Sermaye, son yıllardaki sınır tanımayan yayılmacılığını Ortadoğuda yeni bir saldırıyla taçlandırmaya çalışırken, onun en önemli bileşenlerinden birisi olan medya gücü de an be an aktardığı “yeni gelişmeler”le bu vahşi müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyordu. ABD’nin 90’lardaki müdahalesi sırasında savaşın doğrudan içinde olmayan televizyon izeliyicisi kitleler yoğun biçimde, neredeyse tek bir enformasyon kaynağından yayılan ve adına “haber” denilen […]
Sermaye, son yıllardaki sınır tanımayan yayılmacılığını Ortadoğuda yeni bir saldırıyla taçlandırmaya çalışırken, onun en önemli bileşenlerinden birisi olan medya gücü de an be an aktardığı “yeni gelişmeler”le bu vahşi müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyordu. ABD’nin 90’lardaki müdahalesi sırasında savaşın doğrudan içinde olmayan televizyon izeliyicisi kitleler yoğun biçimde, neredeyse tek bir enformasyon kaynağından yayılan ve adına “haber” denilen propaganda malzemelerine maruz kalmıştı. Ancak 2003’te durum biraz değişti.
Bugün “kendilerinin” de itiraf etmek durumunda kaldıkları gibi 1991 ile 2003 savaşları arasında birdenbire çok önemli bir fark ortaya çıktı. Hakim medyanın deyimiyle “onlar da propagandayı keşfetmişler”di… 91’de CNN’i yegane propagandif güç olarak parlatan savaşın bugünkü propaganda zemininde CNN artık yalnız değil. Bugün başta El Cezire olmak üzere ufak tefek diğer medyalar; alternatif kaynakların, alternatif enformasyonların mecraı haline gelmeye başladılar. Irak’a saldırıyı düzenleyen güçlerin sinir tellerinde ağır bir zayiata sebep olan bu medyalar, Doğu cephesinde yeni bir şeyler olduğunu göstermeye başladılar.
Haber; gazeteciliğin nesnellik, tarafsızlık, doğruluk gibi geleneksel etik kodlarıyla kurulan ve akredite kaynaklara dayanmak durumunda olan bir metin türüdür. Liberal çoğulcu felsefede köken bulan bu yaklaşım, haber’i her türlü “yorum”dan ayırırken onu saf gerçeklik olarak kurmaya özen gösterir. Bunun için özel bir haber söylemine başvurur. Yorumdan uzak kalma kaygısı kaynak bağımlılığına yol açtığından kaynağın gizli tutulması gereken hallerde -ki çoğunlukla böyledir- pasif cümlelere başvurur: “Bağdat’a yapılan bombardımanda Saddam’ın ağır yaralandığı” ya da “ABD birliklerinin Umm Kasr’ı ele geçirdikleri” bildirilir. Bu dilde aktif ve kesin bir gerçekliği ifade eden cümleler, akredite, yani “güvenilir” kaynaklara atfedilir. Akredite bir kaynaktan aktarılan bilgilerin geçerliliğinden şüphe edilmez ama akredite olmayanların verdikleri bilgiler, gözlerden ırak tutulamayacak ölçüde “görülür” hale gelinceye kadar birer iddia olarak aktarılır. Hatta çoğu zaman bu iddialar bile haber bültenlerine girmez, görmezden gelinir.
Bugün ABD, İngiltere ve koalisyonun diğer bileşenleri egemen medyanın akredite kaynaklarıdır. Dolayısıyla bu kaynaklardan gelen bilgiler, doğruluğundan şüphe edilemeyecek ölçüde “gerçek”tirler: “Başkan Bush, ABD birliklerinin Bağdat’ın 200 km içerisine girdiğini bildirdi”, “Koalisyon güçleri Irak’ta hiçbir direnişle karşılaşmadı”, vs. vs. Bağdat yönetimi ve savaş karşıtları ise hakim medya için güvenilir kaynaklar olmadığı için onlar yalnızca “ileri süren”, “iddia eden”dir…
Irak birliklerinin esir aldığı ABD askerleriyle yapılan röportajlar dünya basınına yansıdığında, bu habercilik dili ilk sarsıntısını yaşadı. Çünkü 4 gündür “gerçek” olarak sunulan bildirimlerin aksine Irak’ın da askeri bir başarı elde edebildiği bir anda orta yere dökülüvermişti. Hem de koalisyon güçlerinin vatandaşlarının, izlediklerinde dehşete düşeceğinden emin olduğumuz görüntülerle. Zaten bu nedenle Amerikan ve İngiliz medyası görüntüleri kamuoyuna sunmaktan imtina ettiler. Korku ve dehşet duyguları yüzlerinden okunan askerler, Irak televizyonunun muhabirine cevap vermekte güçlük çekiyordu. Bombalayacağı hedefler dışında girdiği ülke hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmayan ve yüksek teknolojik olanaklarla desteklenen bir özgüvenle yabancı bir ülkenin topraklarına girmekte hiçbir ahlaki düşkünlük hissine kapılmayan bu askerler, bir anda bozuk İngilizceleriyle kendilerine sorular yönelten Iraklılarla burun buruna gelmiş, başlarına geleceğini belki de tasavvur etmedikleri bir durumun pençesinde kıvranmaktaydı.
Bugüne kadar koalisyon güçlerinin sınırsız ve engelsiz ilerleyişlerini doğal, karşı konulmaz bir eylem olarak sunan hakim medyanın konuşan kafaları bu kez “karşı propaganda”nın ezikliği altında kaldılar. Simülasyonlar eşliğinde ballandıra ballandıra tanıttıkları ileri “teknoloji harikası” uçak gemileri, tanklar, füzesavarlar, radarlar, vs. bir tek karşı propagandanın hücumu karşısında adeta bozguna uğradılar. Ve artık Bağdat’tan sadece “iddialar” değil bildirimler de yayınlamaya başladılar. İbre bir anda tersine döndü, akredite kaynaklar bir anda “iddia edenler” konumuna düştü.
Dehşet içindeki bir esirin düpedüz ölüm, ama daha da beteri işkence korkusunu izlemek vicdanınızı sızlatır belki. Ancak ekranda izlediğimiz askerin, kullandığı savaş makinasına “dul bırakan” adını verebildiğini anımsadığınızda, yalnızca bunu anımsadığınızda bile vicdanınızdaki sızının katmerlenmeyeceği de açık değil mi?
Bu ikisini birbirini etkisizleştirecek duygular olarak görmüyorum, ancak bu türden bir savaşın acımasızlığı ve anlamsızlığını bu denklem ortaya koyuyor. Hangi türden savaşları hariç tuttuğumu soruyorsanız size sömürüden, sınıflardan, Filistin halkından, Kürt halkından, yani salt Filistin’li ve Kürt olduğu için sistematik olarak saldırı nesnesi haline gelen halkların ve daha başkalarının mücadelelerinden, emperyalizmden, vb. vb. bahsetmem gerekir.
Hepimiz biliyoruz, ABD’nin ve onun yardakçılarının savaşı düpedüz haksız bir savaş. Saddam’dan nefret dahi etseniz, esir askerlerin görüntülerini izledikçe bu apaçık güç dengesizliği karşısında aklınız ve yüreğinizin korku ve dehşet içindeki askerlere değil de Iraklıların -ve sadece kadın ve çocukların değil, Iraklı askerlerin de- yaşadığı korku ve dehşete kilitlendiğini görüyorsunuz. Üstelik daha siyaset konuşmaya başlamadık bile, bunlar yalnızca hissiyatımız…