Ellen Meikins Wood Çev. Sendika.Org * Özgün ismi, “The Seperation of the Ecomic and the Political in Capitalism”, New Left Review, Sayı: 127, Mayıs-Haziran 1981, sf. 6695. Marksizmin hedefi, dünyayı değiştirmek amacıyla anlamamızı sağlayacak teorik bir temel sunmaktır. Bu, boş bir slogan değildir. Kesinlikle belirli bir anlama sahip olan -ya da olması gereken- bir ifadedir. […]
Ellen Meikins Wood
Çev. Sendika.Org
* Özgün ismi, “The Seperation of the Ecomic and the Political in Capitalism”, New Left Review, Sayı: 127, Mayıs-Haziran 1981, sf. 6695.
Marksizmin hedefi, dünyayı değiştirmek amacıyla anlamamızı sağlayacak teorik bir temel sunmaktır. Bu, boş bir slogan değildir. Kesinlikle belirli bir anlama sahip olan -ya da olması gereken- bir ifadedir. Marksizmin, sadece belirli bir bilgi türünü; yani tarihsel hareketin ilkelerini aydınlatma, ve en azından örtük olarak, politik eylemin en etkili biçimde müdahale edebileceği noktaları gösterme yeteneğinde olan yegane bilgi türünü elde etme peşinde olduğu anlamına gelir. Bu cümlenin anlamı, marksist teorinin hedefinin, “bilimsel” bir politik eylem programı ya da tekniği keşfetmek olması değildir. Gerçekte hedef, üzerinde politik eylemin gelişeceği toprağı açıklamak bakımından özel bir donanım sağlayan bir analiz tarzı sunmaktır. Ancak Marx’tan bu yana marksizmin kendisinin de, onun teorik projesini ve bu projenin temelde politik olan niteliğini çoğunlukla gözden yitirmiş olduğu da iddia edilebilir. Bu durum, özellikle de marksistler, klasik iktisatçıların soyut “ekonomi”yi keşfetmelerinden ve kapitalizmi kendi toplumsal ve politik içerğinden boşaltmaya başlamalarından bu yana burjuva ideolojisine son derece yararlı hizmetlerde bulunmuş olan “ekonomik” ve “politik” alanlar arasındaki katı kavramsal ayrımı değişik biçimlerde pekiştirdikleri ölçüde geçerli olmuştur.
Ancak bu kavramsal araçlar -çarpıtılmış bir aynada da olsa- kapitalizme özgü tarihsel bir gerçekliği, “ekonomi”nin gerçek bir farklılaşmasını da temsil ettikleri için, söz konusu kavramları burjuva idelojisinin etkisinden kurtaracak ve sakladıklarından daha fazla şeyi aydınlatmalarını sağlayacak bir girişim, ancak bu algıyı olanaklı ve makul hale getiren tarihsel koşulların yeniden incelenmesiyle başlayabilir. Bu yeniden incelemenin amacı, kapitalizmde toplumsal hayatın nasıl “parçalandığını” açıklamak değil, kapitalizmin doğasındaki hangi özelliklerin, alanlar –özellikle de “ekonomik” ve “politik” alanlar- arasında bir farklılaşma görüntüsü yarattığını anlamak olmalıdır. Bu tarihsel “parçalanmayı”, kapitalist kategorilerin yarattığı “fetişizmi” aşan, ancak aynı kategorilerin yansıttıkları tarihsel gerçeklikleri de gözardı etmeyen bir biçimde yorumlamak mümkündür. “Ekonomik” ve “politik” alanlar arasındaki ayrışma, elbette, sadece teorik değil pratik de bir sorundur. Modern işçi sınıfı hareketlerini karakterize eden ekonomik ve politik mücadele ayrılığı, sosyalist pratiğin önündeki belki de en önemli engellerden birisidir. Bu engel, birçok devrimci sosyalistin sürekli olarak iddia ettikleri gibi, işçi sınıfı açısından sadece çarpıtılmış, “azgelişmiş” ya da “yanlış” bir bilincin ürünü olsaydı, belki de aşılması çok daha kolay bir engel sayılabilirdi. Ancak, işçi sınıfının “ekonomizm” eğilimi, bu eğilimin kapitalizmin gerçekliklerine ve kapitalist elkoyma ve sömürü ilişkilerinin, ekonomik ve politik eylem arenalarını bölme ve belirli temel politik konuları, -politik iktidar konusuyla tarihsel olarak kopmaz bağlara sahip olan egemenlik ve sömürüye karşı mücadeleleri- tamamen “ekonomik” konulara dönüştürme yollarına tekabül etmesinin bir ürünüdür. Gerçekte, bu “yapısal” ayrım, sermayenin elinde bulundurabildiği en etkili savunma mekanizması durumundadır.
O halde, marksist teorinin hedefi politik eylem alanını aydınlatmaksa, teorinin ne bu tarihsel gerçeklikleri görmezlikten gelmesi, ne de teoride ve pratikte kapitalizme bu denli iyi hizmet veren ekonomi ve politika ayrımını güçlendirerek onaylaması mümkündür. Tersine teori, kapitalizmin ekonomi ve politika arasına nasıl ve hangi anlamda bir duvar ördüğünü; iktidarın üretim ve sömürüyü denetleme eğilimi ya da toplumsal emeğin ve kaynakların dağılımı gibi başlıca politik konuları nasıl ve hangi anlamda politik arenadan çıkartıp ayrı bir “alana” yerleştirdiğini açıkça izah etmelidir.
Ekonomik ve Politik “Faktörlerin” Birbirlerinden Ayrışması
Karl Marx dünyayı, sadece açıkça politik çalışmalarında değil en teknik ekonomik çalışmalarında bile politik boyutlarıyla ele almıştır. Marx’ın ekonomi-politik eleştirisi, diğer şeylerin yanısıra, ekonominin burjuva ekonomi politikçiler tarafından gizlenen politik yüzünü açığa çıkarmayı amaçlamıştır. Kapitalist üretimin Marx tarafından çözülen -ekonomi politiğin sistematik olarak gizlediği ve onu en sonunda kapitalist birikimi açıklayamaz hale getiren- temel sırrı, işçiyle emek gücünü kendisine sattığı kapitalist arasındaki toplumsal ilişki ve iktidar eğilimiydi. Bu sırrın bir de sonucu vardı: bir birey olarak kapitalist ve işçi arasındaki iktidar eğiliminin koşulu, toplumun bir bütün olarak alacağı politik şekillenişti -yani, doğrudan üreticinin mülksüzleştirilmesine, kapitalistin mutlak özel mülkiyetinin korunmasına ve kapitalistin üretim ve elkoyma üzerindeki denetimine izin veren sınıf güçleri ve devlet iktidarı arasındaki denge. Marx’ın Kapital’in 1. cildinde meta formundan “ilkel birikimin sırrı”na doğru ilerlerken, artı değer aracılığıyla çözümlediği “kapitalist üretimin başlangıcı”, “… üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten”, yani devletin, mülksüzleştirilen sınıf lehine yaptığı kanlı müdahale ve sınıf mücadelesi sürecinden “başka bir şey değildir”. Bu iddianın özü Marx’a göre, kapitalist üretimin nihai sırrının politik bir sır olduğunu göstermektedir. Marx’ın analizini klasik ekonomi politikten bu denli radikal biçimde ayrıştıran şey, bu analizin ekonomik ve politik alanlar arasında keskin kopukluklar yaratmaması; ve Marx’ın, ekonominin kendisini cisimleşmemiş güçlerin oluşturduğu bir ağ olarak değil tıpkı politik “alan” benzeri bir toplumsal ilişkiler kümesi olarak görmesi nedeniyle, bu alanlar arasındaki devamlılıkları izleyebilmesidir.
