ile bağlantılı bütün anlaşmalara dahil edilmek zorunda olduğu açıktır.
2- ULUSLARARASI SENDİKAL YAPI
Sendikal hareketin 100 yılı
Uluslararası işbirliğinin öncüleri, Uluslararası Sendika Sekreteryaları (ITS)’dır. ITS, sanayii, el sanatları veya farklı meslek dallarındaki işçileri bir araya getiren sendikaların dünya çapındaki federasyonlarıdır. Ondokuzuncu Yüzyılın sonlarına, 1914 yılına kadar 33 ITS kuruldu. İlk ITS’ler ise, 1889 yılında kurulan Uluslararası Ayakkabı ve Bot İşçileri Federasyonu, Uluslararası Tütün İşçileri Federasyonu ve Uluslararası Matbaa İşçileri Federasyonu’ydu.
Başlangıçta, bu yapılar, sanayii, el sanatları ve farklı meslek dalları arasında bilgi alış verişi gibi konularda pratik düzeyde işbirliğine giden, seyahat eden ustabaşılara yardımcı olan ve grev kırıcıların uluslararası ulaşımını caydırmak için mücadele eden gayrı-resmi statüdeki yapılardı. 1900’lü yıllarda bu işbirliğini örgütsel destek ve yardım, grevlere uluslararası destek sunmak ve uluslararası standartlar oluşturmak gibi alanları da kapsayacak biçimde genişletmeye başladılar.
Ulusal merkezlerin bileşiminden oluşan ilk uluslararası sendika örgütü, 1901’de, en önemli Avrupa ulusal sendikalarının uluslararası bir yapı oluşturmaya karar verdikleri konferansta olgunlaştı. Önce, Sendika Merkezlerinin Uluslararası Sekreteryası ismiyle kurulan örgüt, 1913 yılında Uluslararası Sendikalar Federasyonu (IFTU-International Federation of Trade Union) olarak isim değiştirdi.
ITF Nasıl Kuruldu ve Çalışmalarına Nasıl Başladı
Nisan 1896’da, İngiltere’deki Ulusal Gemi İnşa İşçileri ve İtfaiyeciler Sendikası Başkanı Havelock Wilson, aynı yıl temmuz ayında gemi inşa işçileri ile itfaiyeciler için sosyalist bir uluslararası sendika toplantısı düzenlemek için planlar yapıyordu. Bu tarihlerde Rotterdam’da liman işçilerinin yaşadığı bir uyuşmazlık, gemi ve tersane işçilerinin uluslararası bir örgüt oluşturma potansiyelinin yavaş yavaş kabul edilmeye başlamasında katalizör rolü oynadı.
Rotterdam grevinin sebebi, limandaki en büyük işverenin ücretleri yüzde 25 oranında düşürme planıydı. Greve, tüm liman işçileri katıldı ve ordu alarma geçirildi.
Wilson, Rotterdam’a vardığında uyuşmazlığa taraf olan gemilerden 40’ının İngiliz gemisi olduğunu gördü ve limandaki tüm gemileri gezip, tayfalardan o akşam yapılacak toplantıya katılmalarını istemek için bir buharlı tekneyle limanı dolaşmaya başladı. 600 kadar tayfa ve liman işçisinin katıldığı toplantı, polis güçlerinin yakın takibinde gerçekleşti ve İngiliz mürettebatın, grev sonlanıncaya kadar kargo ve yük boşaltmayı kabul etmemeleri kararı bu toplantıda alındı. Grev, başarıyla sona erdi.
Wilson’un Hollanda’daki deneyimi, kararlılığını daha da güçlendirdi, Liman ve Nehir İşçileri Uluslararası Federasyonunun Merkez Konseyi, Sosyalist Enternasyonal’in kongre tarihi yaklaşırken kuruldu. Takip eden ayda, uluslararası federasyonun Merkez Konseyi, tam anlamıyla enternasyonal bir toplantı düzenledi ve bu toplantı yeni kurulan ilk uluslararası sendika federasyonunun ilk toplantısı olarak tarihe geçti. Toplantıya, İngiltere, İsveç, Belçika, ABD, Almanya, Fransa ve Hollanda’dan temsilciler katıldı. Bu toplantıdan 2 gün sonra düzenlenen ikinci bir toplantıda, 87 ayrı limanda faaliyet gösteren gemi inşa ve liman işverenlerine iletilecek taleplerin yer aldığı bir rapor hazırlandı ve rapor 87 limandaki ilgili işverenlere iletildi.
