Eski bir Çin atasözü “nereye gittiğini bilmiyorsan, bütün yollar oraya gider” der. Bush yönetimi ise resmi olarak, ve muhtemelen de gayrı resmi de olarak, yolun nereye gittiği konusunda en ufak bir fikre bile sahip değil. Resmi ABD görüşü görüşmeleri kolaylaştırdığı ve her iki taraf için de kabul edilebilir olan her şeyi kabul edeceği yönünde. ABD […]
Eski bir Çin atasözü “nereye gittiğini bilmiyorsan, bütün yollar oraya gider” der. Bush yönetimi ise resmi olarak, ve muhtemelen de gayrı resmi de olarak, yolun nereye gittiği konusunda en ufak bir fikre bile sahip değil. Resmi ABD görüşü görüşmeleri kolaylaştırdığı ve her iki taraf için de kabul edilebilir olan her şeyi kabul edeceği yönünde. ABD her iki tarafı da nihai ve kesin görüşmelere yönlendirecek gerekli adımların atılmakta olduğunu iddia ediyor.
Başkan Bush iki yıldır kendisinin, başkan Clinton’un (tıpkı Başkan Carter gibi) yaygın biçimde yaptığı gibi, kişisel olarak bu tür görüşmelere bulaşmak istemediğini söylüyor. Ama şimdi bunu yaptı. Neden? Belki sadece bir sürü insana, Irak bir kez fethedildikten sonra, önemli birşeyler yapacağını vaadetmiş olduğu için. Blair’e söz verdi. Ilımlı denilen Arap liderlerine söz verdi. Ve muhtemelen Powell’a da söz verdi.
İlk toplantı için, iki şeye güvendi. Filistin otoritesi yetkilileri hemen hiçbir şeye eşit olan birşeyler elde etmek için ölüyorlar. Yoksa tarih olacaklar. Şaron Birleşmiş Milletler’i yüzde 99 yanında tutmak hevesinde ve yani bazı jestler yapmak durumunda. Böylece buluştular, birbirlerine karşı mutlak bakımdan asgari adımlar attılar, eve döndüler ve birkaç gün içinde şiddet daha da tırmandı.
Haydi ciddi olalım. İsrail devletinin ilan edilmesinden sonra geçen 55 yıldır herkes neredeydi? Filistinliler kendilerini dünya tarafından terkedilmiş hissediyorlar ve İsrail hükümetinden herhangi bir sonuç alıcı taviz kopartamıyorlar. Korkuyorlar ki, egemen bir Filistin devleti, yakın gelecekte ufukta görünmüyor. Tavizsiz bir mücadeleyi ve İsrail devletinin yıkılmasını savunan güçler -örneğin Hamas- sahnedeki tek önemli aktör haline geliyor. Filistinlilerin çoğunluğunun şiddetin sona ermesini tercih edeceğine şüphe yok, ama çoğu kendi şiddetlerini sona erdirirlerse politik olarak hiçbir şey elde edemeyeceklerine inanıyorlar.
Bu kederli durumun İsrail tarafında da karşılığı var. Kamuoyu yoklamaları belki de İsrail Yahudilerinin yüzde 60’ının kalıcı barış karşılığında yerleşimleri bırakıp 1967 öncesi sınırlara geri dönebileceğini gösteriyor. Ama aynı yoklamalar bu yüzde 60’ın belki yarısından daha da fazlasının, artık böyle bir teklifin istedikleri türden bir barışı elde edemeyeceğine inanıyorlar. O halde, pratikte, böyle bir teklifte bulunmaya hazır değiller, ya da artık hazır değiller.
Şaron ya da Abbas’ın bir uzlaşma konumuna doğru (esas olarak Bush’u memnun etmek için) en ufak bir eğilim dahi göstermeleri halinde, kendi toplumlarından gelen çok güçlü ve oldukça da tutkulu bir muhalefetle, gerçekten de anlamsız sayılabilecek tavizleri silip süpürmeye yetecek kadar güçlü bir muhalefetle karşı karşıya kalacakları çok açık. Aslında, aynısı Bush için de geçerli. İsrail konumuna verdiği yüzde 99 desteği yüzde 98’e çektiğinde, Birleşik Devletlerde büyük bir yaylım ateşiyle karşılaşacak.
Karşılaştığımız durum sadece İsrail tarafındaki en uzlaşmaz güçlerin ve Filistin tarafındaki en uzlaşmaz güçlerin ellerinin kuvvetlendiği değil, aynı zamanda Birleşik Devletlerdeki en İsrail yanlısı güçlerin de ellerinin azami güçlendiği bir durum. Irak’taki ABD işgali durumu kolaşlaştırmaktan çok, kolaylıkla beklenebileceği gibi, zorlaştırdı.
Böylece tam bir politik açmaz durumundayız. Ve yakın zamanda bunu herkes kabul edecek. O halde ne? Bunu izleyenler kimse için iyi haber olmayacak. İsrailliler daha da fazla güç kullanacak ve bir zoraki göç süreci başlatabilecek. Şimdi güçleri olduğu için, tüm alanı işgal etmeyi sürdürmek ve ona az-çok bir sıkıyönetim haliyle denetlemek anlamında egemen olmayı sürdürecekler. Filistinliler buna bugüne dek yanıt verdikleri biçimde yanıt vermeyi sürdürecekler. Kısa vadede, intifada bir şey değiştirmeyecek. Bu tür bir şiddetin herhangi birşeyi değiştirmesi için, dışarıda duyarlı bir dünya olması lazım, ki şimdi bu yok.
Ama bu durumda İsrail/Filistin mücadelesi Fas’tan Endonezya’ya kadar ve hemen hızla ve acilen Irak, Lübnan ve Mısır’da bir pan-Arap ya da pan-müslüman karışıklıkları dizisine doğru esneyecek. Ve bu gerçekleştiğinde, İsrail devletinin varlığı, 1948’den bu yana ilk kez gerçekten de tehdit altında olacak. Araplar Yahudilerin bölgeden daha önce iki kez çıkartılıp atıldıklarını ve şimdi de üçüncünün gerçekleşeceğini ilan edecekler.
Bu noktada hiç kimse böyle bir senaryoyu gerçekten de değiştirebilecek herhangi bir şey yapabilir mi? Muhtemelen Birleşik Devletler hala bir şey yapma gücüne sahip. Ama bu ABD siyasetinde, ve özellikle de bu siyasetin Bush versiyonunda öyle bir 180 derece dönüşü gerektiriyor ki, bu da sahiden imkansız. Bu özel alandaki dönüş sürüyle alandaki başka dönüşler olmaksızın gerçekleşemez, ki bu da dünya açısından jeopolitik gerçekler bakımından tam bir deprem anlamına gelir.
Ben her zaman bu kadar da kötümser değildim. 1980’lerin sonlarında, iki devlet arasında bir anlaşmanın sadece mümkün olmayıp ulaşılabilir de olduğunu düşünüyordum. Son derece isabetsiz biçimde, böyle bir şeyin Güney Afrika’daki apartheid rejimi son bulmadan önce gerçekleşebileceğini tahmin ettiğimi hatırlıyorum. Dünya İsrail/Filistin olasılıklarıyla çalkalanıyor. Ve birçokları enerjilerini bugünlerde sorumlulara işaret etmeye ayırıyor. Kan banyosundan sonra, ne farkedecek? Kimse bunu dinliyor ya da bunun hakkında düşünüyor mu? Herkes kendi konumunu temelden değşitirmeden egemen olmayı sürdürebileceğine bu kadar emin mi? Öyle görünüyorlar.