Ancak aynı durum, Marx’tan sonraki marksizm açısından aynı biçimde geçerli değildir. Marksistler genellikle, şu ya da bu biçimde ve derecede, örtük olarak ya da açıkça, ekonomik “altyapı” ve onu “yansıtan” ya da “ona tekabül eden” yasal, politik ve ideolojik “üstyapıyı” birbirlerinden tamamen farklı, birbirlerine az ya da çok kapalı ve “bölgesel” biçimde ayrışmış alanlar olarak ele alan analiz tarzlarını benimsemişlerdir. Bu durumun en açık olarak görüldüğü yer, ortodoks altyapıüstyapı teorileridir. Aynı durum, faktörlerin ya da kertelerin etkileşimi konusunda ya da ekonomik alanın diğerlerini belirlediği “son kerte”nin muğlaklığı konusunda ne denli ısrarcı olurlarsa olsunlar ekonomik, politik ve ideolojik “faktörler” ya da “kerteler”den sözeden diğer teori türleri açısından da geçerlidir. Gerçekte bu tür formülasyonlar sadece alanlar arasındaki mekansal ayrışmayı vurgulamaktadır. Diğer marksist okullar, alanların birbirlerinden soyutlanmasını ve birbirlerine kapatılmasını başka yollarla başarmışlardır; -örneğin, burjuva iktisadına teknik bakımdan gelişkin bir alternatif inşa etmek ve onunla kendi zemininde kapışmak amacıyla, ekonomi ya da sermaye devresini soyutlayarak (ve ekonomik soyutlamaları Marx’ın yaptığı gibi sosyolojik ve tarihsel analizler üzerine oturtmaksızın, bu soyutlamada Marx’tan daha da fazla yol katederek). Bu ekonomik mekanizmayı barındıran -gerçekte bu mekanizmayı oluşturan- toplumsal ilişkilerse bir anlamda dışsal hale getirilmişlerdir. En iyi durumda, mekansal olarak ayrı bir konumda bulunan politik alan, ekonomiye müdahale edebilir,
ancak ekonominin kendisi toplumsal içerikten yoksundur ve bu nedenle de, sanki depolitikleştirilmiştir. Marksist teori bu anlamda, tam da Marx’ın karşısında olduğu ideolojik pratikleri -burjuvaziye kapitalist üretim ilişkilerinin doğallığını ve sonsuzluğunu vaazeden pratikleri- güçlendirmiştir. Marx’a göre burjuva ekonomi politiği, kapitalist üretim ilişkilerini, üretimi özgün toplumsal belirlenimlerinden soyutlayarak tahlil etme yoluyla evrenselleştirir. Marx’ın yaklaşımı ise, üretken bir sistemin kendi -özgün toplumsal belirlenimlerinden özgün toplumsal ilişkiler, mülkiyet ve egemenlik tarzları, yasal ve politik biçimler- oluştuğu yönündeki ısrarı nedeniyle, burjuva ekonomi politiğinden ayrılır. Bu basitçe, ekonomik “altyapı”nın bazı “üstyapısal” kurumlara yansıdığı ya da onlar tarafından korunduğu anlamına gelmez, üretken altyapının kendisinin toplumsal, yasal ve politik biçimler -özellikle de mülkiyet ve egemenlik biçimleri- şeklinde varolduğu anlamına gelir. Burjuva iktisatçıları ise, üretim sistemini özgün toplumsal yönlerinden ayırarak, “mevcut toplumsal ilişkilerin sonsuzluğunu ve uyumluluğunu” kanıtlayabilmektedirler.
Marx’a göreyse üretim, “… sadece belirli bir üretim değildir… her zaman, üretim dallarının daha geniş ya da dar bir bütünselliği içinde hareket eden belirli bir toplumsal vücut, toplumsal bir nesnedir.” Burjuva ekonomi politiği ise tersine, kendi ideolojik hedeflerine toplumu soyut halde inceleyerek, üretimi “… tarihten bağımsız, ebedi doğal yasalarla çevrelenmiş ve burjuva ilişkilerin, soyut toplumun üzerinde kurulduğu bozulmaz doğa yasaları olarak sonradan sessizce içine sızdıkları” birşey olarak ele alır. “Bütün işlemin az ya da çok bilinçli amacı budur”. Burjuva iktisatçılar belirli yasal ya da politik biçimlerin üretime yardımcı olduklarını kabul etseler bile, onları üretken bir sistemin organik bileşenleri olarak ele almazlar. Yani aralarında organik ilişkiler bulunan şeyleri “… raslantısal bir ilişki, sadece düşünsel bir ilişki içinde” biraraya getirirler. “Organik” ve “sadece düşünsel” bağlantılar arasındaki fark özellikle önemlidir. Alanlar arasındaki ayrımı ve birbirine kapalılığı vurgulayan altyapı-üstyapı benzetmesinin her türlü kullanımı -alanlar arasındaki bağlantıya ya da birinin diğeri tarafından yansıtıldığına ne denli vurgu yaparsa yapsın- üretken alanın kendisini, toplumsal belirlenimleri ile tanımlanan bir alan olarak görmediği ve böylelikle de “soyut” toplumla hesaplaşamadığı ölçüde, burjuva ideolojisinin mistifikasyonlarını yeniden üretir. Tarihsel materyalizmin temeli olan, üretimin birincilliği yönündeki temel ilke, keskin niteliğini yitirir ve burjuva ideolojisince içerilir. Bu elbette, Marx’ın burjuva ekonomi politiğin yaklaşımlarını tamamen değersiz bulduğu anlamına gelmez. Tersine, Marx ekonomi politiğin kategorilerini, bu kategoriler evrensel bir doğruyu değil, kapitalist toplumun tarihsel gerçekliğini, en azından “gerçek bir görünümünü” ifade ettikleri için, kendi başlangıç noktaları haline getirmiştir. Sorun, bu “görüntülerin” gerçek anlamlarını çözümlemekti ve bu da, burjuva kategorilerin yeniden üretimi için değil, eleştirel bir tahlili için gerekliydi.
Maddi Zeminin Toplumsallıktan Çıkartılması
Ekonomi politiğe yönelik bu eleştiriler, G.A.Cohen tarafından, materyalizmin toplumsal bir yorumuna karşı çıkan iddiaları destekleyen önemli bir kitapta kullanıldılar. Cohen’in iddiaları birçok açıdan burada sunulan yorumun tam bir anti-tezini oluşturduğu için, bunlara kısaca değinmekte yarar var. Kuşkusuz burada Cohen’in yoğun ve çarpıcı iddialarını tek tek ele almak olası değildir; ancak iddiaya temel olan ve materyalizm yorumları arasındaki karşıtlıkta temel öneme sahip olan bir nokta var. Bu, Cohen’in “maddi” ve “toplumsal” arasındaki farklılığı vurgulayan formülasyonudur. Tartışmada iki temel nokta mevcuttur: Bu noktalar, Cohen’in analitik ayrımının kendisi, ve bir analitik farklılaştırmayı sağlayan kaymayı, sadece bir ikilik halinde ele almayıp tarihsel olarak gerçek bir ayrım ve nedensel bir ilişki haline getirmesidir.
