Seçimlerin sonrasında açıklanan Acil Eylem Planı ile 23 Kasım’da duyurulan 58. Hükümet Programı, özü itibariyla IMF-Dünya Bankası ikilisinin güdümünde sürdürülen neoliberal iktisat politikalarının Türkiye’nin dışa bağımlılığını arttırıcı, dış şoklara dayanıksız, zayıf ve taşeronlaştırılmış bir ekonomi yaratma projesinin devamı niteliğindedir. Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, siyasi İslamcı gelenekten gelen AKP, kendine özgü bir ekonomik programdan yoksundu. […]
Seçimlerin sonrasında açıklanan Acil Eylem Planı ile 23 Kasım’da duyurulan 58. Hükümet Programı, özü itibariyla IMF-Dünya Bankası ikilisinin güdümünde sürdürülen neoliberal iktisat politikalarının Türkiye’nin dışa bağımlılığını arttırıcı, dış şoklara dayanıksız, zayıf ve taşeronlaştırılmış bir ekonomi yaratma projesinin devamı niteliğindedir. Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, siyasi İslamcı gelenekten gelen AKP, kendine özgü bir ekonomik programdan yoksundu. Bu tür partiler iktidara geldiklerinde iktisadi ve sosyal politika uygulamalarını, konjonktürel koşullarda kendilerini kuşatan toplumsal talepler ve sınıfsal konumları doğrultusunda biçimlendirirler. Bu bağlamda Kasım seçimleri ertesinde AKP üç farklı kaynaktan gelen etki ve baskılarla yüzyüze geldi. Bu farklı etki ve baskıların yarattığı gerilimlerin çözümü, yeni iktidarın âcil görevi olarak ortaya çıktı.
Birinci grup kısıt, baskı ve etkiler, son yıllarda IMF/Dünya Bankası aracılığı ile Türkiye toplumunu mutlak bir bağımlılık cenderesine sürüklemiş olan uluslararası sermayenin programını eksiksiz uygulama doğrultusundaki dış ve iç taleplerden kaynaklanıyordu. Seçimlere giderken resmi belgelerinde AKP bu programla kavgalı olmayacağı mesajını güç odaklarına aktarmada özen göstermiş; ancak seçmen kitlelerine dönük çalışmalarında, programın sosyal ve ekonomik sonuçlarına dönük sert eleştirileri sürdürmekten kaçınmamıştı.
İkinci grup etkiler, AKP’nin sınıfsal konumundan kaynaklanmaktadır. AKP, yönetici kadrolarının tüm organik bağlantıları ve sabıkaları bakımından açık ve seçik bir sermaye partisidir. Ancak, dayandığı ve bütünleştiği sermaye grupları, hem İslami ideolojiyle ilişkileri, hem de ekonomik konumları bakımından bir önceki iktidara damgasını vuran TÜSİAD ağırlıklı, büyük boyutlu mali, ticari ve sınai sermaye ile özdeş değildi. Bu gruplar, uluslararası sermayenin Türkiye burjuvazisi için biçtiği “taşeronluk” konumunu sineye çekmeye razı idiler. Ancak, finansal sistemle ilişkileri, alacaklı değil, borçlu konumunda belirlenmekte ve banka/rantiye egemenliği ile belirlenen politikalarla da ciddi sorunları olduğu görülmektedir. Örneğin, kayıt-dışı ekonomiyle çok daha fazla bütünleşmiş olup, işgücü piyasasında enformelleşmenin ve kuralsızlaştırmanın (de-regülasyonun) tutkunudurlar. Vergi sistemini yaygınlaştıracak, kaçakları sınırlayacak politikaların tasfiyesini arzulamakta, hatta ödünlerin, teşviklerin, örneğin vergi afları ile genişletilmesini talep etmektedirler. Siyasi iktidarlar tarafından dağıtılacak rant ve avanta paylaşımında sıranın kendilerine gelmesini; bu mekanizmaları uluslararası sermaye lehine kısıtlayan (örneğin finansal sistemi, kamu ihalelerini kapsayan) düzenlemelerin aşındırılmasını istemektedirler. Ve nihayet, bir yandan vergi ödünleri, bir yandan kamu ihalelerini canlandıracak kamu harcamaları aracılığı ile genişletici mali politikaları talep etmekte ve böylece, faiz dışı kamu fazlası oranını IMF programlarında öngörülen düzeyin altına çekmenin beklentisi içinde görünmektedirler.
Üçüncü grup etkiler ise, son yıllarda yüz kızartıcı bir duyarsızlıkla Türkiye toplumunu hızla artan işsizliğe ve yoksullaşmaya mahkûm eden IMF/Dünya Bankası politikalarına karşı patlak veren halk muhalefetinden kaynaklanmakta idi. AKP, işçi, köylü esnaf-zanaatkâr, emekli ve işsiz milyonlardan kaynaklanan bu tepkinin önceki iktidar partilerini farklı biçimlerde cezalandırması sonunda iktidara geldi. Bu gurubu oluşturan milyonlar, işsizliği, yoksulluğu azaltacak, ekonomiyi bir genişleme patikasına oturtacak kamu politikalarının özlemi içinde önceki sermaye grupları ile paralel düşmekte idiler. Ancak bu yönelişin, kayıt-dışı ekonomiyi, enformel istihdamı, sendikasızlaştırılmayı artıran ve kooperatifleşmeyi daraltan emek-karşıtı politikalarla değil, sosyal içerikli kamu politikalarıyla gerçekleşmesinin beklentileri içinde idiler.
Bağımsız Sosyal Bilimciler olarak bir araya gelmiş bulunan bizler, seçimler sonrasında AKP tarafından kamuoyuna sunulan Acil Eylem Planı’nı, 23 Kasımda açıklanan Hükümet Programını ve yeni iktidarın iki aylık uygulamalarını, iktisadi ve sosyal politikalar bağlamında çözümlemek ve teşhir etmek istiyoruz. İncelememiz gösterecektir ki, yukarıda sözünü ettiğimiz kısıt, etki ve baskılar tarafından kuşatılmış bulunan AKP, IMF/Dünya Bankası ikilisinin güdümünde önceki iktidarlarca sürdürülen neoliberal politikalara sonunda kesinlikle teslim olmuştur.
Bu çalışma üç bölümde yürütülmüştür. İlk bölümde Türkiye’nin 2003 başında içinde bulunduğu iktisadi durumu verilerle tespit etmekteyiz. AKP’nin 2003 ve sonrasına ilişkin iktisadi/siyasi/sosyal programı ise ikinci bölümün konusu olacaktır. Sonuç bölümünde ise Bağımsız Sosyal Bilimciler olarak bizlerin, AKP hükümetine ilişkin genel değerlendirmeleri yer alacaktır.
1. 2003 Başında Türkiye Ekonomisi’nin Görünümü
Türkiye 2002 yılını reel ekonomik büyümenin artıya dönüştüğü ve enflasyonunda önemli gerilemelerin yaşandığı bir yıl olarak geçirmiştir. Elimizdeki ilk üç çeyreğe ait veriler, 2002’de 2001’in eş dönemine görece Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın sabit fiyatlarla %6.4 büyüdüğünü göstermektedir. Bu, kuşkusuz 2001’de yaşanan ve GSYİH’nin %7.4 daralmasıyla somutlanan iktisadi krizin ardından gelen son derece olumlu bir gelişmedir. Ancak büyüme sürecinde toplam GSYİH’a ilişkin bu gözlem GSYİH üzerine yapılan harcamaların niteliğine bakıldığında bir dizi olumsuzluğa işaret etmektedir.
TABLO-1 için burayı tıklayın.
