Ama Bush rejimi gezegen üzerindeki tek taraflı ve maço yürüyüşünü başlattığından beri, Birleşik Devletler ve “Avrupa”nın ilişkileri gerilimli. Ve dünya politikacıları ile medyası da “Batı”nın jeopolitik birliğinin artık kendinden menkul bir önerme olmadığının farkındalar. Blair, Irak’ın ABD tarafından fethinin ardından kendisini, elbette büyük bir çaba gerektiren ve geleceği belirsiz olan Avrupa ile Birleşik Devletler’in birliğinin […]
Ama Bush rejimi gezegen üzerindeki tek taraflı ve maço yürüyüşünü başlattığından beri, Birleşik Devletler ve “Avrupa”nın ilişkileri gerilimli. Ve dünya politikacıları ile medyası da “Batı”nın jeopolitik birliğinin artık kendinden menkul bir önerme olmadığının farkındalar. Blair, Irak’ın ABD tarafından fethinin ardından kendisini, elbette büyük bir çaba gerektiren ve geleceği belirsiz olan Avrupa ile Birleşik Devletler’in birliğinin restorasyonu işine vakfetti.
27 Nisan 2003 tarihli New York Times Pazar ekinde ikisi de İngiliz yazarlar tarafından yazılmış olan iki makale vardı. Çok farklı tonlardan konuşuyorlardı. Timothy Garton Ash imzalı olan birincisinin başlığı “Batı nasıl bir olabilir”di. İkincisi ise Niall Ferguson’a aitti ve oldukça farklı olan “İmparator geri tepiyor” başlığına sahipti. Her iki makalenin satır aralarının okunması Düzenin ezeli merkezi ile yeni güçlenen aşırı sağ arasındaki tartışmanın doğasını açığa çıkartıyor.
Ash Oxford’daki St. Antony Koleji Avrupa Çalışmaları bölümü müdürü ve (bir radikalizm odağı sayılamayacak olan) Stanford’daki Hoover Enstitüsü’nde öğretim görevlisi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü öncesinde ve sonrasında doğu-orta Avrupa üzerine kaleme aldığı geniş yazılarıyla iyi tanınıyor. “Sevgiyi Amerikalı arkadaşlarına”, “kederli bir mektup” diye tanımladığı bir yazı yazıyor. Giriş cümlesi şöyle: “Batıyı yeniden biraraya getirmeliyiz.” Makale iki konuya yoğunlaşıyor -Ortadoğu ve Fransa. Ortadoğu üzerine görüşleri Blair’in açıkça dile getirdikleriyle oldukça benzer. Özellikle, “yaşayabilir bir Filistin devleti”nin yaratılmasının önemini vurguluyor. Fransa’nınsa, Irak savaşı konusunda kendi görüşüne göre “çılgınca” davrandığına inanıyor.
Yine de, “Washington’daki Fransa tepkisinin çok ileri gittiğini” söylüyor, çünkü “Churchill haklıydı: bizim istediğimiz Avrupa Fransa’sız inşa edilemez.” “Daha az saldırgan bir Birleşik Devletler” için yalvarıyor.
Ferguson’un makalesine döndüğümüzde ise ses tonu oldukça farklı. Ash gibi onun da Atlantik’in her iki yakasıyla da ilişkileri var. New York Üniversitesi’nde mali tarih profesörü olduğu gibi, Oxford’daki Jesus Koleji’nde de araştırma görevlisi. Onun altbaşlığı “Neden Amerikalılar dünyayı yönetmek için gereken şeye sahip değiller.” Ve bunu açıklıyor. Birleşik Devletler’i “kronik bir kısa vade çerçevesine” sahip olmakla suçluyor. Amerikalıların, zamanında İngilizlerin sahip olduğunu söylediği “uzun vadeli idare isteminden yoksun” olmasından korkuyor. İngiliz seçkinlerinin bir bölümünün “tüm çalışma hayatlarını, doğdukları topraklardan uzakta, cehennemi sıcaklıkta, hastalık dolu ülkeleri yönetmekle geçirmek istediklerini” belirtiyor. Tersine, “Amerikan seçkinlerinin eğitim kurumlarının ürünü, jet ziyaretler ve tatiller dışında deniz aşırı ülkelere gitmekte hiç de istekli olmayan insanlar.” Vardığı sonuç? “Amerikan imparatorluğu kendi adını telaffuz etmeye cüret etmediği sürece -bu örgütlü ikiyüzlülük geleneğini sürdürdükçe- bugünün hevesli kadın ve erkekleri savaş sonrası Irak’ının geleceğine bir gözatıp hep bir ağızdan şöyle diyecekler, “oraya adımını bile atma.”
Yani Ash Birleşik Devletler’in emperyal yola, tek taraflı ve saldırganca girmesinden korkuyor. Ve Ferguson Birleşik Devletler’in, cehennemi sıcaklıktaki, hastalık dolu ülkeleri ısrarla işgal etmeyi gerektiren emperyal yola girmemesinden korkuyor. Kim haklı? Bu tür tartışmaların çoğunda olduğu gibi, her ikisi de haklı. Ash, Birleşik Devletler’in bunu tek başına başaramayacağını söylerken haklı – askeri olarak belki, ama politik olarak hayır. Ve Ferguson ABD seçkinlerinin Üçüncü Dünya’nın “Bölge görevlileri” olarak çalışmaya tamamen hazır olmadıklarını söylerken haklı.
