Ancak yürüttüğü polemiğin liberal savaş karşıtı hareket konusundaki kavrayıcı eleştiri dışındaki bölümleri, teori, kavramsallaştırma ve olgular açısından derin ve önemli eksiklikler barındırıyor. Anderson öncelikle radikal anti-emperyalistler, pasifistler, dinci ve laik liberaller arasında meydana gelen çoğul, karmaşık koalisyonu görmezlikten gelmektedir. Anderson’un ABD’nin savaş hazırlıkları konusunda yürüttüğü tartışma, ismine yakışır hiçbir teorik çerçeveye atıfta bulunmuyor. ABD “hegemonyası” […]
Ancak yürüttüğü polemiğin liberal savaş karşıtı hareket konusundaki kavrayıcı eleştiri dışındaki bölümleri, teori, kavramsallaştırma ve olgular açısından derin ve önemli eksiklikler barındırıyor. Anderson öncelikle radikal anti-emperyalistler, pasifistler, dinci ve laik liberaller arasında meydana gelen çoğul, karmaşık koalisyonu görmezlikten gelmektedir.
Anderson’un ABD’nin savaş hazırlıkları konusunda yürüttüğü tartışma, ismine yakışır hiçbir teorik çerçeveye atıfta bulunmuyor. ABD “hegemonyası” hakkındaki belirsiz ve zayıf saptamaları işe yaramıyor. ABD’yi yöneten seçkinlerin özelliklerini ve ABD emperyalizmini tartışma (hatta adını anma) konusundaki çekingenliği savaş karşıtı hareketin bağlamı, radikalleşmesi ve büyümesi ile, özellikle de onun güçlü anti-emperyalist kanadı hakkında herhangi bir kavrayış içermiyor. Anderson kendisini savaş yanlısı ve karşıtı muhafazakarlarla liberaller arasındaki tartışmaya vakfediyor ve buradan da kitlesel savaş karşıtı hareketi bu dar sınırlara yerleştirmeye yöneliyor.
Anderson savaş karşıtı hareket hakkında Londra ya da Los Angeles Times’dan ya da Beverly Hills’deki dedikodulardan edinilmiş bir kavrayışa sahiptir. Savaş karşıtı hareket, küreselleşme karşıtı hareketin radikal kesimlerinin, daha da özel olarak onun anti-kapitalist kanadının patlayışını temsil etmektedir. İkinci olarak savaş karşıtı hareket (özellikle de Anglo-ABD ekseni dışındakiler) savaşa herhangi bir BM kararından bağımsız olarak karşı çıkan, bu yüzden de BM’nin geçmişteki ve gelecekteki davranışları hakkındaki eleştirel görüşlerini ifade etmekte olan bir çoğunluk kanadına sahiptir. Üçüncüsü, aralarında İngiltere, Türkiye, İtalya ve Fransa’nın bulunduğu birçok ülkede, emekçiler, savaşın emperyalist doğasına karşı doğrudan eylem -grev- kararı almış ve uygulamışlardır. Kuzey İtalya’da sendikacılar ve savaş karşıtı hareketin militanları silah taşıyan tren konvoylarının sevkiyatlarını durdurdular. 14 Mart’ta ise milyonlarca İspanyol işçisi savaş hazırlıklarına karşı genel greve gitti.