Tablo 1’den görüleceği üzere, GSYİH’nın en önemli bileşeni olan Özel Nihai Tüketim Harcamaları 2002’nin ilk üç çeyreğinde %-1.9, %2.2 ve %2.6 ile çok sınırlı bir artış göstermiş ve 2002’nin ilk dokuz ayındaki ortalama artış hızı sadece %1.1 olmuştur. Benzer şekilde GSYİH’nın bir diğer önemli harcama unsuru olan Sabit Sermaye Yatırımları 2002’nin ilk üç çeyreğinde -bir kriz yılı olan-2001’in eşdeğer dönemine görece %5.7 daralmıştır. Özel sabit sermaye yatırımlarında söz konusu dönemdeki gerileme %10’u aşmaktadır. 2002’in ilk dokuz ayında ihracat gelirlerinde görece hızlı bir artış yaşanmasına karşın (ilk dokuz ay ortalaması %10.6), ithalatın da artma eğilimi içinde olması (%13.7) sonucu net ihracatın GSYİH’a katkısı negatif olmuştur.
O halde 2002’de yaşanan reel büyümenin kaynağı nereden gelmektedir? Tablo 2 bu konuda ipuçları vermekte ve 2002’nin ilk dokuz ayında yaşanan genişlemenin aslında ne derece sağlıksız bir büyüme içerdiğini belgelemektedir.
TABLO-2 için burayı tıklayın.
2 No.’lu Tablo GSYİH’nın 2001 ve 2002’nin ilk üç çeyreği arasındaki net artışları reel olarak (sabit 1987 fiyatlarıyla) sunmaktadır. Buna göre, söz konusu dokuz aylık dönemde GSYİH sabit fiyatlarla toplam 5.3 trilyon TL artmıştır. Bu artışın %11.6’sı 616 milyar TL ile özel nihai tüketim harcamalarından; %6.9’u da 366 milyar TL ile devlet harcamalarından sağlanmıştır. Sabit sermaye yatırımları -1.0 trilyon TL ile GSYİH harcamalarında %18.8’lik bir daralma yaratmış; net ihracatın katkısı da -370 milyar TL (GSYİH’e oran olarak %-6.9) olmuştur. Elimizdeki veriler 5.3 trilyon TL’e ulaşan GSYİH’daki artışın 5.7 trilyon TL ile stok değişimlerine aktarıldığını göstermektedir. Yani GSYİH’daki artışın %107.3’ü -tamamından fazlası- stoklarda biriktirilmiştir. Dolayısıyla, 2002’deki reel büyüme halkın refahına yansı
mamış ve reel kişisel gelirlerde durgunluk yaşanırken ve sabit sermaye yatırımları gerilerken bütünüyle stok birikimine yönelen bir üretim artışı gerçekleştirilmiştir.
Makroekonomik Fiyatların Seyri
TABLO-3 için burayı tıklayın.
3 No.’lu Tablo’da sergilediğimiz makroekonomik fiyatların seyri de milli gelirin ana unsurlarında yaşanan durgunluğun bir yansımasını vermektedir. DİE’ce açıklanan son verilere göre enflasyon 2002 yılında TÜFE’de %29.7, TEFE’de ise %30.8 olmuştur. Döviz kuru ise yıl sonu değeri itibariyle %13.2 düzeyinde aşınmıştır. Buna karşın 2002 boyunca reel ücretler gerilemesini sürdürmüştür. 2002’nin ilk üç çeyreğinde 2001’in eşdeğer dönemine görece imalat sanayii özel sektöründe reel ücretler %1.3, reel kazançlar ise %4.6 düzeyinde gerilemiştir. İmalat sanayii kamu sektöründe reel ücretler %3.8 artmış, buna karşılık üretimde çalışan başına reel kazanç %2.6 gerilemiştir. Daha uzun dönemli bir perspektif içerisinde reel ücretlerin konjonktürel iniş çıkışlara karşın sürekli olarak düşme eğilimini muhafaza ettiğini görmekteyiz. 1997 değerini 100 kabul edersek 2002.III itibari ile imalat sanayii ücretleri özel sektörde 87.9, kamu sektöründe 129.2, toplamda ise 92.5 endeks puanında gözükmektedir.
Reel ücretlerdeki bu gerilemeye koşut olarak 2001 ve 2002’de istihdamda da büyük kayıplar yaşandığını ve işsizlik oranlarının arttığını görmekteyiz. 2000 yılında %5.6 olan Türkiye geneli işsizlik oranı, 2001’de %8.0, 2002’nin üçüncü çeyreği itibariyle de %9.9’a yükselmiştir. Daha vahim bir gösterge olarak 2000 yılı için %20.3 olarak belirlenen eğitimli gençlerde işsizlik oranı, 2001’de %28.7, 2002’nin üçüncü çeyreğinde de %31.1 olarak gerçekleşmiştir. DİE verilerine göre, 1997’de imalat sanayii istihdam düzeyini 100 kabul edersek, istihdamın kamuda -erken emeklilik, özelleştirme ve “atıl istihdamın” azaltılması gibi siyasi uygulamalar neticesinde- 74.1 endeks düzeyine, özel sektörde de 86.2 endeksi düzeyine gerilediğini gözlemekteyiz.
Elimizdeki somut veriler, reel ücretlerin gerilediği ve işsizliğin arttığı bir ortamda özel nihai tüketim harcamalarının da durgunluğa itilmiş olduğunu belgelemektedir. Dolayısıyla, fiyatlardaki düşüş eğilimini gerçekte açıklayan unsurun, resmi politika metinlerinde öne sürüldüğü üzere ‘başarılı bir kriz idaresi sayesinde piyasa aktörlerince olumlu beklentilerin oluşması’ndan ziyade, doğrudan doğruya alım gücünün düş(ürül)mesine bağlı olarak iç talep daralmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de enflasyonda 2002 yılı boyunca gözlenen düşme, Keynesgil bir mekanizmanın hüküm sürdüğü ortamda, maliyet öğeleri ve döviz fiyatlarındaki reel gerilemelerden ve talep daralmasından kaynaklanmıştır. Bu arada reel ücret ve dışalım maliyetlerinin gerilemesi üretimi uyarmış; ancak talep ile desteklenmeyen üretimdeki artışlar doğrudan doğruya stok birikimleriyle değerlendirilebilmiştir.
Türkiye Ekonomisinde Artan Kırılganlık
Türkiye ekonomisinde varlığını vurguladığımız yapısal kırılganlık öğelerini daha uzun bir zaman perspektifi boyunca 4 No’lu Tablo’da sergilemekteyiz. Tablo’dan görüleceği üzere, Türkiye ekonomisi tüm 90’lı yıllar boyunca sığ ve dengesiz bir mali sisteme dayanmaktaydı. Bu kırılgan yapıya dair bir örnek vermek gerekirse, bu konudaki en temel göstergelerden birinin “kısa vadeli dış borç stokunun Merkez Bankası uluslararası rezervlerine oranı” olduğu söylenebilir. Kısa vadeli dış borç – Merkez Bankası rezervleri oranı, uluslararası iktisat yazınında bir ekonominin güvenirliliğinin en temel göstergelerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, söz konusu oranın büyüklüğü, uluslararası ülke deneyimlerinden yola çıkarak, bir finansal krizin en önemli öncüllerinden birisi olarak kabul edilmektedir.
TABLO-4 için burayı tıklayın.
Türkiye’de ise 2000 yılı enflasyonu düşürme programı uygulaması altında bu oranın %100’den başlayarak, Haziran 2000’de %112’ye, Aralık ayında da %145’e yükselmiş olduğu görülmektedir. Şubat 2001 krizi sonrasında ekonominin kısa vadeli dış borçlanması giderek zorlaştığından, söz konusu oran 2001’de %85’e, 2002’de ise %66’ya gerilemiş durumdadır.