Ash, Bush rejimine anlamlı bir işbirlikçi Atlantik ittifakına dayalı olan, geçen yılın dış politikasına geri dönmesi için yalvarıyor. Ferguson ise, böyle yapmamaları ve bir teröristler denizinin ortasındaki parlak gözlü idealistler gibi davranma ikiyüzlülüğünü bırakmaları için. Bana kalırsa ikisi de yalvardıkları ABD siyasetini elde edemeyecekler. ABD’li şahinler, Ash’in Birleşik Devletler’den yapmasını istediği şeyi yapmayı reddedecekler, zaten çoktan reddettiler. Öte yandan, ABD’li şahin siyaseti, tam da Ferguson’un belirttiği sebeplerden dolayı, zaman içinde sadece Amerikan seçmeni açısından değil fakat aynı zamanda ABD seçkinleri açısından da politik bakımdan kabul edilebilir değildir. Amerikalıların çoğu, büyük askeri zaferlerle coşsalar da, emperyal ağalar yerine izolasyonist bir konumda olmayı tercih ediyorlar.
Birleşik Devletler gelecekteki dünya siyaseti üzerine politik bakımdan ızdırap çekmeyi sürdürürken (Bush’un kamuoyu yoklamalarındaki mevcut yüksek ratingleri geçici ve Birleşik Devletler aslında bu soru hakkında ızdırap içinde), Avrupa acı içinde – “Batının” ya da “Atlantik dünyasının” bir parçası olarak değil, Avrupa olarak- kendisini inşa etmeyi sürdürecek. Birleşik Devletler’in politik olarak, keskin ve açık iç çelişkiler içinde gibi görünmekte olan Avrupa’dan çok daha birleşik gibi göründüğü şu an, bunu nasıl söyleyebiliyorum?
Gerçekte bunun iki nedeni var. Biri ekonomik, diğeri kültürel. Ekonomik olanı anlatmak daha kolay. Bir yandan, Avrupa, dünya ekonomisindeki, bu yapının Kuzey’e sağladığı tüm avantajlarla birlikte, mevcut merkez- çevre yarılmasını korumak konusunda Birleşik Devletler’le çıkar ortaklığına sahip. Öte yandan, Avrupa Birleşik Devletler’in açıkça ekonomik rakibidir ve bu rekabet gelecek onyıllarda daha da yoğunlaşacaktır. Yani Dünya Ticaret Örgütü gibi arenalarda ortak bir Kuzey cephesinden elde edeceği kazanımları ve Birleşik Devletler’in kendisi üzerinde, ABD’nin Avrupa üzerindeki askeri ve politik baskılarıyla ayakta tutulan doların rolü sebebiyle sürdürdüğü ekonomik avantajdan kaynaklanan kayıplarını dengelemek zorundadır.
Avrupa doların ayrıcalıklı rolünü kırmayı beceremezse, ikinci sınıf bir konuma mahkumdur. Avrupalılar bunu anlayacak kadar zekiler. Birleşik Devletler’le büyük bir kavgaya tutuşurlarsa, “Kuzeyin” bütünsel bir üyesi olarak sahip oldukları sınıf çıkarlarından imtina mı edecekler? Mutlaka değil, çünkü ABD’nin Kuzey stratejisinin kendi sürdürmek istediklerinden daha az etkili olduğuna ve ABD’nin Kuzey-Güney sorunlarındaki konumunun Avrupa ile aynı anda tutuştukları kavga tarafından sıkıştırıldığına inanıyorlar. Avrupa farklı bir Kuzey-Güney politikasının sadece kendi çıkarlarına değil (ABD bunu anlamasa bile) Birleşik Devletler’inkilere de daha uygun olduğuna inanıyor. O halde Avrupa, Birleşik Devletler’le, hem uluslararası mali düzenlemeler, hem de yeni lider ürünlere yatırımlar konusu etrafında dönen ekonomik mücadelesini sona erdirecek gibi görünmüyor. Ve Avrupa, kendi ekonomik çıkarlarını elde etmek için, Blair ve Bush’un yakın zamanda tek bir ağızdan sertçe karşı çıkmalarına, bunu durdurmayı başaramayacaklarına dair derin bir kaygı ile zayıflayan bu karşı çıkışa rağmen, şimdi bağımsız bir askeri güç inşa edecek.
Kültürel öğeye gelince, bir parça tarihe geri dönmeliyiz. Birleşik Devletler kültürel olarak Avrupa’nın bir ürünüdür. Ve 1945’e kadar, hem Avrupa’da (özellikle olmasa bile, Büyük Britanya da dahil olmak üzere)hem de Birleşik Devletler’de, Avrupa büyük biraderdi. 1945 sonrası yeniden düzenlemeler Avrupa’yı küçük biradere dönüştürdü. Ve onlar da bu dönüş
ümü asla gerçekten içlerine sindiremediler. Avrupalılar bu durumu soğuk savaş döneminde büyük çoğunlukla sineye çektiler. Ama artık sineye çekmenin bir nedenini de göremiyorlar. Burada, en muhafazakar Avrupalılar bile bu duyguyu paylaşıyor. Ferguson’un tezlerindeki kültürel hoşnutsuzluğa dikkat edin. Gerçekte, onun hoşnutsuzluğu kültürel siyaset bakımından Ash’in kederinden sadece çok az fark taşımaktadır. Ash sadece daha nazik.
Avrupa’nın kültürel gururu çoğunlukla birçok Amerikalı için tamamen anlaşılmazdır. Her zaman da böyle oldu. Bugün son derece egemen olan Fransa-tepkisi Fransa-karşıtı değil; Avrupa karşıtı. Ve Avrupalılar da bunun farkındalar. Ash bunu açıkça gören tek kişi değil. Batı sahiden de var mı? Jeopolitik bakımdan tamamen ortadan kaybolmadı, ama inanılmaz biçimde zayıflamış gibi görünüyor.