İyimserlik ve kararlılık, Federasyonun Ekim 1986’da yayınladığı ikinci bülteninde de devam etti: “Gemi inşa sanayii kapitalistlerinin hangi zamanlamayla saldırıya geçebileceklerine ilişkin bir bilgi olmaması dolayısıyla, bu, üyelerimizin eyleme hazır olmaları için çıkarılan bir bildiridir. Fakat şunu unutmayın ki bu mücadelemiz, kapitalizmi tümüyle yıkma mücadelesi değil, çalışma standartlarını yükseltme savaşıdır ve eğer bu hedefimize barışçı yollardan ulaşabilirsek bu bizim için en iyisi olacaktır. Eğer işverenler müzakere masasına oturmayı reddetme yönündeki inatçılıklarını sürdürür, çalışma şartlarını ağırlaştırırlarsa, başlarına büyük bir sorumluluk almış olacaklardır.”
İki dünya savaşı arasında geçen dönem, isim değişikliklerinin gerçekleştiği, yeni uluslararası örgütlerin kurulduğu ve bazı eski örgütlerin kapandığı, hizip ve ayrılıkların arttığı bir dönem oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU) kuruldu. 1949’da ise WFTU’yu komünist sendikalarının egemenlik alanına terk eden Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) kuruldu. WFTU varlığını sürdürmeye devam ettiği halde orta ve doğu Avrupa’da 1990 sonrası yaşanan değişim süreçleri sonrasında üyelerinin büyük bölümünü kaybetti.
Yasal sendikal örgütlerin hükümetler, işverenler ya da siyasi partiler tarafından değil, üyeleri tarafından kontrol edilmek zorunluluğu ilkesine dayanan ICFTU, halihazırda dünyanın en büyük sendika konfederasyonu durumundadır. Bu iki dünya konfederasyonunun yanı sıra bir de Hıristiyan sosyal ilkeleri doğrultusunda kurulmuş ve görece küçük bir yapı olan Dünya Emek Konfederasyonu (WCL) bulunmaktadır.
Savaş sonrası dönemde oluşturulan bir diğer sendikal yapı da Avrupa’daki kalkınma programlarıyla bağlantılı olarak 1948 yılında kurulmuş bulunan örgüttür. Bu örgüt, daha sonra Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün Sendika Danışma Kurulu (TUAC)’nu oluşturmuştur.
Uluslararası sendika örgütleri
Ulusal konfederasyonlar için örgütler
ICFTU, 148 ülkedeki 221 ulusal ölçekli sendika merkezinin üyelerini çatısı altında toplamakta ve toplam olarak 156 milyon işçiyi temsil etmektedir. Örgüt, her dört yılda bir kez toplanan Kongresi ve yıllık toplantılar yapan yönetim kurulu dahil olmak üzere demokratik yapılarla yönetilir. Örgütün politikaları, gerek kongre ve gerekse yönetim kurulu tarafından belirlenir. Faaliyetleri gözden geçirmek, politika ve girişimlerin geliştirilmesine yardımcı olmayı amaçlayan komiteler de bulunmaktadır. ICFTU’nun genel merkezi Brüksel’dedir.
ICFTU çalışmalarının en büyük bölümünü uluslararası sendikaların çıkarlarını temsil etmek oluşturur. Bu temsil anlayışı, kamuoyu önünde konuşmalar yapmak, rapor, bildiri gibi yazılı materyaller hazırlamak, kampanya ve lobi faaliyetlerinde bulunmak, uluslararası örgütler, hükümetler, sivil toplam kuruluşları (STK) ve diğerleriyle birlikte uluslararası emek hareketinin sesinin daha güçlü çıkmasını sağlamak gibi faaliyetlerden oluşur.
Sayılan temsil faaliyetleri, sendikal hakların korunması, yapısal ayarlama ve kalkınma programları ile bağlantılı olarak daha büyük bir sosyal ve ekonomik adalete ulaşma gibi önceliklere yönelen aktif ve hedeflenmiş müdahalelerin yanı sıra yürütülür.
