Böylece ABD ile Avrupa arasındaki uyumsuzluk yeni bir aşamaya girerken, Alman iş çevrelerinin gazetesi Handelsblatt’a göre “Avrupa Birliği’nde ortak bir dış politika geliştirme çabalarının üzerine koyu bir gölge düştü”(30/01). Handelsblatt’ta Hoening imzasıyla yayımlanan ‘Aşağılanma’ başlıklı yorumdaki “15 AB ülkesi durumu kabul etmelidir. Artık son çözüm olarak savaş, seçeneklerin dışında bırakılamaz” saptamasına bakarak, Almanya’nın da tutumunu […]
Böylece ABD ile Avrupa arasındaki uyumsuzluk yeni bir aşamaya girerken, Alman iş çevrelerinin gazetesi Handelsblatt’a göre “Avrupa Birliği’nde ortak bir dış politika geliştirme çabalarının üzerine koyu bir gölge düştü”(30/01). Handelsblatt’ta Hoening imzasıyla yayımlanan ‘Aşağılanma’ başlıklı yorumdaki “15 AB ülkesi durumu kabul etmelidir. Artık son çözüm olarak savaş, seçeneklerin dışında bırakılamaz” saptamasına bakarak, Almanya’nın da tutumunu değiştirebileceğini düşünebiliriz.
“Sekizlerin” mesajının, ABD’nin imparatorluk sürecini güçlendirdiği, Fransa-Almanya ekseninin Avrupa Birliği liderliğini ele geçirme çabalarına büyük bir darbe vurduğu da söylenebilir. Ancak, durumun ilk anda göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu söylemek de mümkün.
Diplomatik manevralar
11 Eylül’de Avrupa’dan büyük destek alan ABD, bu hızla başlattığı terorizme karşı şavaş ilerledikçe bu desteğin giderek erimesine şahit oldu. Bu destek eridikçe de ABD ile Avrupa arasında olduğu varsayılan ittifaklar zinciri zayıflamaya başladı. Süreç zamanla Avrupa’nın, ABD’nin imparatorluk refleksini dengeleme, ABD’nin de AB’nin uluslararası planda bir engel oluşturmasını önleme diyalektiği içinde gelişmeye başladı. Karşılıklı güvensizlik, ABD’nin Irak’a yönelmesiyle birlikte daha da arttı, nihayet Versay Antlaşması’nın 40. yıl töreninde Almanya ve Fransa’nın Irak’ta bir savaşa karşı ortak açıklamalarıyla yeni bir boyut kazandı.
Bu açıklamanın ardından ABD, Avrupa Birliği’ni bölmek ve Almanya-Fransa eksenini tecrit etmek için girişimlerini hızlandırdı. Önce Savunma Bakanı Rumsfeld, “eski” ve “yeni” Avrupa kavramını ortaya atarak, bu bölünmeyi kavramsal planda gerçekleştirdi. ABD basını da, ABD dış politikasında üretilen bu aracı hemen benimsedi (Öneğin Newsweek, 31 Ocak). Arkasından, Financial Times’ın aktardığına göre ABD, yeni temsilciler göndererek Avrupa’da diplomatik bir saldırı başlattı (27/01). Bu sırada Wall Street Journaı’ın (Avrupa) yorum sayfası editörleri Therese Raphael ve Mike Gonzalez, İtalya ve İspanya Başbakanları Berlusconi ve Aznar’ın ofislerini arayarak “Fransız-Alman deklarasyonu üzerine tepkilerini öğrenmek istiyor ve yazılı bir açıklama yapmak istermisiniz” diye soruyordu. (Liberation 31/01). ABD’nin bu girişimleri sonuç verdi. Aznar – Blair inisiyatifiyle(?) “sekizlerin”, yalnızca ABD ile Avrupa arasındaki ittifakın önemini vurgulamakla, ABD’nin Irak poltikasını desteklemekle kalmayan, Avrupa’nın özgürlüğünü (hem II. Dünya Savaşı’nda, hem de soğuk savaşa göndermeyle -E. Y.) ABD’ye borçlu olduğunu vurgulayan mektubu hazırlandı. Böylece de Alman Hristiyan Demokrat Partisi’nden milletvekili, Elmar Brok’un, krala sadakatini açıklayan feodallerin resmi geçidini düşünerek “Vasalların gecişi” deyimini vurguladığı gibi (Le Monde 30/01), bazı ülkeler, uzun süredir zaten bilinen, ABD’ye bağımlılıklarını resmen açıklamış oldular. Mektup hazırlanırken Almanya ve Fransa’yla konuşulmamış olmasıysa, bu resmi geçidin kime gözdağı vermek için yapıldığını ortaya koyuyordu.
