“Önümüzdeki 10 ay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert dönemi olacak. Çünkü bu yıl, ‘Avrupa Birliği’ne son trenin’ kalktığı yıl olacak. Önümüzdeki 10 ay, Türkiye’nin bu treni yakalaması için uğraşanlarla, kaçırması için elinden geleni yapanların tarihi hesaplaşması ile geçecek.” Medya kuvvetleri başkumandanı Ertuğrul Özkök, ordular ilk hedefiniz AB’dir, dedikten sonra iç düşmanlar tarafından bu sürecin nasıl […]
“Önümüzdeki 10 ay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert dönemi olacak. Çünkü bu yıl, ‘Avrupa Birliği’ne son trenin’ kalktığı yıl olacak. Önümüzdeki 10 ay, Türkiye’nin bu treni yakalaması için uğraşanlarla, kaçırması için elinden geleni yapanların tarihi hesaplaşması ile geçecek.” Medya kuvvetleri başkumandanı Ertuğrul Özkök, ordular ilk hedefiniz AB’dir, dedikten sonra iç düşmanlar tarafından bu sürecin nasıl engellenmeye çalışılacağını anlatıyor ve saflara moral veren ajitatif saptamalar yapıyor. “Avrupa mücadelesi verenler, her türlü iftiraya hazır olsunlar”,”Her türlü komplo ile karşı karşıya kalabileceklerini bilsinler.” Nitekim bir hafta boyunca Doğan medyanın bütün silahları düşman üzerine çevrildi.
E.Özkök, Wolfowitz röportajını tezgahlayan M. Ali Birand ve Cengiz Çandar’ı köşesinde tebrik etmişti. Çünkü bu ikili, Irak savaşında Amerikan yanlısı bir tutum takınmıştı, aynı kendisi gibi. Anlaşılan o ki, 2.Cumhuriyetçi AB’ci liberaller ile Amerikancı liberallerin yolu Irak savaşında tamamen birleşti. Irkçı-statükocu kanatın bir numaralı sözcüsü Emin Çölaşan Hürriyet gazetesindeki köşesinde ‘TSK AB’ye karşı değil, Türkiye’nin bölünmesine ve Kıbrıs’ın verilmesine karşı” diye yazıyordu. Yıllardır kendini TSK merkezli gazeteciliğe endekslemiş olan Çölaşan bu savaşı kaybederlerse köşesini de kaybedeceğini çok iyi biliyor. Nede olsa (dolar üzerinden) ekmek parası.
Kopenhag zirvesine ve oradan 3 Kasım seçimlerine kadar süreç AB’ciler ve Amerikancılar denilen, aslında ırkçı-devletçi cephe ile Avrupacılar arasındaki çatışmalarla geçti. Irkçı-statükocu cephenin ana fikri özetle şuydu; “Avrupa bizim bölünmemizi istiyor. Demokratikleşme adına bölücülere taviz vermemizi istiyor. Kıbrıs’ı vermemizi istiyorlar. Çakıl taşı vermeyiz”. Tekelci sermayenin has temsilcilerinden, Tayyip Erdoğan’a kadar olan diğer kanat ise, gerekirse Kıbrıs dahil bir çok şeyi AB hedefi için feda etmekten yana tavır koydular. S. Sabancı bir konuşmasında,”Rumlarda 20 bin dolar, Türklerde 2 bin dolar. 3’ün 1’i kaldı elimizde” diye feryat ediyordu. Tayyip Erdoğan 3 Kasım seçimlerinden sonra AKP iktidar olunca, ancak kendisi henüz başbakan değilken gayri resmi sıfatlarla yaptığı Avrupa gezilerinden birinde Kıbrıs’taki çözümsüzlükle ilgili olarak Denktaş’ı suçlayan ifadeler kullanmıştı. Başbakan olunca katıldığı ilk MGK toplantısından sonra da “Denktaş’ın arkasındayız” diye açıklamada bulundu. Tozu alınmıştı.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 2002 Mayıs ayı MGK’sında şaşırtan kararlara imza atmış, AB’ye girmek için ne gerekiyorsa yapılması için, Ecevit başbakanlığındaki koalisyon hükümetine yol vermişti. Hatta AB içinde bu gelişme sevinçle karşılanmış ve Türk ordusu için olumlu ifadeler ilk defa Avrupalılar tarafından dile getirilmişti. TSK’nin AB’ciliğinin bir sınırı vardı. Bu sınır Kıbrıs Rum kesimine kadardı. 12 Aralıkta Kopenhag zirvesinde Kıbrıs Rum kesiminin tam üyelik kararı açıklanınca TSK için AB kapısı kapanmıştı. Karşı saldırı artık başlayabilirdi. Yüzde otuz beşle havaya giren T. Erdoğan işte bu duvara çarptı.
Arkasından Irak savaşı günleri geldi. Artık herkesin bildiği gibi tezkere oyununda, tezkere ellerinde patladı. Bütün bir egemenler bloğunu bir telaş sardı. Hava sahasını açmak gibi jestler ABD’nin kızgınlığının yatıştırılmasına yetmedi. Wolfowitz’in attığı fırça ve talimatlar açıktı. “Kayıtsız şartsız Amerikan çıkarlarına hizmet edeceksin. Irak’ta federal bir Kürdistan kuracağım karışamazsın. İran ve Suriye ile hesaplaşacağım sorgusuz sualsiz yanımda olacaksın” TSK işte şimdi çuvallamıştı. Bölücülük ve dış mihrak suçlamasını Avrupalılara yıkarak siyaset sürdüren TSK’nin güvendiği dağlara kar yağmıştı. Asıl bölücü Amerika’ydı. Yanı başımızda Kürdistan kurduruyordu. Şimdi artık dengeler değişmişti. AB’cilere gün doğdu. Hoş AB’cilerin bir kısmı aynı zamanda da Amerikancıydı. Olsun her zaman iki ata oynayacaksın. Bu düzenin en kararlı ve tutarlı savunucuları AB’ci -Amerikancı liberallerin ideolojisini şöyle özetlemek mümkün; kim para verirse, güç kimde ise onların yanında olacaksın. Amerika’nın yanında para için savaşa da gireceksin, AB’ye girmek için Kıbrıs’ı mı vermek lazım? Vereceksin. Boynunu uzat, uzatacaksın.