Çalışanların aktif ve küresel sesi haline gelmek, uluslararası tartışmalara aktif olarak katılmanın önemli rolünün ötesinde çabalar gerektirmektedir. Örneğin, ICFTU’nun diğer önceliklerinden bir tanesi, ulusal sendika merkezlerinin güçlendirilmesidir. Bu yalnızca, çalışanların çıkarları uluslararası düzeyde savunularak değil, bazı durumlarda da onların varlıklarını sürdürmelerine destek vererek yapılmaktadır. Sendika liderlerinin bir dizi eğitimden geçirilmesi de bu tip faaliyetler arasında sayılabilir. Bunlardan pek çoğu, ICFTU’nun bölge ofisleri tarafından yürütülür.
ICFTU’nun bölgesel örgütleri; Nairobi’de kurulu Afrika Bölge Örgütü (AFRO); Venezuela’nın başkenti Karakas’ta kurulu Amerika Bölge İşçi Örgütü (ORIT) ve Singapur’da kurulu Asya Pasifik Bölge Örgütü (APRO)’nden oluşmaktadır. Her ne kadar ICFTU’nun birer parçası da olsalar ve ICFTU’nun üzerinde mutabık kalınan politikalarına bağlı da olsalar bölge örgütleri, kendi bölgesel öncelik ve faaliyetlerini belirlemede belli düzeyde bir özerkliğe sahiptirler.
Bölgesel örgütler, sendikal hareketi kendi yönetim kurullarıyla birlikte bölgesel ölçekte müzakere edilen ticaret ve yatırım anlaşmalarında temsil etmekte ve bölgedeki STK ve diğer kitle örgütleriyle ilişkiler geliştirmektedir. Bölge örgütlerinin bu faaliyetleri, ICFTU, TUAC ve ITS’lerin küresel ölçekteki faaliyetleriyle büyük benzerlikler taşır.
ICFTU ile ilgili daha detaylı bilgiye http://www.icftu.org adresinden ulaşılması mümkündür.
ICFTU yapısı içinde olmayan başka bölgesel sendika kurumları da vardır. Bu tip yapılardan bir tanesi Avrupa’daki çalışanların çıkarlarının korunmasında önemli bir rol oynayan, Brüksel’de kurulu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)’dur. ETUC 1973 yılında kurulmuş olup; üyelerinin büyük bölümü, aynı zamanda ICFTU üyesi olan ulusal merkezlerdir. Örgüt, orta, batı ve doğu Avrupa’daki sendika merkezlerinin ortak yapısıdır. Faaliyetleri arasında Avrupa Birliği içersinde sendikal çıkarları korumak da bulunmaktadır. ICFTU’nun da Orta ve Doğu Avrupa’daki üyelerinden oluşan ve bu örgütlerin ortak çıkar ve ihtiyaçlarını tartışmayı amaçlayan bir Koordinasyon Konseyi bulunmaktadır.
Sendika Danışma Komitesi TUAC, Paris’te kurulu bulunan ve OECD içersinde OECD üyesi ülkelerin sendikalarını temsil eden bir yapı olarak faaliyet gösterir. TUAC üyelerinin çoğunluğu aynı zamanda ICFTU’ya da üyedirler. TUAC, OECD ve çeşitli komitelerinde danışman statüsüne sahip bir yapıdır. Ekonomi ve sektörel politikalar, eğitim, kamu sektörü yönetimi, çelik ve denizcilik sektörü gibi çeşitli faaliyetlerini, ICFTU ve ITS’ler ile işbirliği içersinde yürütür. TUAC, çoğu Avrupa’dan olmak üzere Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Yeni Zelanda, G. Kore, Meksika ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 30 üye ülkenin temsil edildiği OECD içindeki ekonomik politikalara küresel bazda sosyal bir denge kazandırma yolunda mücadele etmektedir. Çeşitli OECD komiteleri, sekreterya, üye hükümetlerle düzenli görüşmeler yapan TUAC, OECD’de ele alınan politik konuların çok büyük bir bölümünde, tartışmalara üye ülkelerin sendikaları adına katılmaktadır.