Cohen’in hedefi tarihsel materyalizmin bir teknolojik determinizm olduğunu kanıtlamak olduğundan, sadece belirleyici nitelikteki “maddi temel”i yalnızca teknik üretim güçlerini kapsayacak bir darlıkla tanımlamakla yetinmemekte; maddi alanı, “toplumsal” ve “tarihsel” olandan ilkesel olarak ayrı ve niteliksel olarak farklıymışçasına, “doğal”la özdeşleştirmektedir. “Maddi”, kendisinin de kabul ettiği gibi, tarihte “toplumsal” bir formla “sarmalanmaksızın” varolmadığı halde, nedensellik iddiası Cohen’i “maddi”ye, “toplumsal”la sadece dışsal biçimde ilişkili ve kendi bağımsız yaşamı olan, “tarihsel” ilkeler dışındaki hareket yasalarına tabi olan birşey gibi bakmaya zorlamaktadır. En basit terimlerle ifade edildiğinde Cohen’in teknolojik determinizmi, maddi alanı -teknik güçlerin gelişimini- ilerleten “doğal” itkilerin, toplumsal biçimlerin tarihsel gelişimine egemen olduğu ya da, şu ya da bu şekilde onu nedensel bakımdan belirlediği anlamına gelmektedir. Buradaki temel varsayım, insan doğasında ve akılcılığında, toplumsal ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak teknolojik güçlerin gelişimini zorlayan doğal ve daimi bir itki bulunduğudur. O halde gelişmenin bütün belirli aşamalarında, bu gelişmeyi kolaylaştıran toplumsal ilişkiler ortaya çıkacaktır. Daha sonra, bu toplumsal ilişkilerin gerektirdiği yasal ve politik biçimler oluşacaktır. Kısacası Cohen bize, içinde üretim ilişkilerinin kendilerinin, gerçek “altyapı”yla, yani teknik üretim güçleriyle kurdukları ilişkilerde “üstyapısal” hale geldikleri, (bu tür bir mekanik benzetmenin tüm savunucularında görülen “altyapının üstyapıya ihtiyacı vardır” önermesiyle karakterize olan) bir “altyapı-üstyapı” analizi sunmaktadır.
Cohen, üretim ilişkileri ve üretici güçler hakkındaki kendi nedensel önermelerinin kavramsal temelini oluşturmak için Marx’ın otoritesine başvurmaktadır: “Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki ünlü farkın, Marx’ta, doğa ve toplum arasındaki zıtlıklardan bir tanesi olduğunu iddia ediyoruz. Yorumcular Marx’ın ‘maddi’ sözcüğünü ne kadar sık ‘toplumsal’ ya da ‘biçimsel’ sözcüklerinin zıddı olarak kullandığını, ‘doğal’ın ‘toplumsal’a karşı ‘maddi’ye ait olduğunu ve maddi olarak tarif edilen şeylerin, aynı zamanda, belirli biçimlerin ‘içeriğini’ oluşturduklarını farketmemişlerdir. (???) (Maddi sözcüğü için kullanılan diğer terimler ‘insan’, ‘basit’ ve ‘gerçek’ken, ‘tarihsel’ ve ‘ekonomik’ sözcükleri ‘toplumsal’la aynı cinsten kullanılır.) Bu karşıtlıklar ve özdeşleştirmelerin sonucu, toplumun içeriğinin, biçimi toplumsal biçim olan doğa olduğudur.”
İddia, “maddi”nin “doğa”yla ve “doğal” gelişmenin de “toplumsal” ve “tarihsel”le karşıtlıkla özdeşleştirilmesine doğru gider; ve Cohen, böyle bir “maddi” tanımı için, Marx’ın tüm tarihsel materyalizm yorumunu tartışmalı hale getiren son derece belirsiz alıntılara yaslanır. Çarpıcı olan, Cohen’in Marx’tan, “maddi” ile “toplumsal”ı ayıran ya da “maddi üretim”i “toplumsal yönleri”nden ayıran ya da örneğin kapitalist üretimin “esas özü”nü, “kapitalist ekonomik biçim”den ayıran “aydınlatıcı soyutlamayı” desteklemek üzere alıntıladığı pasajların, gerçekte Marx’ın niyetinin bu soyutlamayı desteklemekten çok onu eleştirmek olduğu pasajlar olmasıdır.
Cohen, Capital ve Grundrisse’den, şu ya da bu şekilde, “genel olarak insanların üretken faaliyetleri”, ya da “genel olarak ür
etim süreci” ya da “soyut olarak” maddi üretime atıfta bulunan değişik pasajları alıntılıyor. Burada Marx’ı ilgilendiren farklılık, “maddi” ile “toplumsal” ya da “maddi üretim süreci” ile “toplumsal üretim süreci” arasındaki farklılık değildir, “öylesine” ya da “genel olarak” üretimle, toplumsal ve tarihsel bakımdan belirli biçimler altında toplumsal bir süreç olarak, gerçekten mevcut olan üretim arasındaki farklılıktır. (Gerçekte benzer bir karşıtlık, “genel olarak toplumsal üretim süreci” ve “tarihsel olarak belirli biçimler altında toplumsal bir süreç olarak üretim” arasında da formüle edilebilir.) Bu ise örneğin, “kapitalist biçim”i “esas özü”nden ayırma sorunu değildir, ama kapitalist biçim altındaki “öz”, soyut “öz”den farklıdır. Marx’ın hedefi ise, “genel olarak maddi üretim”le başlayıp, sermaye üretim sürecini, bu süreç sanki öylesine bir üretimmişçesine soyut biçimde ele almak suretiyle elde edilen ekonomi politik mistifikasyonlarını eleştirmektir. Kapitalizmde, maddi hayatın koşullarının üretimi, sermaye üretiminden ayrılamaz durumda olduğu için, bu tip mistifikasyonları özellikle makul hale getiren şey, kapitalizmin kendi doğasıdır. Örneğin, meta üretimi genelleşmiş olduğu için, kullanımdeğeri üretiminin tümü aynı zamanda ve ayrılmaz biçimde değişimdeğerleri üretimidir. Marx Capital ve Grundrisse’de sermaye üretimindeki mistifikasyon aşamalarını izleyerek, kapitalist üretimin yanlış görünümleri üzerindeki örtüyü kaldırır. Grundrisse’de, tüm üretimlerde “genel” ve “ortak” olan unsurların belirlenmesiyle işe başlanabileceğini belirtir; ama bunun Cohen’in iddialarına sunduğu fazla bir destek yoktur, çünkü, birincisi, “ortak” ya da “genel” olanı, “toplumsal”a karşı “maddi” ile özdeşleştirmek nedensizdir; ve, herşeyin ötesinde, Marx, “genel olarak üretim” hakkındaki tüm önerilerin boş ve biçimsel, hatta “bayat” ve totolojik olacağını söyleyerek böyle bir işlemi reddeder, çünkü bu “ortak unsurların” kendi gerçek içerikleri de tamamen kendi toplumsal belirlenimlerine bağlıdırlar.
Emek-süreci, doğrudur, “basit” ya da “temel” ya da “ortak” unsurlara indirgenebilir: insanın kişisel faaliyeti, üretici; üzerinde çalışılacak iş nesnesi ya da materyal; aletler. Ancak, bu şekilde bakıldığında, emek-süreci, gerçekte olduğu gibi değil, “anormal şekilde yalıtılmış” bir insan, (Marx’a göre, ekonomi politiğin mistifikasyonları arasından sık sık başını uzatan kötü ünlü Robinson Crusoe) tarafından gerçekleştiriliyormuşçasına ele alınmaktadır. Oysa emeksüreci, içinde doğayla kurulan ilişkinin aynı zamanda ve ayrılmaz biçimde toplumsal bir ilişki de olduğu, toplumsal bir süreçtir. Tüm üretimlerce paylaşılan “basit” unsurlar ister “anormal biçimde yalıtılmış” (ya da “hayali”) ister toplumsal olsunlar, her türlü üretim şu ya da bu biçimde bu unsurlara sahip olması gerektiğinden, sadece soyut anlamda temel unsurlardır. “Toplumsal” unsurların içeriği gibi, bu “temel” unsurların içeriği de, toplumsal ve tarihsel olarak belirlenir. Üstelik Marx, üretimin “toplumsal yardım”ı da içeren normal biçimlerinde, bu toplumsal unsurun “basit” ya da “ortak” unsurlardan daha az temel ya da hatta daha az “maddi” olduğunu da ileri sürmez. Bu basit unsurların toplumsal üzerinde nedensel bir önceliğe sahip olduğunu da ima etmez. Yani, Marx’ın Kapital 1. ciltte ( o da meta biçimini inceledikten sonra) “basit” emeksürecini izole ederkenki hedefi, emeksürecinin “basit” unsurlarını toplumsal belirlenimlerinden ayırmak ya da bu unsurların “önceliğini” kurmak değildir. Tersine, kapitalist emeksürecinin özel doğasının, bu üretimin kendi “basit” unsurlarının özel doğasının, kapitalizmdeki üretim sürecinin aynı zamanda bir artıdeğer üretme ve kapitalist ilişkinin kendisini üretme süreci olduğu şeklindeki “toplumsal” ve “tarihsel” gerçeğe nasıl da bağımlı olduğunu açıklamayı hedeflemektedir.