2000 yılı programında bir diğer dengesizlik ulusal ekonominin cari işlemler açığında yaşanmıştı. Cari işlemler dengesi 2000 yılı boyunca hızla bozulmaya itilmiş ve cari işlemler açığının Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) rezervlerine oranı Haziran’da %28’e, yıl sonunda da %49.7’ye çıkmıştır. Cari işlemler açığının ulusal gelire oranı ise 1999 sonunda %0.7 iken, 2000 sonunda %5’e yükselmiştir. Ulusal gelire oranla 2001’de %1.4 fazla veren cari işlemler dengesi, 2002 kasım ayı itibariyle %-0.2 değerindedir.
2000 ve 2001 kriz idaresi altında faiz harcamalarının ulusal mali piyasalardaki yükü de artarak süregelmiştir. Faiz harcamalarının, vergi gelirlerinin 2000’de %77.1’ine, 2001’de de %104.5’ine ulaştığı görülmektedir. İlginçtir ki, söz konusu dönem boyunca faiz harcama hedeflerinin, vergi geliri hedefinin 2000 yılında %88.1’i, 2001’de de %109’u düzeyinde saptanmış olduğu görülmektedir. 2003 yılına ait 3 aylık geçici bütçe faiz harcamaları hedefinin, vergi geliri tahmininin %110’una ulaşacağı öngörülmektedir. Dolayısıyla, yeni hükümetin bütçe planlarında somutlanan 2003 yılı kamu konsolide bütçesi, iç borçların döndürülmesi sorununu faiz dışı fazlalar ile çözme yönündeki ısrarlı tutumunu sürdürürken, faiz harcaması programının da kamu harcanabilir geliri üzerindeki yükünü azaltma yönünde hiçbir gerçekçi tedbir önermemektedir.
Tablo 4’ün son satırında geçen net yeni iç borçlanmanın, iç borç stokuna oranı ise Türk maliyesinin nasıl dengesiz ve dörtnala bir tempoda borçlanmaya itildiğini açıkça vurgulamaktadır. Hazine, 1995’den bu yana -tek istisnası 2000 yılı olmak üzere-her sene tüm borç stokunun en az yarısı kadar yeniden net olarak borçlanmaktadır. 2001 yılının net yeni iç borçlanması bu düzeyi de aşmıştır. Şubat krizi sonrası %1200 seviyesine yükselen iç borçlanma faizlerinin getirdiği ek yükün finansmanı ve Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde, kamu bankalarının borçlarının Hazine’ye kamu iç borçlanma kağıtları ile aktarılması, iç borç stokuna yıl içinde %70 oranında çok yüksek bir ilave getirmiştir. 2001 yılı içindeki bu yüksek oranlı artıştan sonra 2002 yılı net borçlanması nisbi olarak düşük oranlı bir artış göstermektedir. Tüm bu çerçevede “borçların çevrilebilirliği” söyleminin ne anlama geldiği çok açıktır: devlet bütçesi yatırım ve büyüme için değil, bir gelir transferi aracı olarak kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle, devlet bütçesi artık sosyal ve ekonomik altyapı ile büyümenin değil, finans piyasalarına kaynak transferini yeniden düzenlemenin bir aracı haline dönüşmüş durumdadır.
2002 Kamu Maliyesi Dengeleri ve 2003 Hedefleri
2002 yılı bütçesi 71.3 katrilyon TL toplam gelirler (vergi gelirleri 57.8 katrilyon TL) ve 98 katrilyon TL harcama hedefleri üzerine programlanmış idi. 2002 hedeflerine göre, bütçe açığı 27 katrilyon TL, iç borç faiz ödemeleri de 36.9 katrilyon TL olacaktı. IMF tanımına göre Konsolide Kamu Sektörü (KKS) faiz dışı fazlasının milli gelire oranla %6.5, konsolide bütçede ise %5.4 düzeyinde olması hedeflenmekteydi. 2003’de de Niyet Mektubu’nda öngörülen %6.5’lik hedefin korunacağı, konsolide bütçede ise faiz d
ışı fazla hedefinin %5.6 oranında tespit edildiği görülmektedir.
Ancak 2002 yılı bütçesi ilk tahminlere göre harcamalarda 15.4 katrilyon TL, bütçe açığında da 11 katrilyon TL sapma göstermektedir. 2002 yılında %3 reel büyüme göstereceği düşünülen GSMH’ye görece KKS fazlasının 16.05 katrilyon TL olması planlanıyordu. Gerçekleşmenin ise 13.4 katrilyon TL düzeyinde ve gerçekleşmesi beklenen GSMH düzeyinin %4.5’i oranında olacağı tahmin edilmektedir. Doğal olarak 2002 yılı kamu maliyesi, aşırı iyimser olan ve dolayısıyla gerçekleşmesi imkansız görünen hedefleri tutturamamış durumdadır.
5 No’lu Tablo önemli alt-kalemler itibariyle konsolide bütçedeki sapmaların nerelerden kaynaklandığını göstermektedir. Açıkça görüldüğü gibi, 2002 yılı bütçe açığı hedefine görece 11 katrilyon TL düzeyinde gerçekleşmesi beklenen sapmanın 9.3 katrilyon TL’si faiz harcamalarındaki sapmadan kaynaklanmaktadır. Enflasyondaki düşüşe karşın, faiz oranlarının bir türlü %50 sınırının altına inmemiş olması dolayısıyla, bütçe üzerindeki faiz yükü hedeflenenin çok üstünde seyretmiştir. Bu arada faizler üzerine hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacağını defalarca tekrarlayan TCMB de bu yükün sürdürülmesine seyirci kalmış durumdadır. Faiz oranlarını “sadece ve sadece enflasyon hedefine ulaşmak” amacıyla kullanacağını savunan TCMB, artık piyasa güçlerinin beklentilerine teslim olmuş bir konumdadır. Böyle bir para otoritesinin sadece “bağımsız” değil, daha ziyade “ilgisiz” olduğunu görmemiz gerekmektedir. Piyasa güçlerinin anarşik “beklentilerine” teslim olmuş ve bir muhasebe bürosuna indirgenmiş konumuyla TCMB’nin ulusal mal ve finans piyasalarında istikrara yönelik çalışma olanağı kalmamıştır.
TABLO-5 için burayı tıklayın.
Öte yandan, bütçedeki sapmanın ana yükü faiz harcamalarında olmasına karşın mevcut programı savunan çevreler ısrarla bu gerçeği görmezden gelmeye çalışmakta, ya da bu olguyu “piyasa mantığı” gereği kabullenmeyi savunmaktadır. Aynı çevrelere göre bütçe hedeflerindeki sapmanın asıl nedeni “popülist harcamalar”dır. Bu konuda da en fazla altı çizilen örnek “aşırı sosyal güvenlik harcamalarıdır”. Oysa bütçe rakamları, zaten aşırı iyimser tahminlerce çok düşük tutulan sosyal güvenlik transferleri hedefinden sadece 2.2 katrilyon TL düzeyinde bir sapma göstermektedir. Faiz harcamalarındaki sapma ile karşılaştırıldığında ancak beşte bir düzeyinde kalan sosyal güvenlik harcamaları üzerine kimi medya çevrelerinde böylesi bir tartışmanın sürdürülmesi maksatlı ve saptırmaca yüklü bir anlayışın ürünüdür.