TUAC, faaliyetlerinin bir parçası olarak, kendi üyeleri, ICFTU ve ETUC’un da işbirliği ile hazırladığı raporları, OECD üye hükümetlerinin maliye bakanlarını bir araya getiren yıllık Bakanlar Konferansı’na sunmaktadır. 1975 yılında başlayan G-7 zirvelerinden itibaren, sunulan bu raporlar ulusal ve uluslararası düzeydeki bakanlar ve devlet başkanları arasındaki görüşmelerde tartışmalara bir temel oluşturmaktadır.
Ulusal ve uluslararası sendikal ilişkiler
Ulusal sendika – üyelik – ulusal konfederasyon
v———————————v
üyelik—————————üyelik
v———————————v
ITSGlobal Unions ı işbirliği ıICFTU
Ulusal işkolu sendikaları için örgütler
v Ulusal sendika örgütlerini uluslararası düzeyde bir araya getiren yapılar Uluslararası Sendika Sekreteryaları, ITS’lerdir. ITS’ler, özerk, demokratik ve ICFTU’nun yardımcı yapılardır. ITS’lerin rolü, küreselleşme süreciyle birlikte genişlemiş, üye sayıları artmış ve üyelerin tümden ulusal çözümlerle yanıtlayamadıkları sorunları için küresel bazda yardım talep ettikleri yapılar haline gelmişlerdir.
Ulusal merkezleri temsil eden ICFTU’dan farklı olarak ITS’lerin üyeleri arasında tek tek ülkelerde belli bir sektörün, işkolunun çalışanlarını temsil eden ulusal ölçekli sendikalar da bulunmaktadır.
ITS’ler, üyelerinin çıkarlarını aşağıda sayılanlar da dahil olmak üzere çeşitli pratik yöntemler kullanarak çözmeye çalışmaktadır:
İşverenler veya hükümetlere karşı eylemlerin koordinasyonu ve mali desteğini de kapsayabilen dayanışma ve örgütsel çalışma,
ÇUŞ’larla ilgili olmasına özen gösterilmek suretiyle araştırma ve bilgilendirme ve yararlı olabilecek yayın ve çalışmalar,
Kampanyalar başlatma ve toplumsal bilinç oluşturmaya dönük faaliyetler,
Hükümetlerarası düzeyde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve uluslararası sendikal hareket içindeki diğer örgütler üzerinden, ÇUŞ’larda örgütlü üye sendikaların çıkarlarının temsil edilmesi.
BENİM ITS’İM HANGİSİDİR?
Üye olunması gereken ITS’in hangisi olduğunu bulmak o kadar zor bir iş değildir. ITS’ler, sektörel, sanayi dalları ve meslek branşlarına göre gruplanmış bulunmaktadır. Aşağıdaki listede, her bir ITS tarafından temsil edilen işçi kategorilerine ilişkin bilgiler bulunmaktadır: EI
(Uluslararası Eğitim): Eğitimciler, öğretmenler, öğretim üyeleri ve eğitim alanında çalışan tüm diğer işgücü.
ICEM
(Uluslararası Kimya, Enerji, Maden ve Genel İşçi Sendikası) Enerji, elektrik, kimya, kauçuk ve plastik, elmas, mücevher, süs eşyası ve mücevherat üretimi, kağıt ve selüloz üretimi, cam, çimento, çevre koruma, kömür madenciliği, mineral madencilik, taş ve kum sanayileri.
IFBWW
(Uluslararası İnşaat ve Ahşap İşçileri Federasyonu) İnşaat, orman, kereste ve bağlı sektörlerin çalışanlarının sendikaları.
IFJ
(Uluslararası Gazeteciler Federasyonu) Basın-medya, yayıncılık, film, televizyon, haber ajansları, basın büroları, halkla ilişkiler büroları ve yeni elektronik medya çalışanlarının sendikaları.
IMF
(Uluslararası Metal İşçileri Federasyonu) Otomobil sanayiinde çalışanlar, uzay ve havacılık sanayii çalışanları, elektrik ve elektronik mühendisliği çalışanları, mekanik mühendisliği, gemi-inşa, demir ve çelik üretiminde çalışanlar, demir-dışı metaller ile metal işleme sanayiinde çalışanların sendikaları.
ITF
(Uluslararası Ulaşım İşçileri Federasyonu) Ulaşım sanayii çalışanlarının sendikaları.