Anderson’un büyümekte olan savaş karşıtı hareketin arka planında yer alan nedenler hakkında yürüttüğü tartışma, hareketin katılımcılarının kendisinden çok, Wolfowitz tarafından sunulan açıklamaları andıran bir karikatürdür. Anderson’a göre muhalefet Cumhuriyetçilerin yarattığı kültürel tepkilere, Bush’un medya propaganda kampanyasının geri tepmesine ve “korkuya” dayanmaktadır. Dünya çapındaki gösterilerden yükselen ortak sloganlar “Petrol için kan dökmeyeceğiz”, “Petrol eşittir savaş” ya da Washington’un Irak petrollerine el koymak için başlattığı savaşa yönelik muhalefeti yansıtan, aynı ortak temanın çeşitlemeleridir. Bu sloganlar emperyal bir savaşı dünyanın stratejik bir hammadde kaynağı üzerindeki egemenlik girişimiyle bağlantısı içinde ele alan bütüncül, mantıksal ve kesinlikli bir akıl yürütmeyi yansıtmaktadır. Anderson kitle cinayetlerine karşı duyulan kitlesel tepkiyi ve savaş karşıtı hareketin milyonlarca Iraklının öldürüleceği, yaralanacağı ve yerinden edileceği konusundaki bilincini azımsamaktadır. Kitlesel popüler kamuoyu Bush, Blair, Aznar ve Berlusconi ve diğerlerinin benzeri görülmemiş, kitlesel, homojen propaganda kampanyasını delerek gerçeği görmeyi başarmıştır. Anderson bu yeni eleştirel kamusal bilinci anlamak yerine, Bush’u yeterince incelikli ve etkin bir propaganda kampanyası örgütlememekle eleştirmektedir. Anderson herhalde onların sadece günde 24 saat propaganda imgeleri üretebildiklerini unutmaktadır.
Misillemeye uğrama korkusu konusunun savaş karşıtı hareketin büyümesini etkilemekte olduğu doğrudur, ama bu psikolojik durum hem savaş karşıtı, hem de savaş yanlısı duyarlılıklar için geçerlidir. Psikolojik koşulu özel bir doğrultuya – saldırgan güç olarak ABD’ye karşı muhalefete- yönelten, politik, toplumsal ve ekonomik faktörler, Washington’un savaşı meşrulaştıracak veri bulamadığının görülmesi, Irak’tan kayda değer bir tehdit olduğuna dair hiçbir kanıtın bulunmaması ve gerçek terörist tehditin ABD olduğu sezisidir. Özellikle Anglo-Sakson dünyanın dışındaki birçok ülkedeki durum budur. Güney Kore’de, son kamuoyu yoklamalarına göre, çoğunluk, yani 1 kişiye karşı 4 kişi, ABD’yi Kuzey Kore’den daha büyük bir tehdit olarak görmektedir.
Savaş karşıtı hareket hakkında kuşkusuz bugüne kadar görülmüş en mantıksal indirgemeci ve parlak biçimde öne sürülmüş argüman olarak kabul edilebilecek tezlerinde, Anderson, Bush yönetiminin “ilkesel sorunlar düzleminde” (duygusal olarak aşağıladığı) karşıtları konusundaki tutumunun “demir pençeli” bir tutum olduğunu savunmaktadır. İnsan Anderson’un bu “ilkeler”in altında yatan varsayımlar hakkındaki sıralamasında, Bush’un dünya çapında 60 ülkede yürürlükte olan güncel bir uluslararası komploya dayandırılan sürekli savaş ilkesine, önleyici savaş doktrinine, Ortadoğu’ya yönelik ardışık savaşlara ve BM ilkelerini mantıksız bir biçimde ortadan kaldırma ve pratik olarak da ihlal etme pozisyonuna yer vermekten kaçındığını görmektedir. Eğer çok şey tehlikede olmasaydı, Anderson’un Bush yönetiminin ilkeli savaşı hakkındaki zorlama sunuşunu ve liberal savaş karşıtı pozisyon hakkındaki mantıksız ve kavrayışsız tartışmasını okumak eğlendirici olabilirdi. Anderson liberal savaş karşıtı hareketin argümanlarını gözden düşürme çabasında, dikkatsizce ya da incelikle, savaşa karşı oluşan çoğul koalisyon içinde bir yarık oluşturmaya çalışıyor. Bunu yapmak için kullandığı başlıca silah BM’ye, Güvenlik Konseyi’ne, “uluslararası topluluğa”, ABD “hegemonyasının” basit araçları olarak yaptığı boş saldırıdır. Anderson’un genellemeleri yarım-doğruları içermekte, herhangi bir politik taktik ve strateji duygusundan yoksun bulunmakta ve savaş karşıtı hareketin bazı anlamsız açıklamaların ötesine nasıl taşınacağı konusunda hiçbir öneriye sahip bulunmamaktadır.