AKP hükümetince 2003’ün ilk çeyreğine ilişkin maliye hedefleri de IMF gözetiminde sürdürülen “faiz dışı fazla yaratma” yoluyla “piyasa beklentilerinin olumlu kılınması” stratejisine devam edileceğini belgelemektedir. Nitekim, 2003’ün ilk çeyreğine ait hedefler, 2002 yılındakilerle karşılaştırıldığında AKP hükümetinin bütçe anlayışının da bir borç ödeme bütçesinden ibaret kaldığı anlaşılmaktadır. Örneğin geçici bütçe hedeflerine göre, faiz giderlerinin, toplam harcamalar içindeki payı %49 olarak tespit edilmiş durumdadır. Oysa söz konusu oran 2002’de %43 olarak hedeflenmiş, gerçekleşme düzeyi ise %46 olmuştur. Gene benzer şekilde, faiz giderlerinin vergi gelirlerine oranının 2002 sonu itibariyle %85 düzeyinde olması beklenirken, 2003 geçici bütçesinde bu oran %110 düzeyinde hedeflenmiştir. Bu arada, kamu yatırımlarının toplam harcamalar içindeki payı 2002’de %5 iken, 2003’ün bütçe hedefi %2’nin altına indirilmiş durumdadır.
Piyasanın beklentilerine dayalı ve teslimiyetçi bu tür bir makro istikrar anlayışının ne kadar kırılgan ve istikrarsız bir yapı yaratmakta olduğu ve ulusal ekonomimizi dış şoklara karşı ne denli savunmasız kıldığı açık olduğu halde AKP hükümetinin bu konudaki ısrarı, söz konusu partinin aslında neoliberal ortodoksluğa teslimiyetini açıkça belgelemektedir.
2. AKP’nin Hükümet Politikaları Üzerine
AKP hükümetinin ekonomik programının en önemli iki belgesi 16 Kasım tarihli Acil Eylem Planı ile 23 Kasım’da okunan Hükümet Programı’dır. Görüleceği gibi, AKP yönetimi seçim öncesindeki halktan yana söylemini iktidarı ele geçirdikten sonra göz ardı etmekte sakınca görmemiştir.
AKP’nin seçim sonrasında halka duyurduğu Acil Eylem Planı, geçmiş iktidarların halktan kopuk icraatlar içerisinde olduğu vurgusuyla başlamaktadır:
Geçtiğimiz on yıllık dönemde iktidara gelen partiler vaat ettiklerini yerine getirmedikleri ve halkın yararına çalışmadıkları için kısa bir sürede yıpranmış ve halkın desteğini kaybetmişlerdir. Halkı temsil ettiğini unutan, halkın taleplerini ihmal eden bu iradesiz iktidarlar siyaset kurumuna zarar verdikleri gibi, devlet ile toplum arasında güven bunalımı doğmasına da sebep olmuşlardır.
Doğal olarak Türkiye’de geniş halk katmanlarının kesinlikle reddetmeyeceği bu “ahlaki” tespit, AKP’nin programda halka verdiği taahhütler ve bu programın mantığının çözümlenmesi yoluyla anlaşılabilecektir. Bu noktada ilk olarak AKP’nin “devlet ve toplum arasındaki güven bunalımı” tespitine katılarak şu soruları sorabiliriz: Neden son on yılda siyasal iktidarlar halkın taleplerinden uzaklaşmıştır? Ve bu duruma yol açan somut toplumsal değişmeler nelerdir? Bizce bu sorulara verilecek olan yanıtlar, AKP’nin sınıfsal kimliğinin anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.
Öncelikle eğer Türkiye toplumunun çözülmesinden ve güven bunalımından bahsediyorsak, “son on yıl için” bu çözülmenin temel kaynaklarının da tespit edilmesi gerekmektedir. Bize göre bu süreci hazırlayan temel dönüşümler ana hatlarıyla şunlardır:
(i) Türkiye’nin sermaye hareketleri, ticaret ve son tahlilde üretim bakımından kuralsız bir şekilde uluslararası sermayeye eklemlenmesi ve bunun sonucunda dış şoklara açık, kırılgan bir ekonomik yapıya bürünmesi;
(ii) kamu iç borçlarının arttırılması ve kamu açıklarının vergiler yerine, yerli ve yabancı özel sermayeye kaynak aktaran hazine bonosu ve devlet tahvilleriyle finansmanı yoluna gidilmesi;
(iii) ekonominin giderek daha fazla kısa vadeli sermaye hareketlerinin anarşik ortamına terk edilmesi ve bir ulusun parasının değerinin temel dayanağı olan TCMB’nin faaliyetlerinin daraltılarak, basit bir muhasebe kurumuna dönüştürülmesi;
(iv) özelleştirmeler yoluyla kamu işletmeciliğinin tasfiyesi ve bu sürecin sonucunda yaşanan yüksek oranlı işten çıkarmalar;
(v) işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, formel işgücü yerine daha fazla oranda kayıt dışı enformel emeğin istihdamı yoluna gidilmesi; norm kadro ve esnek çalışma uygulamalarıyla istihdamın daraltılması; kamu sektöründe etkinlik söylemi yardımıyla çalışanların işlerine son verilmesi ve sendikal faaliyetlerin daraltılması;
(vi) eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri daraltılarak, bu hizmetlerin giderek daha büyük oranda özel sektöre devredilmesi ve yalnızca “parası olanların alabileceği” piyasa hizmetleri mantığına büründürülmesi;
(vii) küçük ve orta ölçekli işletmelerin, hiçbir stratejik planlamaya tabi tutulmaksızın piyasanın hükmüne terkedilmesi ve böylelikle bu işletmelerin, büyük sermayenin uluslararası sermayeye eklemlenme sürecinde taşeron ucuz işgücü depolarına dönüşmesi;
(viii) merkezi devletin yetki alanlarının parçalanarak “adem-i merkeziyetçilik” söylemiyle kamu hizmeti planlamasının
ortadan kaldırılması;
(ix) 1980’li yılların “prensleri” ile başlayan, kamu faaliyetlerini bir işletmecilik alanı olarak gören kamu işletmeciliği okuluyla devam eden ve yönetişim (governance) söylemleriyle pekiştirilen IMF ve Dünya Bankası güdümlü bir elitin kamu bürokrasisine egemen olması;
(x) “kamunun şeffaflığı” sloganı ve “yönetişim” uygulamaları yardımıyla ulus devletin her türlü tasarruf ve denetim hakkının uluslararası kuruluşların denetimine açılması;
(xi) uluslararası mal ticaretini serbestleştirmeye yönelik olarak imzalanan anlaşmalar (GATT-The General Agreement on Tariffs and Trade), hizmet ticaretini serbestleştirmeye yönelik anlaşmalar (GATS-The General Agreement on Trade in Services), fikri mülkiyet haklarına yönelik anlaşmalar (TRIPS- Trade-Related Aspects Of Intellectual Property Rights), Gümrük Birliği Anlaşması, Avrupa Birliği’ne üyelik şartı vb anlaşmaların getirdiği yükümlülüklerle yerel hukuk sisteminin uluslararası hukuka bağlanması; Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Ticaret Örgütü, Gümrük Birliği, Avrupa Birliği gibi uluslararası niteliğini yitirip, küresel elitleri eliyle ulusüstü hale gelmiş örgütlerin önayak olduğu “Yatırım İklimi Yasaları” ve çok taraflı anlaşmalarla, kapitalizmin, tüm dünyayı tek bir pazar gibi kurgulama ihtiyacına hizmet eden yeni bir yönetsel ve hukuki sistemin kendisini dayatması; kamu gücü ve kamu yararını gözeterek kamu adına faaliyet gösteren ulusal mahkemelerin (özellikle uluslararası ticaret konusu olan anlaşmazlıkların çözümü konusunda) uluslararası tahkim yoluyla işlevsizleştirilmesi, ulusal hukuk sisteminin sadece adi ve siyasi suçları yargılayan bir yapıya indirgenerek içinin boşaltılması;
(xii) toplumun her kesiminin açıklıkla gözlemlediği “yolsuzluk” uygulamalarında hedef olarak sadece kamu kuruluşlarının seçilmesi; bu sürecin gerçek failleri olan mafya çok uluslu şirketler, güdümlü burjuvazi ile ahlaki yozlaşmayı yansıtan medyanın bu yolla aklanması;
(xiii) tüm bu dönüşümler olurken medyanın yoğun ideolojik bombardımanı ile Türkiye halkının bilincinin parçalanması, bir pop kültürün topluma giderek egemen olması.