ITGLWF
(Uluslararası Tekstil, Konfeksiyon ve Deri İşçileri Federasyonu) Tekstil, hazır giyim ve deri sanayii çalışanlarının sendikaları
IUF
(Uluslararası Gıda, Tarım, Otel, Restoran, Hazır Gıda, Tütün ve Bağlantılı Sektör Sendikaları Federasyonu) Gıda ve İçki sektörü, otel, restoran, hazır gıda, turizm, tarım, ekici tarım çiftçiliği ve tütün işleme sektörleri çalışanlarının sendikaları.
PSI
(Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu) Kamu idareleri, yerel makamlar ve kamu işletmeleri, vakıflar, kamu kurumları, gaz, elektrik ve su dağıtımı ile atık yönetimi ile ilgili kamu kurumları, çevresel ve sosyal kamu kurumları, kamusal sağlık kuruluşları, kamusal eğitim, kültür kuruluşları, kamu hizmeti veren diğer kamu kuruluşları, devlet veya devlet kuruluşları tarafından kurulmuş bulunan uluslararası kurumların çalışanları.
Öğretmenler ve ulusal ölçekte faaliyet gösteren demir yolu ve posta işletmeleri çalışanlarının sendikaları kesinlikle PSI kapsamı dışında bırakılmıştır.
UNI
(Uluslararası Sendikal Network) UNI, Uluslararası İletişim (CI), Ticaret, Profesyonel ve Teknik Elemanların Uluslararası Federasyonu (FIET), Uluslararası Grafikçiler Federasyonu (IGF) ile Uluslararası Medya ve Eğlence Sektörü Çalışanları Federasyonu (MEI)nin 1 Ocak 2000 tarihinde birleşmesinden ortaya çıkmıştır.
Posta ve telekomünikasyon hizmetlerinde çalışanlar
Sanayiide, işletmelerde, bilgi ve iletişim sektörlerinde, ticarette, finans hizmetlerinde, sosyal sigorta ve özel sağlık bakımı, mülkiyetle ilgili hizmetlerde, turizm, profesyonel ve yönetimsel hizmetlerde maaş karşılığı çalışanlar;
Gazete, magazin, kitap yayıncılığı, reklam ve halkla ilişkiler ofisleri, iş ilanları, paketleme ve kağıt işleme hizmetlerinde çalışanlar
Yayıncılık ve televizyon sektörlerinde istihdam edilen teknisyen ve diğer çalışanlar, film yapımı, projeksiyon ve diğer medya sektörleri, reklamcılık sektörü, tiyatro ve benzeri sanatsal ve eğlenceye dönük sektörlerde çalışanlar.
3- HAKLARIN KAZANILMASI VE STANDARTLARIN OLUŞTURULMASI
Hakların bölünmezliği ve evrenselliği
Sendikal hareketin temel kaygısı; işçilerin özgürce sendikalarını kurabilmeleri, mevcut sendikalara üye olabilmeleri ve işverenleriyle özgürce toplu pazarlık görüşmesi yapabilme haklarını koruma yolunda verilen mücadeledir. Bu, sendikal örgütlenmenin ilk aşamalarından beri var olan ve halen de sendikaların en önemli önceliklerinin başında gelen bir mücadeledir. Hükümetlerin saldırısı altında bulunan sendikalar ve sendikal hakların korunması uluslararası sendikal hareketin temel bir faaliyetidir.
Temel sendikal haklar, sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı, toplu pazarlık hakkı ve grev hakkıdır. Bu sendikal haklar aynı zamanda insan haklarıdır, evrenseldir ve bölünemez. Sendikacıların genel hakları, ulusal anayasalar ve çalışma yasalarının yanı sıra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde de yer almaktadır. Örneğin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23. Maddesi’ne göre, herkes kendi çıkarlarını korumak için sendika kurma ve sendikaya olma hakkına sahiptir.
Uluslararası sendika etkinliklerinin özel bir önem atfettiği bir diğer konu da Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün sözleşmeleridir. Bu sözleşmeler, taraf ülke hükümetlerine ILO tarafından belli bir baskı uygulanmak suretiyle uyuşmazlıklara farklı ve ilave bir yoldan yaklaşma olanağı sunar. Temel sendikal haklar ILO’nun örgütlenme özgürlüğüne ilişkin 87 ve toplu pazarlık hakkına ilişkin 98 sayılı sözleşmelerinde tanımlanmıştır.