O halde Marx’ın hedefi, “maddi” ve “toplumsal” arasındaki ikiliği değil, maddinin toplumsalla tanımlandığını vurgulamaktır; maddi üretim sürecini toplumsal üretim sürecine karşıtlık içinde değil, toplumsal bir süreç olarak tanımlamaktır, dikkati “soyut öze” değil, ona kendi gerçekliğini veren toplumsal biçime çekmektir; bu soyutlamanın kullanışlılığını değil, boşluğunu anlatmaktır, ve Marx dikkatimizi, maddi üretimin belirli bir toplumsal biçimden soyutlanmasına çektiği zaman, bunu, soyutlamanın ortaya koyduklarını değil, gizlediklerini göstermek için yapmaktadır.Cohen’in “aydınlatıcı soyutlama” dediği şey, Marx’ın eleştirdiği mistifikasyonun ta kendisidir. Cohen’in kavramsal çerçevesinin amacı kendi teknolojik determinizm iddiasını desteklemektir. Bu kavramsal temelin gücü, o halde, taşıyabileceği iddiaların ağırlığıyla ölçülmelidir. Son tahlilde, Cohen’in üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ilişki hakkındaki önermeleri hayalidir. Bu önermeler, Cohen’in vurgulamaktan çekindiği gibi, özel cismani bir sonuca sahip değildir. Dinamik üretici güçler toplumsal ilişkilerin kabuğunu çatlatabilir ve onları gerektiği gibi değişmeye zorlayabilir; ya da ağır aksak güçler tam da gelişmeyi başaramamalarıyla, toplumsal ilişkileri teknolojik gelişimi hızlandıracak ve teşvik edecek biçimde değişmeye zorlayabilirler. Gerçekte Cohen’in formülü Marx’ın söylediği gibi, üretici güçlerin “hareketsizleştiği” örneklere de (ki, bu durum istisnadan çok kuraldır) ve üretici güçleri sürekli olarak devrimcileştirme itkisiyle diğerlerinden ayırdedilebilen yegane örnek olan kapitalizm gibi iki duruma da uyarlanabilir. Bu esneklik, tarihsel ve antropolojik kanıtları açıklamayı gereksiz kılmaktadır; ancak Cohen’in temel tarihsel önerilerinin de içini boşaltmakta ve onları açıklayıcı bir araç olarak kullanılır olmaktan çıkartmaktadır. Öneri, yanlışlanamaz durumdadır. Doğru olduğu ölçüde, belki de bu genellikteki tüm tarihsel “yasalar” gibi bayat ve totolojiktir. Bir anlamda, Cohen’in teknolojik determinizmi ekonomi politikçilerin hatasını tekrarlamaktadır; Cohen, kapitalist üretimin yasalarını kendi özgün toplumsal belirlenimlerinden soyutlayarak, özel bir tarihsel deneyim olan kapitalizmi genelleştirmektedir. Kapitalizmde, belirli bir artığa el koyma tarzı -artı değer mekanizması- ve bunun emek ile sermaye arasında kurduğu toplumsal ilişki tarafından yaratılan üretim güçlerini devrimcileştirme itkisi, insan doğasında varolan ve akıl yasaları tarafından zorlanan doğal bir yasa haline gelmektedir. Cohen’in “maddi”ye ilişkin özel tanımı ve bunun toplumsalla ilişkisi, kapitalizmin evrimini ve toplumsal üretim ilişkilerinin teknolojik gelişme üzerindeki ayırdedici etkilerini açıklamayı zorlaştırmaktadır. Gerçekte “maddi” ve “toplumsal” arasına koyduğu radikal ayrım, kendi iddiasını kanıtlamak üzere kullandığı maddi çelişki yasaları ve tarihsel geçişi tam bir saçmalığa dönüştürmektedir. Üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin tarihsel harekete itki sağladığı yolundaki iddia herhangi bir anlama sahipse, bu anlam sadece bu “güçler” toplumsal yönleriyle ele alındıkları ölçüde geçerlidir. “Maddi” ve “toplumsal”, ayrı varlık alanlarında bulunmadıkları için bunlar arasındaki bir “çelişki”den sözetmek de anlamlı değildir. Örneğin, kapitalizmdeki kritik çelişki, dar biçimde tanımlanan teknik güçlerle toplumsal ilişkiler arasında değildir, potansiyel olarak uzlaşmaz iki toplumsal ilke arasındadır: kapitalist mülkiyetin bireysel, hatta antitoplumsal biçimi ve kapitalist üretimin aşırı derecede toplumsal biçimi. Sermayenin üretim ilişkilerine en uzlaşmaz olan “m
addi güç”, birleşik ve sınıf-bilinçli proletaryadır. Cohen bile bu gücün oluşumunun teknolojik gelişmenin basit bir yansıması olduğunu iddia edemez.
Marx ve Engels’in, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasında bir ayrım ve çelişki bulunması olasılığının, özgün toplumsal koşullara bağlı olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiklerini belirtmekte de yarar vardır. Böyle bir ayrım, sadece üretim ve tüketim, emek ve eğlence toplumsal işbölümünde “farklı bireylere ait” olduğu zaman olanaklı hale gelir. Benzer bir ilke, ekonomik, politik vs. gibi “unsurlar” arasındaki ayrım ve bunların “göreli özerkliği” için de geçerlidir. Bu ayrımların nihai temeli, insanları yeni ve bağımsız toplumsal işlevleri yerine getirmekle görevlendirerek “yeni ve bağımsız alanlar” yaratan toplumsal işbölümüdür.
Kısacası, tarihsel materyalizm binasının üzerinde yükseldiği “maddiyat”, başlangıçtan beri “toplumsal” ve tarihsel bir fenomendir. Hatta bu materyalizmin özünün, -örneğin, ekonomi politikçilerin materyalizmine karşıt olarak- maddi temelin kendisini toplumsallaştırmak ve tarihselleştirmek olduğu bile söylenebilir. Yani, “maddi” ile “toplumsal”, “altyapı” ile “üstyapı”, “nesnel yapılar” ve tarihsel özgünlükler arasında, teoride birinden diğerine geçişi ve teoriden de pratiğe geçişi zorlaştıran radikal kopukluklar yoktur.
Bütünselci Yaklaşım
Son zamanlarda marksist teori içinde, “altyapı” ile “üstyapı” arasındaki kopuklukları “altyapı” tanımını genişleterek aşmaya çalışan yeni bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Burada, burjuva ideolojisinden devralınan kavramsal “parçalanma”, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin özgünlüğü önemsizleştirilerek ve üretim alanı, neredeyse tüm toplumsal faaliyet ve bilinç alanlarını, toplumsal deneyimin ya da en azından “sınıf deneyiminin” “bütünsel” bir kavramsalaştırmasını içeren bir tarzda yeniden çizilerek aşılmaktadır. Bu “bütünsel” yaklaşımın değeri, “ekonomi”nin toplumsal ve tarihsel içeriğini yeniden inşa etmeye çalışması ve hem ekonomist hem de yapısalcı marksistlerin tersine, kapitalist kategorilerin “fetişizmi” denilen şeyi tanıyarak reddetmesidir. Ancak bu süreç içinde, tarihsel materyalizm tamamen de gözden kaybolabilir. Üretim ve üretim ilişkileri kavramlarının bütünlük ve özgünlüklerinden koparılmaları durumunda, “üretim tarzı” kavramı tüm anlamını yitirir ve materyalizmin temelleri tam anlamıyla çöker.