Kuşkusuz bu saptamaların çoğaltılması mümkündür. Ancak, burada özetlediğimiz dönüşümler birlikte değerlendirildiğinde Türkiye toplumunun giderek kendi geleceğini planlamaktan uzaklaştığı, bunun yerine IMF Niyet Mektupları temelli, dış güdümlü bir yönetim sürecine terk edildiği izlenilmektedir. Başka bir deyişle, AKP’nin sözünü ettiği “halk ile devlet” arasındaki kopukluğun kaynağı yalnızca daha önceki başbakanlar ve idarecilerde kişiselleştirilemeyecek olan bir süreçtir ve bu sürecin temel niteliği de uluslararası sistem güdümlü yeni bir devlet yönetimi anlayışıdır.
Yukarıda ana hatlarıyla sıraladığımız bu sorun alanları çözülmedikçe Türkiye toplumunun temel sorunlarına da cevap bulunması mümkün görünmemektedir. Bu nedenle bizce bir iktidarın ülkeye taahhütleri bu sorun alanlarını algılayışı ve bunlara yönelik ürettiği çözüm önerileri yardımıyla çözümlenmelidir. AKP’nin Acil Eylem Planı ve Hükümet Programı ancak bu açıdan ele alındığında gerçek niteliğiyle kavranabilir.
AKP’nin Acil Eylem Planı ve Hükümet Programı belgelerinde Türkiye toplumuna vaad ettiği çözüm önerileri ana hatlarıyla şunlardır:
1) Acil Eylem Planı’nda, doğrudan yabancı yatırımların özendirileceği belirtilmektedir. Bu öneri, geçmiş hükümetlerin ekonomideki büyüme için topluma taahhüt ettikleri politika önermelerinin devamı niteliğindedir ve IMF-Dünya Bankası çözüm önerileriyle uyumludur. Kalkınmayı, çok uluslu şirketlerde gören bu anlayış, bütünüyle neoliberal ideolojik öncüllerle hareket etmektedir ki, son 20 yıldır Türkiye’de hükümetler hep bu tür öncüller içerisinde olmuştur. Doğrudan yabancı yatırımlar, sanıldığının aksine ülkede iş olanağı yaratacak yeni yatırım fırsatları doğurmamakta; bu süreç, ülkedeki mevcut yatırımların da çok uluslu şirketler tarafından ucuza ele geçirilmesi şeklinde işlemektedir. Anlaşılan AKP hükümeti de neoliberal bir duyarlılık sergileyerek doğrudan yabancı yatırımlara isnat edilen “kalkınmanın motoru” şeklindeki temel yargıdan kopmak için herhangi bir neden görmemektedir.
2) AKP’nin programı, serbest piyasanın daha iyi işlemesi için gerekli koşulların sağlanarak, ekonomideki etkinlik ve verimliliğin artırılacağı, bu amaçla özelleştirmelere hız verileceği sözünü vermektedir. Nitekim 13 Ocak tarihinde açıklanan özelleştirme takvimi AKP’nin tüm kamu varlıklarını haraç-mezat elden çıkarma niyetini açıkça göstermektedir. AKP’nin bu tercihi de 1980’li yıllardan beri süregelen neoliberal ideoloji temelli talan ekonomisinin yeniden icadından başka birşey değildir. Bu da, toplumun kurucu öznesi olarak “özel sektörü” görme ve ulusal kaynaklar üzerindeki toplumun kollektif çıkarı ve denetimini özel çıkar gruplarına terk etme anlamına gelmektedir. AKP özelleştirme programında Türkiye’nin doğal kaynakları arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan bor işletmelerinin öncelikli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Bu işletmelerin özerk bir yapıya kavuşturulacağı, yani uluslararası sermaye ve piyasaların denetimindeki üst kurullaşma sürecine terk edileceği anlaşılmaktadır. Benzer şekilde, madencilik sektörünün tümünde özelleştirme çalışmalarının hızlandırılarak, kamuya ait ruhsatlı maden alanlarının tedricen özel sektöre devredileceği programda açıkça belirtilmektedir. Hükümet tarafından yapılan açıklamalar kaygı verici niteliktedir. İMKB ve Milli Piyango İdaresi gibi kuruluşların özelleştirme kapsamına alınacağının açıklanması, hükümetin bu konuda ne kadar ileri gidebileceğini göstermektedir. Kaldı ki, özelleştirmelerden elde edilen gelirlerin devlet borçlarının kapatılması ve faiz dışı fazlayı koruyabilmek amacıyla kullanılacak olması (Hükümet Programı sf. 10; 19) özelleştirmenin temel amaçları arasında görülen, “verimsiz kamu işletmelerinin kamuya yük olmaktan çıkartılması” ve “sermayenin tabana yayılması” gibi saiklerden tamamiyle uzak bir amaca yönelik olarak yürütüldüğünün açık göstergesidir. Hükümetin özelleştirme programı, “bakkala borcunu ödemek için evden eşya satan aile reisleri”nin davranış kalıplarını çağrıştırmaktadır.
3) Program, devlet personel rejiminde köklü bir reformu gerçekleştirmeyi ve bu amaçla bütün kamu kurum ve kuruluşlarında “norm kadro” uygulamasına geçileceğini öngörmektedir. Benzer işe benzer statü ve maaş vaad eden programın bu açıdan asıl amacı “esnek çalışma usullerinin” kamu çalışma alanına yerleştirilmesidir. Programın topluma bu vaadi de geçmiş programların devamı niteliğindedir. Unutulmamalıdır ki, Kemal Derviş tarafından IMF’ye verilen Şubat 2002 Niyet Mektubu’nda 45,800 kamu işçisinin “atıl istihdam” olarak saptanması da yapılan “norm kadro çalışmaları”nın ürünüydü. Devleti bir şirket gibi yönetmeyi hedefleyen bu politikaların kullandığı tılsımlı kavramlar “esnekleşme” ve “yönetişim”dir.
4) Özellikle Dünya Bankası güdümlü tüm programlara yansıyan “yönetişim” anlayışı, kamu erkinin yanında özel sektör ve devlet dışı kuruluşları karar alma sürecine katmayı vaad etmekte; bu yolla toplumsal demokrasiye ve katılıma olanak sağlanacağını iddia etmektedir. Bu kavrayışta söz edilen toplumsal katılımın öznesi “yurttaş” değil, “özel sektör kuruluşları” ve “uluslararası denetim şirketleri”dir. Adeta Sovyetler Birliği’ndeki “İşçi
Sınıfı Diktatoryası” (devlet + işçi sınıfı + sivil toplum örgütleri) formülünü andıran yukarıdaki formül, devlet idaresinde açık sınıf tercihinin de bir yansımasıdır. AKP’nin programı yönetişim kavramı çerçevesinde geliştirilen bu neoliberal sentezi hedefleyerek kamu alanının yeniden düzenleneceğini öngörmektedir. Bu amaçla program, “kamu yönetiminde toplam kalite ve yönetişim ilkelerinin hayata” geçirilmesinin ve bu konuda bir “Çerçeve Yasanın” çıkarılmasının sözünü vermektedir.