Uluslararası sendika örgütleri bu hakların tüm hükümetler ve işverenler örgütlerince tanınması için yıllardan beri mücadele etmektedir. 87 ve 98 sayılı sözleşmeler küreselleşmenin anti-sosyal boyutlarıyla mücadele edebilmek için gerekli araçların da ayrılmaz birer parçasıdır. Bu araçlar, özetle, sosyal aktörlerin sorumlu taraflarla karşı karşıya gelmesi için kullanılabilecek temel işçi haklarını güvence altına alan bir dizi güçlü çalışma standartıdır.
ILO’NUN 87 VE 98 SAYILI SÖZLEŞMELERİ
ILO’nun örgütlenme hakkı ve özgürlüğünün korunması hakkına ilişkin 87 sayılı Sözleşmesi 1948 yılında onaylanmış ve bugün itibarıyla 130’dan fazla ülke tarafından kabul edilmiştir. 87 sayılı Sözleşmeye göre;
İşçiler, devletle önceden anlaşma sağlamaksızın kendi tercihleri doğrultusunda sendika kurabilir ve sendikalara üye olabilirler.
Sendikalar, devletler tarafından kapatılamaz veya faaliyetten men edilemez.
Sendikalar, federasyon ve konfederasyon oluşturmakta ve bu federasyon ve konfederasyonları üzerinden uluslararası üst örgütlere üye olma hak ve özgürlüğüne sahiptirler.
ILO’nun, örgütlenme ve toplu pazarlık haklarına ilişkin 98 sayılı Sözleşmesi 1949 yılında imzalanmış ve bugün itibarıyla 150 civarında ülke tarafından iç yasalara geçirilmiştir. 98 sayılı Sözleşmeyle;
Sendika karşıtı ayrımcılığa karşı mevcut korumalar genişletilir.
İşçiler ve işveren örgütleri arasındaki, toplu sözleşme bağlamındaki istihdam ilişkilerinin koşulları ve hükümlerini düzenleme amaçlı gönüllü müzakereler süreci korunur ve teşvik edilir.
151 sayılı Sözleşme kapsamına giren kamu çalışanlarıyla ilgili sorunlar 98 sayılı Sözleşme kapsamında değildir.
Uluslararası çalışma standartları ve ILO
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), ilk kez 1919 yılında, yıkıcı bir dünya savaşının ertesinde kendisine verilen dünya barışına katkıda bulunma sorumluluğuyla birlikte doğmuştur. Örgütün tüzüğü “evrensel ve ezeli barış, ancak sosyal adalete dayalı olarak tesis edilebilir” cümlesiyle başlar.
ILO’nun kuruluşunda mihenk taşı rolü oynayan ilke, örgütlenme özgürlüğünün ulusların kendi içinde ve birbirleriyle olan ilişkilerinde demokrasiye katkıda bulunacağının kabulüdür. Bir uluslararası çalışma standartları sisteminin geliştirilmesinin, ekonomik rekabetçiliğe yardım edeceği, sosyal ve uluslararası tansiyonun düşürülmesine ve savaşların azalmasına katkıda bulunacağı öngörülmüştür. Tüzükte yer alan aşağıdaki bölümden de kolayca anlaşılabileceği gibi karşılıklı bağımlılık örgüt tarafından o tarihte kabul edilmektedir: “Herhangi bir ulusun emek için insani çalışma koşullarını sağlamada başarısız kalması, kendi ülkelerindeki çalışma koşullarını geliştirme arzusu taşıyan diğer devletler önünde bir engeldir.”
Her ne kadar farklı ülkeler ve ekonomilerdeki işçilerin çalışma koşulları ve hakları arasında bir bağ her zaman olduysa da, bunun resmi düzeyde tanınması ancak ILO’nun 1944 yılında yayınladığı “emek bir meta değildir” diyen Philadelphia Deklarasyonu ile olmuştur. İnsan emeği ile ürün piyasaları arasında yapılan bu ayrım, işçilerin korunmasında temel bir ekonomik kriterdir. Bir kaç yıl sonra 1946 yılında, ILO, Birleşmiş Milletler’e bağlı, belli bir alanda uzmanlaşan ilk ofis (kurum) olmuştur.