Simon Clarke son makalelerinden birinde bu “bütünselci” yaklaşımın bir biçimini sunmaktadır. “Üretim ilişkilerinin sömürü biçimlerine indirgenmesini” reddettikten sonra, “…. üretim ilişkilerini, sınıflı bir toplumda, birbirleriyle uzlaşmaz sınıfların üyeleri olarak ilişki kuran insanlarararası bir ilişki olarak bütünsel biçimde kavramlaştıran” bir yaklaşımı savunur. “Bu ilişkiler, bütünlüğü onların insani karakterini oluşturan, ekonomik olduğu kadar, politik ve kültürel boyutlara da sahiptir”. Kapitalist toplumsal ilişkilerin “bu toplumsal ilişkiler içinde yaşayanların deneyimleri açısından eleştirilmesi” gerektiğini ileri sürer: “Bu deneyim atomize bireylerin değil, tüm ezilme biçimlerinin kollektif deneyimi, bir sınıf deneyimidir” der. Yani, üretim ilişkileri, sınıf ilişkilerine dönüştürülmüş ve her ikisi de, neredeyse istisnasız tüm toplumsal -gerçekte insani- deneyimleri kapsar hale getirilmişlerdir. Böylesine yaygın bir kavramlaştırmada üretim ilişkilerinin ne anlamı kaldığını görmek oldukça zordur.
Elbette “doğrudan üretim süreci” ve onun içindeki sömürü ilişkileri ezilme ve egemenlik öyküsünün tümünü anlatmaz. Yine, artık elde etmenin doğrudan üretim sürecinden ayrılamaz olduğu kapitalist sömürü ile artık elde etmenin üretim sürecinin kendisine dışsal “ekonomidışı” zor aracılığıyla gerçekleştiği kapitalizmöncesi sömürü ilişkileri arasında bir fark vardır. Yine de, toplumsal ve politik egemenliğin çekirdeğinde, her zaman, artığın doğrudan üretim sürecinden çekilmesi bulunur bu sürecin tüm toplumsal yapıyı besleyen gelirleri yaratması anlamında ve toplumsal baskının gücünün nihai olarak onu ayakta tutan sömürüye bağlı olması anlamında. Bu durum kapitalizm için olduğu kadar kapitalizm öncesi toplumlar için de geçerlidir; ve bu durum kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda, artığın doğrudan üretim sürecinden çekilmesinin “ekonomidışı” biçimler alması ve “ekonomik” sömürünün politik araçlarla sağlanması gerçeğiyle de değişmez. “Ekonomik” ve “politik” arasındaki katı ayrım, o halde, kapitalist kategorilerin “fetişleşmesi” olabilir; ama bunun Clarke’ın iddia ettiği gibi, üretim ilişkilerinin sömürü biçimleriyle özdeşleşmesine nasıl yolaçtığı açık değildir. Clarke haklı biçimde “doğrudan üretim sürecindeki sömürü ilişkileri, içinde toplumsal üretimin gerçekleştiği sınıf ilişkilerinin varlığına işaret eder” demekte; “sınıfın, kollektif bir ezilme ‘deneyimi’ni aynı zamanda ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel olan bir deneyimi temsil ettiğini; ve egemenlik ve sömürü ilişkilerinin korunması ya da dönüştürülmesinde sınıfların temel tarihsel aktörler olduğunu belirtmektedir. Yine de, sınıf ilişkileri ve üretim ilişkileri eşanlamlı olarak kullanılamaz herşeyden önce üretenler ve mülkedinenler, sınıflar değildir. Sınıf “deneyiminin” kendi bütünlüğü içinde anlaşılmasının sahip olduğu tartışmasız önem, (sınıf kavramının kendisinin belirli bir özgünlüğe sahip olması durumunda) “üretim ilişkilerinin” çözümlenmesi açısından bir garanti yaratmaz.
Teorik Bir Alternatife Doğru
Üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin bütünsellik ve özgünlüğünü bu kavramların toplumsal içeriklerini boşaltmadan ya da bunlarla, içinde bulundukları tüm bir toplumsal faaliyetler ve ilişkiler bütünü arasında yapay bölünmeler yaratmadan sağlamak mümkündür. Başka bir deyişle, Marx’ın, burjuva ekonomi politiğin ideolojik soyutlamalarına karşı (örneğin) “sermaye toplumsal bir üretim ilişkisidir” diyerek gösterdiği ısrarı, ekonomik kategorilerin bazı belirli toplumsal ilişkileri ifade ettiği konusunda gösterdiği ısrarı ciddiye almak mümkündür. O halde, “kaba ekonomizme karşı” hem “üretim”in bütünlüğünü koruyan hem de üretken “altyapının” belirli toplumsal süreçler ve ilişkiler ve özellikle de yasal ve politik biçimler şeklinde varolduğu gerçeğinin ima ettiği sonuçları ilerleten teorik bir alternatif olmalıdır. Ne yazık ki, böyle bir teorik konum, bazı marksist tarihçilerin çalışmalarında bulunmakla birlikte, açık ve sistematik bir varlığa sahip değildir.
Burada önerilen teorik konum belki de “politik marksizm” olarak tanımlanan konumdur. Bu marksizm yorumu, bir eleştirmene göre, “çağdaş historyagrafideki ekonomist eğilimler dalgasına karşı bir tepki”dir. “Sınıf mücadelesinin rolünün yaygın biçimde küçümsenmesi nedeniyle, =politik marksistler= tarihsel açıklamaya önemli miktarda sınıf mücadelesi zerketmektedirler… Politik marksizm, sınıf mücadelesini tüm diğer nesnel olaylardan ve belirli bir üretim tarzına özgü olabilecek gelişme yasalarından koparan bir tür iradeci tarih görüşüne dönüşmektedir. Hiç kimse, kapitalizmin ondokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki gelişimini, sadece toplumsal unsurlara atıfta bulunarak ve bu resme, kapitalist birikim yasasını ve onun ürününü, yani artı değer mekanizmasını katmadan açıklayabilir mi? Gerçekte, sonuç… tarihsel materyalizmin temel kavramının, yani üretim tarzının, tüm gerçek özünden koparılmasıdır…’Politik marksizm’i
n hatası sadece tarihsel materyalizmin en kullanışlı (üretim tarzı) kavramını reddetmesi değildir. Hata ekonomik gerçeklikler alanının da terkedilmesinden kaynaklanmaktadır…” İddiamızın hedefi, bazı marksistlerin üretim ve sömürü ilişkilerini oluşturan politik ve toplumsal faktörleri kavradıklarını düşündüklerinde, diğerlerini “ekonomik gerçeklikler” alanını terketmekle suçlamalarına izin veren yanlış ikiliğin aşılmasıdır. Burada öncül, “toplumsal unsurlara” karşıtlık arzeden bir üretim tarzı tanımının bulunmadığı ve Marx’ın burjuva ekonomi politik karşısındaki radikal buluşunun tam da, üretim tarzı ve ekonomik yasaların kendilerini, “toplumsal unsurlar” terimleriyle tanımlamış olmasıdır.
