Nasıl olurdu da 12 Eylül’den beri rahatlıkla kullanageldikleri keyfi davranma hakkına sınırlama gelebilirdi? Onlar değil miydi istediği zaman işçi çıkarabilen? Son 10 yıl içinde sırf sendikalaştılar diye 10 binlerce işçiyi kapının önüne koymamışlar mıydı? Üstelik işçilerin yasal hakları olan kıdem tazminatını da üçe beşe bölerek ve taksitlendirerek… Şimdi ne münasebetle işçi çıkarırken bir gerekçe sunacaklardı? […]
Nasıl olurdu da 12 Eylül’den beri rahatlıkla kullanageldikleri keyfi davranma hakkına sınırlama gelebilirdi? Onlar değil miydi istediği zaman işçi çıkarabilen?
Son 10 yıl içinde sırf sendikalaştılar diye 10 binlerce işçiyi kapının önüne koymamışlar mıydı? Üstelik işçilerin yasal hakları olan kıdem tazminatını da üçe beşe bölerek ve taksitlendirerek… Şimdi ne münasebetle işçi çıkarırken bir gerekçe sunacaklardı?
İşveren çevrelerini böylesine öfkeye sevk eden iş güvencesi günah keçisi ilan edildi. Özellikle TOBB ve TÜSİAD gibi örgütler başından beri iş güvencesine karşı çıktı. TİSK ise iş güvencesini “dengeleyecek” (!) iş yasasını gündeme getirdi. Bu yolla “iş güvencesine karşı olmadıklarını, ama bunun iş yasasının bütünlüğü içinde ele alınması” gerektiğini ifade ediyorlardı.
Bu nedenle Bilim Kurulu tarafından iş yasası taslağı hazırlandı. Yeni hükümetin işbaşına gelmesiyle bu taslağın 15 Mart’a kadar yetiştirilmesine çalışıldı. Ama görüldü ki bu taslak, 15 Mart’ta yürürlüğe girecek iş güvencesini tamamen ortadan kaldırdığı gibi, diğer konularda da çalışanları adeta “çağdaş köleliğe” götürüyor.
Bu yüzden işçi örgütleri tasarının belirli maddelerine itiraz ettiler. Çalışma Bakanı tarafından düzenlenen 6 toplantıda bunlar tartışıldı. Neydi karşı çıkılan maddeler?
İşçinin iki işveren arasında ya tamamen ya da geçici olarak devrini öngören, yani işçiyi meta konumuna indiren “iş devri” ve “ödünç iş ilişkisi”. İşçilerin hiçbir gerekçeye dayanmaksızın belirli sürelerle işe alınmalarını düzenleyen, yani böylece bu belirli sürenin bitiminde işten çıkarılmayı peşinen öngören madde. İşin herhangi bir bölümünün, yine gerekçesiz olarak alt işverene, yani taşerona devredilmesini öngören düzenleme vb.
Bunlar esneklik sağlayan maddeler, diyorlar. Biz de diyoruz ki bunlar işçiyi köleleştiren maddeler. Şöyle ki; diyelim işçiler örgütlenmeye başladı. Bunu öğrenen işveren, bu örgütlenmeyi kırmak için işçileri hoop başka bir işverene devredebilir ya da “Kusura bakma, seni ödünç verdim, kiraladım!” diyebilir.
Ya da son günlerde örneği sık görülen şekilde, işçileri belirli sürelerle istihdam edebilir. Böylece iş güvencesini peşinen ortadan kaldırmış olur. Ya da 1000 kişilik bir işyerini 10’ar kişilik 1000 alt işletmeye dönüştürebilir.
Bu kadar da olur mu, demeyin. Olur! Olduğunu, bunların yapıldığını cümle alem biliyor. Daha kötüsü de olabilir.
Örneğin bir dönem Polonya’da olduğu gibi, bir nakliye firması elindeki 100 kamyonu kağıt üzerinde ücretli çalıştırdığı 100 şoföre “satabilir” ve aralarındaki ilişki işçi-işveren ilişkisinden çıkarak iki ticari kurum arasındaki ilişkiye dönebilir. Bir tekstil işletmesi 10 tezgahı, tezgah başındaki kıdemli işçiye “deveredebilir” ve onlardan “hizmet satın alabilir”.
İşçilerin sosyal haklarını tamamen ortadan kaldıracak bu düzenlemeler yeni iş yasasıyla mümkündür. Bu ortamda ne iş güvencesinden ne de bireysel ya da kollektif haktan söz edilebilir.
İşçiler bu tasarıyı “kölelik tasarısı” olarak değerlendirmekte haklıdır. Bu nedenle bu savaş ortamında bu tasarıya yeterli olmasa da muhalefet edilmiştir. Bu muhalefet sonuç da vermiş ve tasarının Meclis’te görüşülmesi durdurulmuştur.
Ama bu arada olan iş güvencesine oldu. İş güvencesinin uygulaması da 30 Haziran’a ertelendi. Bu kazanılmış hakkın gaspıdır. 15 Mart’ta yürürlüğe giren yasanın ertelenmesi Cumhurbaşkanınca onaylanıncaya kadar yürürlüktedir. Kaldı ki Cumhurbaşkanı’nın veto yetkisi vardır ve bu yetkiyi kullanmalıdır.
12 Eylül’den bu yana işçilerin ilk kez bir nebze de olsa elde ettiği bu hak mutlaka korunmalı ve kullanılmalıdır. Savaşın tozu dumanı bu hakkın kullanımını ortadan kaldırmamalıdır.