AB genişleme süreci ile ilgili olarak 12 Aralık 2002 tarihinde yapılan Kopenhag zirvesinde, 10 aday ülkenin “Kıbrıs Rum kesimi dahil”1 Mayıs 2004’te kesin olarak üye olacakları karara bağlanmıştı. Türkiye için ise kapılar tamamen kapanmamış, ancak AB uyum yasalarında bulunan eksikliklerin giderilmesi koşulu AB tarafından Türk hükümetine bildirilmişti. Ancak bu eksiklikler 2003 Temmuzuna kadar giderildikten sonra Avrupa komisyonunun vereceği raporun sonucuna göre belirlenen bir tarihte katılım müzakereleri başlayabilecekti. 1 Mayıs 2004 tarihinden sonra Kıbrıs’ın Rum tarafı tam üyelik hakkını ve dolayısıyla veto hakkını elde edecekti. Bu tarihten sonra AB, Türkiye Cumhuriyeti için geçmişte kalmış bir macera olacaktı. Denktaş süreci okudu ve sınırları açarak ileri doğru bir adım attı. Çünkü biliyor ki, Kıbrıs Türkiye için AB’nin kilididir. Ve önümüzdeki dönem kendisine Türkiye’den doğru yoğun bir basınç gelecektir.
İşte E. Özkök böyle bir sürecin devamında kendinden gayet emin bir şekilde 2.Avrupa Birliği savaşlarını başlattı. Kendinden emindir, çünkü TSK gibi bir düşman ideolojik olarak silahsızlanmıştır. E.Özkök’ün iç düşmanlardan kastı solcular değildir. Doğrudan TSK dahil bütün bir ırkçı-statükocu devletçi cepheyi hedeflemektedir. E. Özkök”ün başkumandanlığında bütün bir Doğan Medya gurubu silahlarını bu hedefe yönelterek ateş edecektir. Savaş medyadan başladı. Nitekim hafta içinde Ankara 1 Mayıs gösterilerine katılan liseli öğrencilere yönelik polis ve okul yönetimlerinin birlikte sürdürdükleri sindirme dağıtma amaçlı operasyonlara, Milliyet gazetesi ve onun genel yayın yönetmeni Doğan medyanın ikinci adamı Mehmet Yılmaz en başta karşı çıktı. M.Yılmaz bütün bu olanları AB’ye girişi engelleyen faktörler olarak değerlendiren köşe yazısında, olayın sorumlularının işkence suçu ile cezalandırılmalarını talep ediyordu. Bu kadar demokrasiperverlik tüm solcuları şaşırttı ve sevindirdi dolayısıyla!? Doğan medya solcuların uğradığı insan hakları ihlallerini kendi AB silahına cephane yapıyor. Bizim için bir sakıncası yok.
ABD’nin Türkiye büyükelçisi Pearson’ın Cuma günü yaptığı açıklamalar Wolfowitz’den sonra gündeme bomba gibi düştü. Pearson “Türkiyenin nereye gittiğini bilemiyoruz.” Diyerek Irak’taki Türk askeri varlığından duydukları rahatsızlığı bir kez daha dile getirdi. Genelkurmayın ABD’ye gönderdiği bir mektuba ve bu mektupta dile getirilen Kerkük’te oluşturulacak şehir meclisi ile ilgili ABD’nin ne yapmasını gerektiğini bildiren ifadeleri “dayatmacı tavırlar olarak” sert bir şekilde eleştiriyordu. Pearson TSK’nın tepkici tutumlarının ABD Türkiye İlişkilerine zarar verdiğini hükümete bildirerek uyardı. Anlaşılan TSK bir süre daha gerilim politikasını zorlayacak. Bu arada İMF’in son gözden geçirme programının çıkmazda olduğu ve Haziranda serbest bırakılması gereken kredi diliminin zora girdiği, ABD Türkiye ilişkilerinin gelişmesine endekslenme eğiliminin ağır bastığı gelen haberler arasında. Tam teslimiyet yoksa parada yok.
1945 sonrası bizzat ABD tarafından oluşturulan yeni sömürgecilik düzeni ve bunun getirdiği “ulusal kalkınmacı ek
onomiler” yada yerel çıkarlarını gözeten devletler artık bir ayak bağı olarak görülüyor. Bush’un veciz bir şekilde ifade ettiği “ya bizim yanımızdasın, yada karşımızda” sözlerinde anlam bulan yeni sömürge devletlerine dayatılan tam bir teslimiyet politikasıdır. Türkiye devletinin 80 yıldır tarihsel düşmanlıkları üzerinden (Ermeni, Rum-Yunan, Rus-Moskof, Arap, Kürt) iktidarını sürdürmesine yarayan, toplumu ırkçı ve gerici fikirlerin tutsağı haline getiren yönetme biçimi, ABD’nin yüksek çıkarlarına çarparak tuzla buz oluyor.
Önümüzdeki dönem Türkiye, AB ve ABD arasında kalıp beynamaza dönen egemenlerin yoğun çatışmalarına sahne olacaktır. Bu çatışma süreci Türkiye soluna da çeşitli olanaklar sunan boşluklar yaratacaktır. Yararlanmasını bilene.