Bir üretim tarzı ya da ekonomiden, sanki “toplumsal unsurlar”dan farklı, hatta onlara karşıtmışçasına sözedilmesinin anlamı nedir? Örneğin, kapitalist birikim yasası ve onun “ürünü”, artı değer mekanizması gibi “nesnel olaylar” nelerdir? Artı değer mekanizması, mülkedinen ve üretici arasındaki belirli bir toplumsal ilişkidir. Üretimin, dağıtımın ve değişimin belirli bir tarzda örgütlenmesi içinde işlerlik kazanır; ve belirli bir politik iktidar şekillenmesi tarafından korunan, belirli bir sınıf ilişkisine dayanır. Kapitalist üretimin özünü oluşturan, emeğin sermayeye tabiyeti, toplumsal bir ilşki ve sınıf mücadelesinin bir ürünü değilse, nedir? Herşeyin ötesinde, Marx sermayenin toplumsal bir üretim ilişkisi olduğu konusunda; “sermaye” kategorisinin, toplumsal belirlenimleri dışında bir anlamı bulunmadığı konusunda; para ya da sermaye mallarının kendiliklerinden sermaye haline gelmedikleri ve sadece mülkedinen ve üretici arasındaki belirli bir toplumsal ilişki bağlamı içinde sermaye haline geldikleri konusunda; kapitalist üretimin önkoşulu olan ilkel sermaye birikiminin doğrudan üreticinin mülksüzleştirilmesi sürecinden yani sınıf mücadelesinden başka birşey olmadığı konusunda ısrar ederken neyi kastetmiştir? Burjuva toplumsal bilimlerin büyük yaşlı adamı Max Weber, Marx’la tam bir karşıtlık içinde kapitalizmin toplumsal anlamını yokederken, (örneğin, emek sömürüsü gibi) dışsal toplumsal unsurlara atıfta bulunmayan, “saf biçimde ekonomik” bir kapitalizm tanımı yapmakta neden ısrar etmektedir? Bu soruları sormak ve ekonominin toplumsal niteliği konusunda ısrar etmek ne asla ekonomi, ekonomik “yasalar”, üretim tarzı, bir üretim tarzındaki “hareket yasaları”, kapitalist birikim yasaları gibi şeylerin mevcut olmadığını söylemek, ne de üretim tarzının “tarihsel materyalizmin en kullanışlı kavramı” olduğunu inkar etmek anlamına gelir. Burada anlaşıldığı şekliyle “politik marksizm”in üretimin önceliğine olan inancı, marksizmin “ekonomist eğilimleri”nden daha güçsüz değildir. Üretimi, varlığını ortadan kaldıran bir şekilde tanımlamaz ya da sınırlarını, istisnasız tüm toplumsal faaliyetleri ve hatta sınıf “deneyimlerini” kapsayacak biçimde genişletmez. Sadece bir üretim tarzının toplumsal bir fenomen olduğu ilkesini ciddiye alır.
En önemlisi, bu teorik bakış açısına göre, üretim ilişkileri, gerçekte kendileriyle mücadele edildiği biçimde, politik biçimlerde sunulurlar; yani egemenlik ilişkileri, mülkiyet hakları, üretimi ve mülkedinmeyi örgütleme ve yönetme hakkı gibi biçimlerde. Bir başka deyişle, bu teorik bakış açısının hedefi pratik bir hedeftir, yani üretim tarzlarını soyut yapılar olarak değil, onlarla ilişkili biçimde hareket etmek durumunda olan insanların gerçekten karşılaştıkları biçimde görerek, mücadele alanını aydınlatmaktadır. Ancak bu hedef, üretim ilişkilerinin, içinde hiçbir ayırıcı kritik hedef barındırmayan bir toplumsal ilişkiler ya da sınıf “deneyimi” kitlesi şeklinde çözümlenmesiyle de yerine getirilmiş olmamaktadır.
Politik marksizm maddi üretimin ve üretim ilişkilerinin özgünlüklerini kabul eder. Ancak bir toplumsal formasyonun “altyapı” ve “üstyapı”sı ya da “düzeyleri”nin, kompartmanlar ya da “bölgesel” olarak ayrı alanlar olarak görülemeyeceğinde ısrar eder. “Faktörler” arasındaki iç ilişkiyi ne kadar vurgularsak vurgulayalım, böylesi teorik pratikler, sadece üretim tarzlarını oluşturan tarihsel süreçleri değil, yaşayan toplumsal fenomenler olarak üretken sistemlerin yapısal tanımlarını da gizlediklerinden, yanlış yönlendirici hale gelirler. O halde, politik marksizm altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiyi bir karşıtlık; bir yanda temel “nesnel” ekonomik yapılar ve diğer yanda toplumsal, yasal ve politik biçimlerin bulunduğu bölgesel bir ayrım olarak değil, üretim sisteminin kendisini oluşturan ilişki ve biçimlerden başlayarak, doğrudan üretim ve mülkedinme sürecinden farklı uzaklıklarda bulunan toplumsal ilişkiler ve biçimlerin süreğen bir yapısı olarak görür. “Altyapı” ve “üstyapı” arasındaki bağlantılar, bu şekilde, büyük kavramsal atlamalar olmaksızın izlenebilmektedirler çünkü bunlar, gerçekliğin birbirlerinden temelde farklı ve kesikli iki ayrı düzlemini oluşturmazlar.
“Altyapı” ve “Üstyapı”nın Yeniden Değerlendirilmesi
İddia, Marx’ın materyalizminin ilk ilkelerinden biriyle başlar: İnsan kendisinin belirlemediği, tamamen fiziksel ve ekolojik unsurları da kapsayan belirli maddi sınırlar içinde çalışırken, maddi dünya onun için sadece doğal bir veri değildir; bir üretken faaliyet tarzı, bir toplumsal ilişkiler sistemi, tarihsel bir üründür. Doğa bile, “… insan tarihinden önce gelen doğa… artık hiçbir yerde bulunmayan doğadır…”, “… duyumsal dünya,… doğrudan sonsuzluktan gelen, hep aynı kalan birşey değil, sanayinin ve toplumsal yapının ürünüdür; ve, aslında, bu anlamda tarihsel bir ürün, herbiri bir diğerinin omuzları üzerinde duran, sanayisini ve ilişkilerini geliştiren, toplumsal sistemini değişen ihtiyaçlara göre değiştiren tüm bir nesiller dizisinin faaliyetlerinin ürünüdür”. O halde, dünyanın materyalist bir yorumu insanın, hayatın koşullarını üretmek üzere onlar aracılığıyla doğayla temas ettiği toplumsal faaliyetlerin ve toplumsal ilişkilerin yorumudur; ve toplumsal faaliyetin ürünlerinin, insan tarafından üretilen toplumsal ilişkilerin, tıpkı doğal veriler gibi maddi güçlere dönüştüklerini kavrayan tarihsel bir yorumdur. Materyalizmin bu açıklaması, toplumsal biçimler ve tarihsel mirasların maddi güçler olarak oynadıkları roller konusundaki ısrarı nedeniyle, “altyapı” ve “üstyapı” konusunda kaçınılmaz biçimde, can sıkıcı sorular yaratır. Eğer sadece doğal ya da teknolojik güçler değil, toplumsal etkileşim biçimleri de maddi altyapının ayrılmaz parçaları olarak görülürse, altyapıya ait toplumsal biçimlerle üstyapıya ait gibi görülebilecek toplumsal biçimler arasındaki sınır nerede çizilecektir? Ya da, aslında, altyapıüstyapı ikiliği, üretken “altyapı”nın kendisini açıklamaktan çok gizlemekte midir?
Üretim ilişkileri, sadece basit ikincil refleksler olmayan ve üretken ilişkileri oluşturan özel yasal ve politik ilişkiler egemenlik ve zor tarzları, mülkiyet ve toplumsal örgütlenme biçimleri şeklini alırlar. Elbette, üretken ilişkileri oluşturan yasalpolitik biçimleri, bu ilişkilere daha uzak ya da dışsal olanlardan ayırmak bunlar arasında katı kopukluklar bulunmasa bile ne gerekli ne de mümkündür. Üretim sistemini korumak ve üretim sisteminin temel ilişkilerinin yeniden üretilmesine yardımcı olmakla birlikte, üretken ilişkilerin oluşturucusu oldukları iddia edilemeyecek yasal ve politik kurumlar mevcuttur: ve belki de “üstyapı” terimi bunlar için kullanılmalıdır. Ancak tüm yasal ve politik ilkeler üstyapıya havale edilemez. Çünkü maddi altyapının kendi
si, yasalpolitik biçimler aracılığıyla eklemlenir. Üretim “alanı”nın belirleyici olması, bu yasalpolitik biçimlerden ayrı olması ya da onlardan öngelmesi yüzünden değil, bu biçimlerin tam da üretim biçimleri olmaları, belirli bir üretken sistemin verileri olmaları yüzündendir.