Başlangıç noktası, Anderson’un geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca BM’nin sergilemiş olduğu politik davranışı kavramaktan uzak olmasıdır. ABD 1950-60’lı yıllarda BM’ye egemen olurken, 1970’lerde rüzgar dönmüş ve ABD, Yeni Uluslararası Düzen talepleriyle, bir azınlık pozisyonu içinde yüzyüze kalmıştır. ABD Washington’un özel ortağı İsrail’i etkileyen önergelerini engellemek üzere vetoya başvurmak zorunda kalmıştır. ABD’nin BM üzerindeki etkisi 1990’larda zirveye ulaşmış, ancak İkinci Körfez Savaşı yaklaşımı ile gerilemiştir. ABD’nin (hegemonya değil) fetih hevesi içinde olan güçlü bir emperyalist ülke olduğuna kuşku bulunmamaktadır ama Anderson Washington’un bugün muhalefetle karşılaşmış olduğu ve BM’den bağımsız biçimde davranma tehdidini yükselttiği gerçeğini unutmaktadır. Farklı yönetici seçkinler arasındaki bu emperyalistler arası rekabetin-çelişkinin kaynağı nedir? Bunu hiç bilemiyoruz çünkü Anderson, kendi perişan mantığı içinde bu soruları bütünüyle görmezlikten gelmekte ve daha da kötüsü, seçkinler arası çelişkilerin bazı koşullar altında anti-emperyalist ilerlemenin önemli bir koşulu olduğunu görmeyi başaramamaktadır. 30 milyon savaş karşıtı arasında hala BM’ye inanan, Chirac’a güvenen ve BM kararlarına atıfta bulunanlar var. Sol onlarla bağı kopartarak hareketi mi zayıflatmalı yoksa, kendi anti-emperyalist argümanlarını onlara sunmayı ve savaşın sistematik nedenleri hakkındaki popüler bilinci derinleştirmeyi mi tercih etmelidir? Açıktır ki devrimci ve reformcu anti-emperyalistler, haklı olarak bu i
kinci yolu seçmişlerdir ve bu yolda büyük bir nicel ve nitel başarı elde etmişlerdir. Savaş karşıtı hareket radikalleşmekte, savaş yakınlaştıkça milyonlarla büyümekte ve burjuva-emperyal ittifakları geçici bir muhalefete zorlamaktadır. BM, Anderson’un iddia ettiği gibi, tam hakimiyet altında bile olsa, yaşamsal konuların gündeme getirileceği ve ABD’nin -politik şantaj, şiddetli tehdit, ekonomik çürüme ve BM temsilcilerinin üzerine casus salma gibi- karanlık yüzünü sergilemeye zorlanacağı bir forum olmayı sürdürecek ve böylelikle de sadece ABD imgesi olumsuz biçimde etkilenmekle kalmayıp, aynı zamanda BM ve Güvenlik Konseyi’nin sınırlarının gösterilmesi mümkün olacaktır.
BM’ye yapılan başvurular, Solun ilkeli tutumunu sürdürmesi durumunda, mevcut ılımlı savaş karşıtı bilinci daha radikal bir anti-emperyalist perspektife bağlayan ulusaşırı taleplerdir. Anderson’un anti-emperyalist savaş karşıtı harekete önerdiği alternatif “Güvenlik Konseyi’ni ilga etmek” ve BM’nin Irak’la kurduğu geçmiş ilişkileri incelemektir. Bunlar, Washington’daki emperyal rejimin oynadığı rol ve onun Ortadoğu’daki mevcut askeri planları üzerine haklı olarak odaklanmakta olan kitlesel savaş karşıtı hareket; derinleşen, ve rakip yönetici sınıflar tarafından benimsenen “mantıksız”, “çelişkili” konumlardan yararlanmaya ve savaşa karşı çıkan milyarlarca insan arasında anti-emperyalist bir bilinci yaygınlaştırmaya çabalayan bir hareket için, geçerli önermeler değildir.