PHILADELPHIA DEKLARASYONU’NUN İLKELERİ
10 Mayıs 1944 tarihinde Philadelphia’da 26. toplantısını yapan ILO Genel Konferansı, ILO’nun amaç ve hedeflerinden oluşan, Örgütün, üyelerinden uygulanmasını talep edeceği politikaların yer aldığı bir deklarasyonu kabul etti.
Deklarasyonda yer alan temel ilkeler şunlardır:
1- Emek, bir meta değildir.
2- Düşüncelerini açıklama ve örgütlenme özgürlüğü, sürdürülen gelişme açısından esastır.
3- Herhangi bir yerdeki yoksulluk, nerede olursa olsun refah açısından bir tehlike oluşturur.
4- Her bir ulus içindeki acımasız kuvvetin kullanılmasını isteyenlere karşı savaş, işçi ve işveren temsilcilerinin uluslararası ortaklaştırılmış ve sürekli hale getirilmiş çabaları, söz konusu hükümetlerle eşit statüde çalışmaları, ortak refahın geliştirilmesi görüşünden hareketle özgür ve demokratik karar mekanizmalarına birlikte katılımları ile mümkündür.
Üçlü bir örgüt
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün genel merkezi İsviçre’nin Cenevre kentindedir ve Örgüt, dünyada emek ve emekle ilgili sorunlarla ilgilenen en büyük yapıdır. ILO, Birleşmiş Milletler içinde de hükümetler, işçi örgütleri ve işveren örgütlerinden oluşan üçlü bir işleyişe sahip olan yegane yapıdır. ILO’nun halihazırdaki üye devlet sayısı 170’in üzerindedir.
Başlangıçtan itibaren, dünyadaki hakların korunması açısından piyasalara müdahalenin şart olduğu kabul edilmiştir. Ücret, çalışma süreleri, sağlık ve güvenlik koruması alanlarındaki yasal korumalar ile diğer çalışma standartları işte bu sözü edilen piyasa müdahaleleridir. Sayılan bu korumalar aynı zamanda toplu pazarlık anlaşmasının maddelerini oluştururlar. Bu mekanizma, emek sömürüsüne dayalı olmayan bir rekabet sistemini oluşturma girişimidir. Temel işçi haklarıyla desteklenmeyen bir küreselleşme, işçileri rekabetin bir argümanı haline getirebilir ve şirketlerin kendi rekabet güçlerini arttırmak adına ülkelerde ücretleri hızla gerilettiği, vergi ve sosyal kazanımları, çevresel standartları yok saydığı bir dünyada dibe doğru yarışı hızlandırma riskini barındırır.
Bu nedenle, ILO’nun en önemli fonksiyonlarından biri uluslararası çalışma standartlarını geliştirmektir. Bu standartlar, üçlü işleyişe bağlı olan ILO konferanslarında kabul edilen sözleşme ve tavsiye kararlarından oluşur. Amaçlanan ise, sözleşmelerin tek tek üye ülkelerin iç yasalarına geçirilmesi (ratification) suretiyle bu standartlara hukuki bağlayıcılık kazandırılmasıdır. Tavsiye kararları ile amaçlanan, politika, hukuk ve uygulama alanlarında bir kılavuz oluşturmaktır. Bu standartlar arasında, sendika kurma, örgütlenme ve toplu pazarlık hakları, köle emeğin ve çocuk işçiliğinin önlenmesi, eşitlik, endüstri ilişkileri, istihdam politikaları, çalışma koşulları, sosyal güvenlik, işçi sağlığı-iş güvenliği sayılabilir. ILO’da bugüne kadar 180 kadar sözleşme ve bunu da aşan sayıda tavsiye kararı karar altına alınmıştır.
ILO’nun tek işi uluslararası sözleşmeler ve tavsiye kararlarını geliştirmek değildir. Bunların yanı sıra, üye ülkelerin kabul edilen sözleşmeleri kendi ülke yasalarına geçirme yönündeki çabalarını takip eden bir denetim mekanizması da bulunmaktadır. ILO, çıkarılan uyum yasalarının sözleşme ve tavsiye kararları ile uygun olup olmadıklarını da denetler. Her yıl sözleşme listeleriyle uyumu denetlemekten sorumlu “ILO Uzmanlar Kurulu” ile uzmanlarca hazırlanan raporları inceleyen ve varılan sonuçları yıllık ILO konferanslarına taşıyan Komite de bu sistem içinde yer alır.