Bir üretim tarzı sadece basit teknoloji değildir, üretken faaliyetin toplumsal bir organizasyonudur; ve bir sömürü tarzı, bir iktidar ilişkisidir. Üstelik, sömürünün doğası ve boyutlarını koşullayan iktidar ilişkisi, rakip sınıflar arasındaki ve içindeki politik örgütlenmeyle ilgili bir sorundur. Son tahlilde, artığa elkoyanlarla üreticiler arasındaki ilişki, büyük ölçüde, sınıfların göreli güçleri üzerinde yükselir ve bu güç de büyük ölçüde, her sınıfın sınıf mücadelesine soktuğu iç örgütlenme ve politik güçler tarafından belirlenir. Örneğin, Robert Brenner, geç ortaçağ Avrupa’sının değişik parçalarında gözlenen değişik gelişme modellerinin büyük ölçüde, değişik bölgelerdeki lordlar ve köylüler arasındaki sınıf mücadelelerini, özgün tarihsel deneyimlere göre karakterize eden sınıf örgütlenmeleri arasındaki farklılıklarla açıklanabileceğini iddia etmektedir. Mücadele bazı durumlarda, eski düzenin ve eski artığa elkoyma biçimlerinin yıkılmasıyla; diğerlerinde ise, eski biçimlerin yumuşamasıyla sonuçlanmıştır. Brenner, tarımsal sınıf çelişkilerinin bu farklı ürünlerinin, “rakip tarımsal sınıfların tarihsel bakımdan özgün gelişme seyirlerine ve farklı Avrupa toplumlarındaki göreli güçlerine; yani, göreli iç dayanışma düzeyleri, özbilinçlilikleri ve örgütlülükleriyle genel politik kaynaklarına özellikle de tarımdışı sınıflarla (özellikle, potansiyel kentli sınıf ittifaklarıyla) ve devletle kurdukları ilişkilere (özellikle devletin köylülerin artığına el koymada lordların ‘sınıfbenzeri’ bir rakibi olup olmamasına) bağlı olduğunu” iddia etmektedir.
Brenner, rakip sınıfların politik örgütlenmelerinin gücü kadar, bu örgütlenmelerin aldığı çeşitli biçimlerin de üretim ilişkilerini nasıl biçimlendirdiğini göstermektedir: örneğin, köy kurumlarının nasıl bir köylü sınıf örgütü haline geldiklerini ve “köy içindeki bağımsız politik kurumların gelişiminin” ya da bu kurumların göreli eksikliğinin lordlar ve köylü arasındaki sömürü ilişkilerini nasıl etkilediğini göstermektedir. Kısacası, Brenner’in tezi, politik örgütlenmelerin üretim ilişkilerini nasıl oluşturduklarının bir örneğini sunmaktadır. O halde, yasalpolitik “alan”ın üretken “altyapı”ya dahil olması en azından iki anlamda geçerlidir. Birincisi, özel bir üretim sistemi her zaman özel toplumsal belirlenimler, özel örgütlenme ve egemenlik tarzları ile üretimin cisimleştiği mülkiyet biçimleri şekilde varolur; bunlar, üretken sistemin üstyapısal yasalpolitik verilerinden farklı olarak “altyapısal” olarak adlandırılabilirler. İkincisi, tarihsel bir bakış açısından bakıldığında üretim ilişkileri, tarihsel olarak sınıf mücadelesinin sonucunu belirleyen politik iktidar şekillenmeleri tarafından oluşturuldukları ölçüde, köy ya da devlet gibi politik kurumlar bile (bu kurumların artığa elkoymanın doğrudan araçları olmamaları halinde bile) doğrudan doğruya üretken ilişkilerin oluşumuna dahil olurlar ve bir anlamda onlardan öndegelirler.
Kapitalizmde “Ekonomik” ve “Politik”
O halde, kapitalizmin “ekonomik” alanın önceden görülmemiş biçimde =diğer alanlardan= ayrışmasıyla damgalanmış olduğunu söylemek ne anlama gelmektedir? Bunun birçok anlamı vardır: üretimin, genellikle değişim için üretim olduğu bir sistemde, üretim ve dağtım artık, ekonomidışı toplumsal ilişkilerce “sarmalanmaksızın”, tamamen “ekonomik” bir biçime kavuşurlar; toplumsal emeğin ve kaynakların dağılımı “ekonomik” meta üretim mekanizması aracılığıyla sağlanır; meta ve emek pazarlarının “ekonomik” güçleri kendi varlıklarına kavuşurlar; Marx’tan alıntılamak gerekirse, mülkiyet “… önceki tüm politik ve toplumsal süslerinden ve eklentilerinden soyunarak saf ekonomik biçimine kavuşur”. Herşeyin ötesinde, artıemeğe elkonulması “ekonomik” alanda “ekonomik” araçlarla gerçekleştirilir. Başka bir deyişle, artığa elkonulması, üreticinin emeğin koşullarından tam anlamıyla ayrılması ve elkoyucunun üretim araçları üzerindeki mutlak özel mülkiyeti tarafından belirlenen biçimlerde gerçekleştirilir. Doğrudan “ekonomidışı” baskı ya da açık zor, ilkesel olarak, mülksüzleştirilmiş emekçiyi bu artıemeği terketmeye zorlamak açısıdan zorunlu değildir. “Politik” alanın zor gücü, özel mülkiyeti ve artığa elkoyma gücünü koruma açısından gerekli olsa bile, “ekonomik” ihtiyaçlar işçiyi üretim araçlarını kullanabilmek için artıemeğini kapitaliste transfer etmeye zorlayan ilk itkileri sağlarlar. Yani emekçi, “özgür”dür, bir bağımlılık ya da kölelik ilişkisi içinde değildir: artı emeğin transferi ve bir başkası tarafından bu artığa elkonulması, böylesi bir “ekonomidışı” ilişki tarafından koşullanmış değildir. Artıemeğe elkonulması üretimin kendisinin doğrudan bir koşuludur. Kapitalizm, kapitalizm öncesi biçimlerden, bu biçimlerin artıemeğin özel bir lorda ya da devlete angarya, vergi, kira ve benzeri biçimlerde transferini talep eden politik, yasal ya da askeri zor ve geleneksel yükümlülükler gibi, artığa “ekonomidışı” elkoyma tarzları tarafından karakterize edilmeleri ölçüsünde, farklılaşır.
Kapitalizmde ekonomik alanın diğer alnlardan ayrışması, o halde, şöyle özetlenebilir: üretim ve dağıtımın toplumsal işlevleri, artıdeğer elde etme, artığa elkoyma ile toplumsal emeğin dağılımı özelleştirilmiştir ve bu dağılım, “otoriter olmayan”, “politik olmayan” araçlarla gerçekleştirilir. Başka bir deyişle, kaynakların ve emeğin toplumsal dağılımı, bir bütün olarak politik emirler, komünal eğilimler, miras hakkı, gelenek ya da dinsel zorunluluklar aracılığıyla değil, meta değişimi mekanizmaları aracılığıyla gerçekleşir. Artığa elkoyma ve sömürü gücü, doğrudan yasal ya da politik bağımlılıklar üzerinde değil yasal anlamda özgür ve üretim araçlarından özgürleşmiş “özgür” üreticilerle üretim araçları üzerinde mutlak özel mülkiyete sahip elkoyucu arasındaki sözleşmesel bir ilişkiye dayanır.
Ekonomik alanın bu anlamlarda ayrışmış olmasından sözetmek, politik boyutun kapitalist üretim ilişkilerine dışsal olduğunu söylemek anlamına gelmez. Kapitalizmdeki politik alan, kapitalist sömürüyü destekleyen zor kullanma gücü, artığa elkoyanlara doğrudan ait olmayıp, üreticinin de, artığa elkoyan patronun politik ya da yasal egemenliği altında bulunmasına dayanmadığı ölçüde, özel bir niteliğe sahiptir. Yine de, emek ile sermaye arasındaki sözde özgürlük ve değişim eşitliği, zor “anı”nın, artığa elkoyma “anı”ndan farklı olması anlamına gelse de, zor kullanma gücü ve bir tür egemenlik yapısı, bu sömürü ilişkisinin temel bir parçası olmayı sürdürür. Mutlak özel mülkiyet, üreticiyi elkoyucuya bağlayan sözleşmesel ilişki, meta değişim süreci; bunların tümü, yasal biçimleri, zor aygıtını, devletin yönetim işlevlerini gerektirir. Devlet tarihsel olarak da, kapitalizmin temeli olan sömürü süreci açısından yaşamsal olmuştur. Tüm bu anlamlarda “farklılaşmalarına” karşın “ekonomik” alan, sıkı sıkıya “politik” alanın üzerinde yükselir.
