Biz yine dönelim AKP hükümetine. Hükümet birkaç aylık icraatında mali miladın kaldırılması, vergi borçlarının affı gibi uygulamalarla orta boy sermaye gruplarının taleplerini karşıladı; IMF talimatları doğrultusunda hazırlanan bütçe ile büyük boy sermaye de memnun edildi. Ama olağanlaşan olağanüstü vergiler, kamu işçilerinin ikramiyelerinin iptali, çiftçi destekleme ve sosyal yardım programlarının küçültülmesi vb. AKP’ye oy veren geniş […]
Biz yine dönelim AKP hükümetine. Hükümet birkaç aylık icraatında mali miladın kaldırılması, vergi borçlarının affı gibi uygulamalarla orta boy sermaye gruplarının taleplerini karşıladı; IMF talimatları doğrultusunda hazırlanan bütçe ile büyük boy sermaye de memnun edildi.
Ama olağanlaşan olağanüstü vergiler, kamu işçilerinin ikramiyelerinin iptali, çiftçi destekleme ve sosyal yardım programlarının küçültülmesi vb. AKP’ye oy veren geniş halk kesimlerinde büyük hayal kırıklığı yarattı. AKP iktidar olmanın karşı konulamaz gerçekliğine kendini kaptırdı ve tercihini sistemin egemen yöneliminden yana yaptı.
Bu arada AKP’yi “sosyal” olmamakla eleştiren ve 2003 bütçesine destek vermeyeceğini açıklayan Dünya Bankası’nın “yoksul dostu” olduğu sanılmasın. Bunda IMF ve Dünya Bankası zemininde süregiden kapitalistler arası çatışma belirleyici. Kokusu sonradan çıkar.
Tabii gündemdeki asıl konu savaş. AKP yönetiminin bu konudaki tam teslimiyetçi çizgisinin nedeni sadece 3-5 milyar dolar alarak bu yılın borç faizlerini ödemeyi garanti altına almak değil. Elbette uygulanan IMF politikalarında radikal değişikliğe gitmedikçe, örneğin iç ve dış borç faizlerini yeniden yapılandırıp halka nefes aldıracak önlemler almadıkça, ABD’nin 3-5 milyar doları da önemli!
Ama ABD ile kol kola girmenin nedeni bu kadar basit olamaz. 11 Eylül öncesi planlanan, 11 Eylül sonrası uygulamaya konan ABD’nin Ortadoğu politikasında Türkiye’ye mutlak bir ihtiyaç duyulduğu biliniyordu. Bunun için “IMF parasıyla olası bir savaşın zararını karşıladık!” dememişler miydi? Bu rol de AKP’ye verildi. AKP daha seçime girmeden bu durumla karşı karşıya kalacağını biliyordu ve kararını daha o zamandan vermişti: Ortadoğu’ya ABD’de ile birlikte müdahale edilecekti.
Hesapları bozan Türkiye ve dünya kamuoyunun savaş karşıtı tutumu oldu. Bu savaş, önceki dönemlerde olduğu gibi dünya kamuoyunun milliyetçi saflaşmasına neden olmadı. Amerikalılar ile Fransızlar birbirine düşman edilemedi! İşte Bush’u da Blair’i de Tayyip’i de asıl tedirgin eden budur.
Tabii savaş tehdidi ortadan kalkmış değil. Ama savaşın sadece adı bile başka adımların hızla atılmasına zemin hazırlıyor. Halk savaşa odaklanmışken yeni liberal saldırı tam gaz sürüyor. İlk örnek bütçede yaşandı. Vergiler arttırıldı, ikramiyeler tırpanlandı, tepeden tırnağa her şey zamlandı. Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyor, en pahalı elektriğini yakıyoruz. Nereye kadar?
Öte yandan çalışma hayatında Cumhuriyet tarihinin üçüncü büyük radikal değişikliği yapılıyor. Bütün işçileri, kamu çalışanlarını, emeklileri, küçük esnafı ilgilendiren tüm yasalarda değişiklikler tartışılıyor.