5) Acil Eylem Planı’nda öne çıkan bir başka düzenleme de “Kamu Mali Yönetimi” alanında yapılacak olan düzenlemelerdir. Bütçe birliğinin sağlanması ve kuruluşlara bütçe uygulamalarında daha fazla esneklik ve saydamlık vaadleriyle planlanan “Muhasebe-i Umumiye Kanunundaki değişiklikler” ve “Sayıştay’ın denetim yetkisinin Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve üst kurullar dahil olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi” gibi olumlu bir iddiadan yola çıkılmakta, ancak bu iddia bu noktada kalmamakta, “kamunun şeffaflaştırılması” söylemi ve yönetişim uygulamaları çerçevesinde Sayıştay’ın da uluslararası denetime açılması gündeme gelmektedir. Bu süreç, klasik kamu bürokrasisi sistemindeki son kalıntılar olarak görülebilecek olan Maliye Bakanlığı ve Sayıştay’ın da uluslararası kuruluşlar güdümlü yeni bürokrat elitle uygun bir çizgiye çekilmesinin taşlarını döşemektedir. Yani Hazine Müsteşarlığı’nın Maliye Bakanlığı’ndan koparılması ile başlayan ve üst kurullaşma ile süren “uluslararası kuruluşlara tabi bürokrat yaratılması projesi” son aşamasına ulaşmış olacaktır. Klasik bürokrat yapılar, uluslararası kuruluşların denetimine tabi kılınarak bu kuruluşlardaki bürokratik yapılar ve devletin denetim erki de büyük oranda uluslararası kuruluşların etkisi altına terk edilmiş olacaktır.
6) Geniş halk kitlelerinin temel insani taleplerini temsil eden ve tüm eksikliklerine rağmen ağırlıkla bir kamu hizmeti olarak sürdürülen sağlık hizmetlerinin, yine etkinlik ve kalite söylemi yardımıyla özel sektöre devredilmesi öngörülmektedir. Programda yer alan, “herkesin temel sağlık ihtiyacını özel sektörle işbirliği yaparak yerine getirme” ifadesi bu anlayışın örtülü bir dışavurumudur. Programın asıl hedeflerini ise yıllardır uygulanmakta olan sağlık ocağı sisteminin yerine aile hekimliği sisteminin getirilmesi, sağlık hizmetlerinde özel sektörün teşvik edilmesi ve yoksullara yardım götürülmesi gibi IMF ve Dünya Bankası patentli sosyal politika önerileri oluşturmaktadır. Özellikle yoksullara yardım götürülmesi gibi öneriler son yıllarda IMF ve Dünya Bankası patentli programların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu yolla, IMF programının yarattığı sosyal riskler giderilmeye çalışılmakta, sosyal bir sübap sistemi inşaa edilmektedir.
7) Bu tür güçlü neoliberal söylemleri temel alan program, Türkiye halkına istihdam ve büyüme açısından gerçekçi hiçbir taahhütte bulunmamaktadır. Reel ekonominin büyümesi basitçe bir güven ortamı tesisi algılayışına terk edilmekte, ne anlama geldiği tam olarak belli olmayan “şeffaf, adil, yerinden ve etkin bir destekleme sistemi”nin oluşturulmasından söz edilmektedir. Hemen tüm programlarda yer alan bu tür genel ifadeler bir kalkınma stratejisi değil bir “boş söylem”den ibarettir.
8) Hükümetin reel sektöre yönelik çözüm önerileri incelendiğinde, ulusal sanayinin taşeronlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu süreç, yeni bir özelleştirme stratejisiyle tüm KİT sisteminin tasfiye edilmesini, yabancı yatırımlara özel destekler sağlanmasını, teşvik belgesi olmaksızın yatırımları destekleyen bir yapının oluşturulmasını ve yatırımcılara bedelsiz arsa tahsisini temel alan bir model önermektedir. Bu model yabancı sermaye öncülüğünde, ihracata yönelik, dolayısıyla işçi ücretlerinin baskılanması temelinde ve KOBİ’lerin taşeronluğunda bir sanayileşme stratejisinin tekrar gündeme getirilmesinden başka birşey değildir. Nitekim, “özel sektör ile işbirliği içinde ihracata dönük stratejik planlama yapılacak. İhracatçı firmaların girdi maliyetlerini düşürmeye yönelik çalışmalar yapılacak” şeklinde bir ifadenin Acil Eylem Planı’nında yer alması bu öngörüyü doğrular niteliktedir.
9) AKP Hükümet Programı, ekonominin kırılgan maliye ve finansal yapısını dönüştürecek bir perspektiften yoksundur. Nitekim, Hükümet Programı’na göre (sf. 9) hükümetin uygulayacağı maliye politikasının temel önceliği mali disiplini sağlayarak, borç stokunu sürdürülebilir seviyeye indirmek ve makroekonomik istikrarı koruyacak faiz dışı fazlalığı vermektir… Kamu borç stoku kabul edilebilir ve sürdürülebilir seviyeye indirilecektir.
Bunu sağlamak için alınacak tedbirler ise 2001 boyunca IMF gözetiminde uygulanmakta olan programın temel ilkeleri ile tıpatıp aynıdır:
Bunu sağlamak için, faiz dışı dengede fazla verilmeye devam edilecek, özelleştirme hızlandırılacak, ilave gelir kaynakları bulunacak, ekonomide istikrarlı bir büyüme sağlanacak ve reel faiz oranlarının hızla makul düzeylere gerilemesi için gerekli güven ve istikrar ortamı oluşturulacaktır. (sf.9)
Açıkça görülmektedir ki, AKP hükümeti iç borç yükünü azaltmanın yolunu sermaye kesiminin gerçek anlamda vergilendirilerek bu kesimin vergi havuzuna katkısını arttırmaya yönelmek yerine, özel sermaye kesimine yeni rantlar sağlayan ve sosyal devletin tümüyle tasfiyesini öngören özelleştirmelerin hızlandırılmasında arayacaktır. Bunun yanında, “borçların döndürülmesi” için piyasa güçlerinin miyopik beklentilerine dayalı ve kısa vadeli coşku-çöküntü sarmallarına bağımlı bir “istikrar programı” uygulayacaktır.
Uygulanması planlanan programın ülkemizde kalıcı bir istikrarı sağlamasının mümkün olmadığı gibi, tüm 90’lı yıllar boyunca uygulanan ve özellikle son üç yıldır IMF gözetiminde yapısal düzenlemeler ile kalıcı kılınmaya çalışılan modelin, piyasa aktörlerinin beklentilerine dayalı bir “spekülatif-yönlü büyüme” modelinden ibaret olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla, AKP Programı, ekonomimizi bir kumarhane masasına dönüştüren ve tüm iktisadi kararları kısa vadeci, miyopik finansal getiri hesaplarına indirgeyen spekülatif büyüme modelini sürdürme konusunda kararlıdır. Hükümet Programı’nda geçen yatırım-büyüme-istihdam artışları içeren cümleler uzun vadeli ve dengeli bir makroekonomik perspektiften yoksun olup, birer temenniden öteye gitmemektedir. Örneğin Hükümet Programı’nın 10. sayfasında
Makro istikrarı sağlamaya yönelik para ve maliye politikalarına ilaveten, reel sektörün canlanması için gerekli destek verilecek, üretim, yatırım ihracat ve istihdamın arttırılmasıyla birlikte arzulanan büyüme seviyesine ulaşılacaktır diye geçen temennilerin ciddi hiçbir dayanağı yoktur.