Şimdi ABD, Irak’a karşı yeni bir karar için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne getirmeye hazırlanırken, özellikle Fransa’ya şu üçlü mesajı vermek istiyor: Birincisi, eğer Güvenlik Konseyi’nde veto hakkını kullanırsan, bundan sonra AB’yi bölmek için elimden geleni yapacağım. İkincisi, sen veto edersen, ben yine Irak’a saldıracağım, ama senin uluslararası alanda etkin olabileceğin tek platform anlamını yitirir. Nihayet vetoyu kullanırsın, ben aldırmam, senin hiçbir gücün olmadığı ortaya çıkar. Ek olarak, ABD’nin Doğu Avrupa’yı öne çıkararak Rusya’nın önüne de, “Bak bu bölgede liderlik olanağı var” gibisinden bir havuç attığı da söylenebilir.
“Pas formidable”
Ancak, biraz daha dikkatle bakınca, yaratılan rüzgarın o kadar da güçlü olmadığını görmek mümkün. Bunun için devlet, hükümet, ve kamuoyu (halk sınıfları) ayrımı yapmaya olanak veren bir gözlük takmak yeterli. Birincisi, ABD’ye bağlılığını açıklayanlar aslında günün hükümetleri. Bunlardan yalnızca İngiltere’nin ABD ile “özel bir ilişkisi” var. İtalya ve İspanya’da başka bir hükümet başka bir tutum alabilirdi. Nitekim Le Monde’un aktardığı gibi, Çek Cumhuriyeti Başbakanı, mektuba imza koyan Başkan Havel’için, ‘kendisini bağlar’ diyerek imzalamadığını belirtmiş. Hollanda’da da benzer bir durum var. Portekiz Devlet Başkanı, imzalayan başbakanla aynı görüşte olmadığını söylüyor. Macaristan Devlet Başkanı’nın ise, imzayı koymuş olmasına karşın, arkasından yaptığı yorumlar Fransa’ya yakın olduğunu gösteriyor. Bu nedenlerle, Fransa hükümetinin soğukkanlılığını korumaya devam etmesine, bir Başkanlık sözcüsünün, cuma günü, mektuba ilişkin olarak “pas formidable” (o kadar da görkemli değil)(Le Monde) saptamasına hak vermek mümkün. Zaten, Avrupa Parlamentosu’nda da çoğunluk, son oylamanın gösterdiği gibi “sekizlerin” çizgini desteklemiyor. Nihayet en önemlisi, The Economist’in bu hafta vurguladığı gibi mektuba imza atan hükümetlerin hemen hepsinde kamuoyu büyük bir çoğunlukla savaşa, özellikle de BM onayı olmayan bir savaşa karşı.
Diğer taraftan, bakış açısını biraz değiştirerek, Prof Wallerstein’in yorumunun ışığında (http://fbc.binghamton.edu/106en.htm), ABD’nin tüm diplomatik çabalarının, ABD politikası üzerinde etki yapmaya muktedir tek ülkenin, ABD ve İngiliz gazetelerinin vurgulamaya çalıştığının aksine, İngiltere hatta Rusya değil, aslında Fransa olduğunu bir kez daha ortaya koyduğu söylenebilir.
Çatlaklar her yerde…
Neticede, Bush hükümetinin, “sekizlerin” mektubuyla Avrupa Birliği’ne, Almanya-Fransa eksenine karşı bir “altın vuruş” yaptığını söylemek kolay değil. Ancak, bu mektubun birçok çatlağı (ABD ile Avrupa Birliği projesi arasındaki; Avrupa Birliği içindeki; Avrupa Birliği kurucu üyeleriyle, yeni gelenler arasındaki; hükümetlerle kamuoyu arasındaki) birden gözler önüne getirdiği de bir gerçek. Böylece yakın bir gelecekte bir ortak Avrupa dış politikasının oluşmasının yanı sıra, yeni katılacak’ olanların da Birliğe entegrasyonunun çok zorlaştığı söylenebilir. Ancak, buradan hereketle Bush hükümetinin, Avrupa’yı AB’de değil de NATO’da birleştirme girişiminin başanlı olacağı, AB’nin bloklaşma sürecinin önünün kesilmiş olduğu sonucuna ulaşmak için henüz vakit çok erken. Her şeyden önce Irak savaşının, sonra da ABD ekonomisinin nasıl gelişeceğine bakmak gerekiyor. Ben Almanya ve Fransa’nın son dakikada savaş trenine atlayacağını düşünmekle birlikte, hem bu son haftalarda yaşanan diplomatik savaşın taraflarda derin izler bırakacağını, hem de savaşın gidişi içinde taraflara yeni manevra alanlan açılacağını düşünüyorum.