En çok gündemde olan iş yasası. 15 Mart’ta iş güvencesinin yürürlüğe girecek olması sermayeyi müthiş rahatsız ediyor. Rahatsızlıkları tamamen keyiflerinin kaçacak olmasından; keyfi işçi çıkarmaya bir nebze olsun engel konmasından. Buna karşılık gündeme gelen iş yasası ise kölelik düzenini getiriyor.
Tasarıya göre işveren istediği zaman istediği işçiyi bir başka işverene devredebilecek, isterse geçici olarak ödünç verebilecek. Bunun objektif bir kriteri var mı? Yani bu uygulama hangi geçerli esaslara bağlı olacak? Bunun cevabı yok. Çünkü bu uygulama esasen sendikal örgütlenme karşısından silah olarak kullanılacak.
Yine tasarıya göre işveren işçilerle belirli bir süre iş sözleşmesi yapabilecek. Bu da objektif bir temele dayalı değil; işverenin keyfine kalmış.
İşçi-işveren ilişkisinin tek taraflı keyfiyete dayandırılması 19. yüzyıl kapitalizminin geri dönmesidir. Bunu dengeleyecek bir sendikal haklar düzenlemesi de, görünen o ki, daha uzun süre sürüncemede bırakılacak. Toplu sözleşme ve grev hakkı önündeki engeller korunacak. Bu da hakları ortadan kaldırabileceği gibi, zaten eriye eriye mevcudiyeti tartışılır hale gelen sendikal hareketi yok olmaya sürükleyebilecek.
Olağan koşullarda bu konuların toplumun birinci gündem maddesi olması beklenirdi. Savaş bunu gölgeliyor. Tabii bu sorunu gündeme taşıma sorumluluğu sendikalarındır. Savaş bahane olamaz.
Diğer yandan devlet personel rejimi değişikliği de kamudaki çalışanları bugüne kadarki tüm haklarından mahrum ederek esnek, kuraslzı bir çalışma düzenini getirecek. Kamu çalışanlarının iş güvencesi kısıtlanacak; performans ücreti adı altında kamu çalışanlarının kollektif iradesi kırılacak. Savaş gölgesi bu konudaki adımların da hızlanmasına vesile olacak.
Sosyal güvenlik sistemi ise baştan aşağı değişiyor. Özel emeklilik teşvik edilirken sosyal güvenlik sisteminin açıkları yeniden ısıtılıp önümüze kondu. Burada esas değişiklik sağlık sisteminin tamamen özelleştirilmesine vesile olacak, hastanelerin işletmeye dönüştürülmesi planıdır.
Bir başka gizli adım Hükümetin Dünya Ticaret Örgütü’ne Mart sonunda sunacağı hangi hizmet alanlarının rekabete açılacağına dair listesi olacak. Dünya Ticaret Örgütü’nün Meksika’da yapacağı ve esas olarak GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) mevzuunun ele alınacağı toplantıda hangi hizmetlerin serbestleştirileceği ve uluslar arası rekabete açılacağı tartışılacak. Burada eğitimden, sağlığa, su hizmetinden ulaştırmaya, altyapı yatırımlarından enerjiye tüm hizmetlerde kamu girişiminin zayıflatılması, ortadan kaldırılması ve çok uluslu şirketlerin hizmetler alanında serbest yatırıma gidebilmesi planlanıyor.
Savaş bunu da gölgeler gibi görünse de küreselleşme karşıtları gündemlerine GATS’ı çoktan almış durumdalar. Meksika’ya yönelik eylemler planlanıyor.
Toplumsal muhalefetin savaş karşıtlığını, savaş gölgesindeki bu yeni liberal saldırıya da yöneltmesi gerekiyor. Savaş karşıtı cephede oluşan işbirliğini böyle bir gündemle buluşturmak acil önem taşıyor. Yoksa savaş bir şekilde gündemden kalkabilir ama ama bu adımlar engellenemezse telafisi mümkün olmayabilir.