Kaldı ki, bir önceki hükümetin IMF ile imzaladığı stand-by anlaşmaları ve yapısal düzenlemelerin getirdiği kısıtlar altında artık, ekonomimizi kendi hedefleri doğrultusunda yönetme ve yönlendirme imkanları olabildiğince sınırlanmıştır. Para ve döviz kuru politikaları yasayla tam özerkleşmiş (ve dış sermaye çevrelerinin denetimine açılmış) bulunan Merkez Bankası’na ve Merkez Bankası’nın pasif tavrı sürdükçe de piyasanın spekülatif “beklentilerine” teslim edilmiştir. O kadar ki, örneğin 3 Ocak 2003 tarihli TCMB basın duyurusu 2003 yılı para ve kur politikasının genel çerçevesini (sf.5) çizerken “Merkez Bankası’nın… temel para politikası aracı olan k
ısa vadeli faiz oranlarını sadece ve sadece enflasyon hedefine ulaşmak amacıyla etkin olarak kullanacaktır” ve “(döviz) kurlar(ı) piyasa koşullarına göre oluşacaktır. Merkez Bankası hiçbir şekilde kurların düzeyini ya da yönünü belirleme amaçlı döviz alım ya da satım işlemi yapmayacaktır” (sf.9) açıklamalarını yapmaktadır. Buna karşın, AKP Hükümet Programı’nda
Merkez Bankası fiyat istikrarı ile çelişmemek kaydıyla, büyüme ve istihdamın sağlanmasını da dikkate alacaktır” ve “Merkez Bankası döviz piyasalarındaki makroekonomik temellerle bağlantısı olmayan ve spekülatif nitelikli dalgalanmalara daha duyarlı bir biçimde müdahale edecektir (sf.9) gibi siyasi ve hukuki hiçbir dayanağı olmayan ifadelerle göz boyamaya çalışılmaktadır.
Oysa artık AKP’nin para ve maliye politikalarına ilaveten reel sektörün canlanması için gerekli olarak öngördüğü “üretim, yatırım, ihracat ve istihdam” programını makroekonomik düzeyde yönlendirebilecek hiçbir kurum bulunmamaktadır. Merkez Bankası, enflasyonla mücadele dışında herhangi bir iktisat politikası hedefini açıkça reddetmekte ve istihdam, büyüme, rekabetçi veya istikrarlı reel döviz kurlarını hedefleri arasında görmediğini açıkça ifade etmektedir. Maliye hedefleri ise Hükümet Programı’nda da açıkça kabullenildiği üzere doğrudan doğruya faiz dışı fazla hedefleri ile sınırlanmıştır. Dolayısıyla, AKP’nin üretim, yatırım, ihracat ve istihdamın artırılacağı şeklindeki öngörüleri aslında bir göz boyama ve aldatmaca içermekte ve doğrudan doğruya IMF gözetimindeki neoliberal politikaların uygulanmasına karşı oluşabilecek toplumsal muhalefetin kırılması amacına hizmet etmektedir.
AKP Acil Eylem Planı’nda hükümet kurulduktan sonraki ilk bir ay içinde “kapsamlı vergi reformu” çerçevesinde mali miladın kaldırılacağını ve ilk üç ay içinde de “vergi barışı”nın yaşama geçirileceğini öngörmektedir. Hükümetin kurulmasından kısa bir süre sonra ilk uygulama mali miladın kaldırılması olmuş, geçtiğimiz günlerde ise “vergi barışı” söylemiyle kapsamlı bir vergi affı TBMM’den geçirilmiştir. Hükümet Programı’nda vergi sisteminin sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmesi için gerekli görülen vergi reformunun çıkış noktasının “vergide adalet ve ödeme gücü ilkeleri” olacağı söylemi yer almaktadır. Hükümet Programı’daki bu vurgu ile Acil Eylem Planı’nda belirtilen mali miladın kaldırılması, vergi affının gündeme getirilmesi ve bunların hızla uygulamaya geçilmesi arasında vergileme ilkeleri yönünden çelişkiler bulunmaktadır. Ancak yapılan uygulamalar AKP hükümetinin vergi adaletini ve ödeme gücünü nasıl algıladığını da açıkça ortaya koymaktadır.
Mali miladın kaldırılmasının ardından vergi affının getirilmesi şaşırtıcı olmadığı gibi, bu iki uygulama birbirini tamamlamaktadır. Mali miladın kaldırılmasıyla kayıtdışı ekonominin sınırlandırılması yönünde atılacak önemli bir adımdan vazgeçilmiş, bu bağlamda yeni vergi kaynaklarına ulaşma olanakları yitirilmiştir. Vergi affı vergisini ödeyen yükümlüler ile vergi borcu olanlar arasında finansal açıdan eşitsizliğe yol açmanın yanısıra, vergi kaçakçılarının af kapsamına alınması vergive toplum ahlakı yönünden yanlış adımarın atılmasına yol açmış, dürüst vergi yükümlüsü yurttaşın devlete olan güveni sarsılmıştır. Bundan böyle AKP hükümetinin “vergi adaleti” vurgusu içi boş bir söylem olmaktan öteye geçmeyecektir.
Bilindiği gibi “mali milat” Temmuz 1998 tarih ve 4269 sayılı yasaya dayanmaktadır. Bu yasa ile bir gerçek kişinin bir takvim yılındaki ödeme gücündeki artışın, tasarrufundaki (servetindeki) artış ile harcamaları toplamından oluştuğu ilkesi (Net Artış teorisi) kabul edilmişti. Ocak 1999’da başlatılacak yeni uygulama öncesinde yükümlülerin Eylül 1998 sonuna kadar varlıklarını kayıt altına almaları gerekmekteydi. Ancak 4369 sayılı yasa kabul edildikten sonra “10 milyarlarca dolarlık sermaye kaçışına yol açtığı” iddiasıyla tepki almış ve uygulama Ocak 2003’e ertelenmiştir.
4369 sayılı yasa ile rant gelirlerinin vergilendirilmesi, rant ekonomisinin alanının daraltılması ve kayıtdışılığın giderek denetlenebilmesi yönünde adımlar atılması olanağı yaratılmışken, yeni hükümet bu yöndeki olası tüm olumlu gelişmeleri engellemiştir. 7.1.2003 tarih ve 4783 sayılı yeni yasa ile yalnızca 1998 öncesine değil, 1980’li yılların başlarına dönülmüştür. Neden AKP ve hükümet mali milada bu denli karşı çıkmaktadır? Bu sorunun yanıtlarını AKP’nin seçim öncesi angajmanlarında, dayandığı sermaye tabanında, sermaye kesiminde yeni ittifaklar ve destek arayışında ve uygulamaya koyacağı iktisat politikalarında aramak gerekmektedir.
Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, AKP hükümetinin büyük sermayenin ve finansal rantların vergilendirilmesini amaçlayan bir modele yönelmemesidir. Model genel hatlarıyla “spekülatif-yönlü büyüme” niteliğine sahip olduğu ölçüde kayıtdışı alanın daraltılması ve finansal rantların vergilendirilmesi yönünde bir önceliğe de sahip değildir. Vergi adaleti gözetilerek vergi gelirlerinin artırılması gibi bir önceliğe sahip bulunmayan hükümetin, kısa vadeli sermaye girişlerine, “sürdürebilir borçlanma”ya dayalı bir perspektife sahip olduğu görülmektedir.
