Ülkemizde de özellikle son iki yıldır yaşanan krizle birlikte bu konu çokça tartışılır oldu. Varolan geleneksel kır ve kent yoksulluğunun yanı sıra, son 20 yıldır “liberalleşmenin” nimetlerinden yararlanan, bireysel nitelikleriyle “kariyerlerini” biçimlendiren kentli orta sınıfların da krizden nasibini alarak işsizlik ve yoksulluk kervanına katılması elbette bu tartışmayı daha da anlamlı kılıyor. Mevcut sistemde kimsenin bireysel […]
Ülkemizde de özellikle son iki yıldır yaşanan krizle birlikte bu konu çokça tartışılır oldu. Varolan geleneksel kır ve kent yoksulluğunun yanı sıra, son 20 yıldır “liberalleşmenin” nimetlerinden yararlanan, bireysel nitelikleriyle “kariyerlerini” biçimlendiren kentli orta sınıfların da krizden nasibini alarak işsizlik ve yoksulluk kervanına katılması elbette bu tartışmayı daha da anlamlı kılıyor.
Mevcut sistemde kimsenin bireysel kurtuluş imkanına sahip olmadığı, güvencesizlik ve belirsiz geleceğin herkesi tehdit ettiği daha iyi anlaşılıyor.
Seçim sonuçları da yoksulluk temasına katkıda bulundu. AKP’nin aldığı oyların arkasında, bu partinin göreli olarak yoksullarla daha doğrudan ve sürekli bir ilişki kurması yatıyor. Sol siyasal hareketlerin, toplumsal örgütlerin, sendikaların vb. boş bıraktığı alanı, bu parti ve temsil ettiği çizgi, elindeki tüm olanakları (belediyeler, “hayırsever” işadamları, “inançlı” kadrolar ve sempatizanlar vb.) kullanarak doldurmaya çalışıyor.
Burada yoksulluğa nasıl yaklaşıldığı önem kazanıyor. Dünya Bankası merkezli yaklaşımda, yoksulluk bir sosyal risk (yani, tehlike) olarak görülüyor ve riskin en çok olduğu hedef kitlelere yönelik, ağırlıkla özel sektör ve NGO’lar tarafından sosyal yardım programları uygulanması ön görülüyor. Burada genel ve herkese uygulanabilir sosyal haklardan (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, istihdam, konut vb.), yani “sosyal devletin” yükümlülüklerinden vazgeçilerek, sadece riskli grupları öne çıkaran bir “yeni liberal yaklaşım ile karşı karşıyayız.
Türkiye’de de kriz sonrasında gündeme gelen “yoksullukla mücadele” planlarında bu yaklaşımın egemen olduğu görülüyor. Araştırmalar çok yoksul ailelerin cebine konacak 50-100 milyon lira aylığın onların yaşamında reel bir ilerleme sağlayacağını ortaya koyduğundan, uygulamalarda bu anlayış öne çıkıyor. Öte yandan “sivil alanda” yapılan çalışmalar, örneğin iftar çadırları, haftalık olarak yoksul ailelere makarna, bulgur, pirinç vb. dağıtma, çeşitli organizasyonlarla “hayırsever” işadamlarının yaptığı yardımlar da bu anlayışla örtüşüyor.
Yoksulluğa bu yaklaşım, yoksul kitleler arasında “Allah razı olsun!” fikrini güçlendiriyor; muhalif tepkileri törpüleyerek kaderciliği ve “haline şükretmeyi” besliyor.
Tabii bunda yoksulların bir suçu yok. Onlar yaşam mücadelesi içerisinde zorluklarla baş etmeye çalışıyor. Zorlukla baş etme yolu olarak önlerine sadece bu seçenek konuyor. Yoksulluğun bir kader olmadığı, yoksulluğu yenmenin örgütlenmekten ve hak aramaktan geçtiği, genel bir sosyal haklar talebinin hem ulusal devlet hem de küresel kurumlar karşısında son derece haklı bir talep olduğu, bunun için bir emek hareketi halinde örgütlenmek gerektiği, bununla birlikte yoksulların dayanışma organları yaratarak hayatın zorluklarını paylaşabilecekleri vb. yönündeki düşünceler ve pratikler uzunca bir süredir yoksullara ulaşamıyor. Oysa tam da bunu yapmak gerekiyor. Eldeki tüm imkanların ve araçların, böyle bir çalışmaya sevkedilmesi zorunludur. Esasen emek hareketinin, sendikaların, sol siyasal partilerin, hareketlerin yeniden yapılanması da böyle bir süreçten geçecektir.