Ayrıca, ILO çalışmalarını yıllık konferanslarda alınan kararlar doğrultusunda yürüten ILO Yönetim Kurulu içinde de işçi ve işveren örgütlerinin örgütlenme hakkı ihlalleriyle ilgili şikayetlerini analiz eden bir komite bulunmaktadır. Bu komite, grev hakkı da dahil olmak üzere 87 ve 98 sayılı ILO sözleşmelerinin hukuki çerçevesini belirleyen uzmanlar komitesi ile işbirliği içindedir.
ILO, hükümet, işçi ve işveren örgütleri temsilcilerini bir araya getiren sektörel toplantılar da düzenlemektedir. Örgütün diğer önemli faaliyetlerinden bazıları, temel insan haklarını, çalışma ve yaşam koşullarını geliştirmeye, istihdam fırsatlarını arttırmaya dönük uluslararası politika ve programların belirlenmesi yönündeki çalışmalardır. ILO’nun, üye ülkelere bu politikaları aktif biçimde uygulamalarında yardımcı olmak, bu politikaları sosyal tarafların güçlü bir işbirliği içersinde hayata geçirmelerini sağlamak amacıyla formüle ettiği kapsamlı bir uluslararası teknik işbirliği programı da bulunmaktadır. Eğitim, araştırma ve yayın faaliyetleri de bu çabalar arasındadır.
ILO- İŞÇİ ETKİNLİKLERİ BÜROSU (ACTRAV)
ACTRAV, işçiler ve ILO arasındaki temel bir bağ olarak, Örgütün işçilerle ve onların sendikalarıyla ilgili tüm faaliyetlerini gerek ILO merkez binasında gerekse alan çalışması yaparak koordine etmekten sorumlu bir bölümdür.
Yönetim düzeyindeki sekreteryası Uluslararası Çalışma Örgütü olan ILO, Birleşmiş Milletler çatısı altında, üçlü bir yapıya sahip olan tek organdır. Bu bağlamda, ILO içerisinde hükümetler, işveren örgütleri ve işçi örgütleri eşit haklara sahiptirler.
Görevi:
ACTRAV’ın görevi, dünyanın çeşitli ülkelerinde örgütlü bulunan sendikalarla kurulmuş olan yakın ilişkileri sürdürmek, ILO üzerinden sendikal harekete destek sağlamak suretiyle sendikal hareketin güçlenmesine yardımcı olmak, işçi haklarının korunması ve geliştirilmesi yolundaki faaliyetlerinde sendikaların nüfuzunu arttırmaya yardımcı olmaktır.
ACTRAV;
ILO ile, ILO’nun temel bileşenlerinden biri olan işçiler arasındaki bağdır;
Sendikalar için endişe konusu olan bütün konuların Örgüt faaliyetleri içine alınmasını sağlar;
Sendikaların, ILO’daki mevcut potansiyeli tam olarak kullanabilmesi için çalışır;
ILO’nun hedeflerine ulaşmada sendikaların tam desteğini alması için çaba sarf eder
Hedefleri:
Sosyal adalet, işyerinde temel haklar, sosyal korumanın savunulması ve geliştirilmesi, tam istihdam ve eşitlik ILO’nun ulaşmayı amaçladığı hedeflerdir ve “İnsana Yaraşır iş” konsepti altında tanımlanır. ACTRAV, çok geniş bir alana yelpazeye yayılan faaliyet alanlarında sendikaları desteklemek suretiyle bu hedeflere ulaşmada Örgüt’e yardımcı olmayı amaçlar. Söz konusu bu faaliyet alanları:
İşyerinde temel hak ve ilkelerin geliştirilmesi,
Toplu pazarlık ve sosyal diyalog,
Çocuk emeği sömürüsü ile mücadele,
Çalışma koşulları ve çalışma ortamının iyileştirilmesi,
İşsizlik ve gizli işsizlikle mücadele,