Diğer bir dikkate alınması gereken nokta da AKP’nin, seçim öncesinde, tabanını oluşturan Anadolu sermayesine finansman ve vergi alanlarında geçmişe yönelik hesap sorulamayacağı ve bu kesimin gelecekte de bu yönde yükümlülük taşımayacağına ilişkin taahhütüdür. Tabloyu tamamlayan çok önemli bir öğe ise hükümetin yeni ittifaklar ve/veya destek arayışıdır. Mali miladın kaldırılması, hesap vermekten çekinen, hesap veremez durumda olan veya kayıt altına alınmayı reddeden sermaye kesimleri ile rantiyeler tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.
Vergi affı ise genel tabloyu tamamlamaktadır. Düşük gelirli vergi yükümlüleri ve yaşanan kriz nedeniyle zarara uğrayanlar bir yana, mali milattan kurtulanlar vergi affı ile bu sistemle ödüllendirilmiş, böylelikle vergi adaleti kavramı göz ardı edilmiştir. Devletin vergi yükümlüleri karşısındaki ilkesel tarafsızlığı ortadan kaldırıldığı için Hükümet Programı’nda öne sürülen vergi reformunun nesnel tabanı da erozyona uğratılmış ve devlet önemli tutarlarda vergi gelirlerinden yoksun bırakılmıştır.
AKP hükümetinin tarım politikaları da muğlaklıklar ve aldatmacalar ile doludur. Seçim öncesinde, çökme noktasına gelmiş olan tarım ve hayvancılığın sorunlarını parlamentoya getirmeyi ve çözmeyi vaad eden AKP, Hükümet Programı’nda tarım politikalarının temel hedeflerini “(tarımsal) fiyatların serbest piyasada oluşması esas alınarak üretimin piyasa koşullarındaki talebe göre yönlenmesi sağlanacaktır” (sf.13) diyerek bu sorunların çözümünde devletin bir rolü olmayacağını ve tarım sektörünü piyasa koşullarına teslim edileceğini açıklamaktadır. İlginçtir ki Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun gündemindeki tek yeni ilave şeker fabrikalarının özelleştirilmesidir. AKP’nin tarım sektörüne yönelik çözüm önerileri de IMF ve Dünya Bankası politikalarına uygunluk göstermektedir. Çerçeve tarım kanunu, tarım ürünleri sigortası kanunu, üretici örgütlerinin kurulmasına ilişkin mevzuatın hazırlanması, çiftlik muhasebe veri ağı sistemi ve tarım bilgi sisteminin geliştirilmesi gibi düzenlemeler Dünya Bankası ile 2000 yılında imzalanmış olan “Tarım Reformu Uygulama Anlaşması”nda öngörülen düzenlemelerdir.
Öte yandan, Acil Eylem Planı’nda, “arz açığı olan yağlı ürünlerde doğrudan gelir desteği ve prim sistemi uygulanacaktır” ve “son dönemlerde mülkiyete dayalı olarak uygulamaya geçmiş olan doğrudan gelir desteği sistemindeki aksaklıklar giderilecektir” gibi öneriler ile kırsal kesimin sorunlarını hafifletmeye çalışacağını vurgulayan AKP, Hükümet Programı’nda bu konularda tamamıyla suskun kalmayı tercih etmiş ve hiçbir önleme yer vermemiştir. AKP, tarım politikalarında da Ecevit hükümeti tarafından uygulanmaya konmuş olan ve IMF tarafından yönlendirilen genel yapısal düzenlemelerin dışına çıkmamaya özen göstermektedir.
3. Sonuç
AKP hükümeti, kuşkusuz, neoliberalizmle siyasi islamın düşünce değerlerini bağdaştırmaya çalışan ilk hükümet değildir. Yakın tarihimizde 1983-ANAP ve 1950 sonrası Menderes iktidarları da, benzer şekilde, islami düşünceye dayalı siyaset geleneğini neoliberal ortodoksluk ile birleştirme çabası içerisinde olmuşlardır. Bir yandan kendi sınıfsal tabanına rant aktarma kaygısı, bir yandan da uluslararası sermaye ile yeni işbirliği içine girme arzusu ancak yurt dışından sağlanan yüksek oranlı kaynak girişleri sayesinde karşılanabilmişti. Özal döneminin otoyol müteahhitlerine aktardığı kaynaklar Dünya Bankası yapısal uyum kredileri ve borç ertelemeleri sayesinde; Menderes döneminin kırsal destek programları ise Marshall yardımları ile finanse edilebilmişti. AKP hükümetinin dağıtmayı vaad ettiği yeni rantların kaynağı ise -en iyimser kabullerle– henüz belirsizdir; veya daha gerçekçi bir bakış açısıyla, bir insanlık suçu olarak algıladığımız Irak savaşına ilişkin taahhütlerde gizli görülmektedir. AKP hükümeti, Irak savaşı konusunda bir siyasi kuşatma altındandır. İlginç olan nokta hükümetin bir yandan savaşa karşı bir tavır alma çabası içerisine girerken diğer yandan da Irak savaşını bir pazarlık konusuna indirgeme çabasıdır. Hükümet, “savaştan kaçınmak mümkün değilse bari kendimizi pahalıya satalım” aymazlığı içerisine sıkışıp kalmış görünmektedir. İnsanlık suçu olarak kabul edilmesi gereken ve ABD’nin emperyalist emellerinin ürünü olan bu savaşa, ne sebeple olursa olsun destek olmak aynı suçu paylaşmak demektir.
AKP’nin çözüm önerileri, yukarıda tespit ettiğimiz Türkiye toplumunun problemlerinin hiçbiri için çözüm olamaz. Bu programın mantığı, Türkiye’de uzunca süredir sürdürülen neoliberal kuralsızlaştırma (deregulation) politikalarının devamı niteliğindedir; ve bu programın sonuçları, Türkiye toplumunun bunalımını çözecek değil, olsa olsa bu bunalımın derinleşmesine katkı sağlayacak nitelikte olacaktır. Türkiye toplumundaki kökleşmiş yapısal problemler, içi boş ahlaki söylemlerle ve iyi yönetme vaadleriyle aşılacak nitelikte değildir. Bu problemlerin gerçek yapısal nedenleri anlaşılmadan üretilen çözüm vaadleri, halkımızın beklenti ve umutlarını boşa çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Korkarız ki, AKP’nin siyasal tarihimizdeki “makus” sonu da Türkiye toplumunun krizinin derinleşmesi ve çeşitlenmesine hizmetten başka birşey olmayacaktır.
AKP, seçim propagandası boyunca kucaklamaya çalıştığı anti-IMF ve anti-neoliberal tepkiyi icraatının ilk günlerinden itibaren terk etmiş ve ülkemizin kaynaklarını ve iktisadi geleceğini doğrudan doğruya yabancı sermayeye ve piyasanın başıboş güçlerine terk etmeyi amaçlayan neoliberal politikaları açıkça kabul etmekten çekinmemiştir. Acil Eylem Planı ve Hükümet Programı üzerine yürüttüğümüz inceleme göstermiştir ki, AKP neoliberal piyasa ortodoksluğuna tam olarak uyum gösteren bir sermaye partisidir ve ülkemizin kaynaklarını, serbest piyasa ekonomisi söyleminin ardına sığınarak, uluslararası finans sermayesinin ve tekelci çokuluslu şirketlerin emrine sunmayı amaçlamaktadır.
Türkiye’nin, IMF ve ABD güdümündeki bu tür plan ve programlarla kendisine bir gelecek oluşturmasının mümkün olmadığını kamuoyuna bir kez daha hatırlatmayı borç biliyoruz.