Üstelik, ekonomik alanın kendisi de yasal ve politik boyutlara sahiptir. Bir anlamda, ekonomik alanın diğerlerinden farklılaşması, ekonominin, amaçları saf biçimde “ekonomik” olan kendi yasal ve
politik biçimlerine sahip olduğu anlamını taşır. Mutlak mülkiyet, sözleşmesel ilişkiler ve bunları destekleyen yasal aygıt, kapitalist üretim ilişkilerinin tüzel koşullarıdır; ve bunlar artığa elkoyanla üretici arasındaki yeni otorite, egemenlik ve tabiyet ilişkilerinin zeminini oluştururlar. Bu “özel”, “ekonomik” yasalpolitik biçimlerin karşılığı, ayrı bir uzmanlaşmış kamusal politik alanın varlığıdır. Kapitalist devletin “özerkliği”, “özgür” mülksüz üreticilerle, üretim araçları üzerinde mutlak mülkiyete ve üreticiler üzerinde yeni bir otorite biçimine sahip olan özel sömürücüler arasındaki “özgür”, saf “ekonomik”değiştokuşun tüzel özgürlük ve eşitliğiyle kopmaz biçimde bağlıdır. Kapitalist sömürünün iki anını artığa elkoyma ve zoru ayrı ayrı, “özel” sömürücüye ve uzmanlaşmış “kamusal” zor kurumuna, yani devlete paylaştıran işbölümünün önemi işte buradadır: bir yanda, “göreli özekliğe” sahip devlet zor kullanma tekeleni elinde tutarken; diğer yandan, bu iktidar kapitalist mülkiyete, üretimin kendisini örgütleme otoritesini üretken faaliyetler ve bu faaliyete katılan insanlar üzerinde sahip olunan denetim düzeyi açısından şimdiye dek görülmemiş bir otoriteyi veren özel “ekonomik” iktidarı destekler.
Kapitalist mülk sahipleri doğrudan politik iktidarlarını devlete kaptırırlarken, üretim üzerindeki doğrudan denetimi kazanırlar. Kapitalistin sahip olduğu “ekonomik” elkoyma gücü, nihai olarak bu gücü pekiştiren zora dayalı politik araçlardan ayrışırken, bu elkoyma gücü şimdiye dek görülmemiş ölçüde dolaysız ve yakından, üretimi örgütleme otoritesiyle bütünleşir. Üretimin doğrudan koşulu sadece artıemeğe elkonulması olmakla kalmaz, kapitalist mülkiyet artık elde etme gücünü, daha önce hiçbir sömürücü sınıfın başaramadğı ölçüde, üretimi doğrudan sömürücünün hedefleri doğrultusunda örgütleme ve yoğunlaştırma yeteneğiyle birleştirir. Daha önceki hiçbir sistemde, üretim tarzları ne denli sömürücü olmuş olursa olsun, sömürücü sınıfların elindeki artık elde etme araçları ne denli etkin olmuş olursa olsun, toplumsal üretim, bu kadar dolaysız ve evrensel biçimde sömürücünün hedeflerine yanıt verememiştir.
Aynı zamanda, sömürücünün iktidarına artık, toplumsal ve kamusal işlevleri yerine getirme zorunluluğu da eşlik etmemektedir. Kapitalizm, artığa özel biçimde elkoymanın kamusal görevlerden tamamen ayrılmasıyla damgalanan bir sistemdir; bunun anlamı ise, toplumsal hedeflerden çok, tamamen özel hedeflere adanmış yeni bir iktidar alanının gelişmesidir. Bu anlamda kapitalizm, ekonomik ve politik iktidarların birleşmesinin, yalnızca artığın elde edilmesinin üretim sürecinin kendisinden ayrı, “ekonomi dışı” biçimlerde gerçekleşmesi anlamına değil, ister devlete, isterse özel bir lorda ait olsun artığa elkoyma gücünün askeri, yasal ve idari işlevlerin yerine getirilmesine bağlı olması anlamına da gelen kapitalizm-öncesi biçimlerden, ayrılır.
Bir anlamda, kapitalizmde ekonomi ve politiğin birbirlerinden ayrılması, politik işlevlerin birbirlerinden ayrılmaları ve özel ekonomik alan ile devletin kamusal alanına ayrı ayrı dağıtılmaları demektir. Bu dağılım, artıemek elde etme ve buna elkoymayla doğrudan ilişkili politik işlevlerin, daha genel, ortak hedefler taşıyan işlevlerden ayrışmasını yansıtır. Ekonominin farklılaşmasının gerçekte, politik alan içi bir farklılaşma olduğunu iddia eden böyle bir yenidenformülasyon, batılı gelişim sürecinin ve kapitalizmin özel niteliğinin açıklanması açısından birçok bakımdan daha uygundur. (…)
Politik İktidarın Özelleşmesi Olarak Kapitalizm
Kapitalizmin, genellikle feodalizme atfedilen politik iktidarın özelleşmesini temsil ettiğini söylemek saçma görülebilir. Bu öneri ilk bakışta, ekonomik ve politiğin birbirinden ayrışmasıyla karakterize olan kapitalizm tanımına terstir. Bu tanımın birçok amacından biri, kapitalizmi, özel politik ve ekonomik iktidarı feodal lordun elinde birleştiren devlet iktidarının “parsellenmesi” olgusuyla kıyaslamaktır. Kapitalizm sonuçta, sadece uzmanlaşmış bir ekonomik alan ve artığa elkoymanın ekonomik biçimleri tarafından değil, önceden görülmemiş ölçüde kamusal nitelikteki merkezi bir devlet tarafından da karakterize olmaktadır. Yalnızca kapitalizm, mülksahibini geleneksel anlamda dolaysız politik iktidar sahibi yapmaksızın, onun özel mülkiyetini ve artık elde etme gücünü koruma yeteneğindedir. Ekonomiye müdahale etmekle birlikte ekonomiden ayrı bir yerde duran devlet, (özellikle evrensel oy hakkı aracılığıyla) elkoyucunun sömürü gücünü ortadan kaldırmaksızın, üreticiye ve elkoyucuya, yani sözde herkese ait olabilmektedir. Doğrudan üreticinin mülksüzleşmesi, bazı dolaysız politik güçleri artıkelde etmek açısından çok gerekli olmaktan çıkarmaktadır. Kapitalistin ekonomidışı sömürü gücünden çok, ekonomik güce sahip olmasının anlamı da budur.
Politik iktidarın “özelleşmesinin” bir sorun olmaktan çıkarılmasının, kapitalizmin ayrıdedici özelliği olan emeksürecinin ve üretim güçlerinin dönüştürülmesi açısından yaşamsal bir koşul olduğu söylenebilir. Örneğin, Brenner’in iddia ettiği gibi, “doğrudan zor kullanımının yönetici sınıfın artığa elkoymasının koşulu olduğu yerlerde, üretken potansiyeli, üretici güçleri ilerletme yoluyla geliştirirken karşılaşılan güçlükler, artığın, zor kullanma kapasitesini artırmak amacıyla sarfedilmesini teşvik edebilir. Bu şekilde, yönetici sınıfın doğrudan üreticileri sömürme kapasitesini yükseltebilir ya da askeri yöntemlerle, (toprak, emek, aletler gibi) daha fazla üretim aracı elde edebilir. Burada, ekonomik fazla, birikmekten çok, sistemli biçimde, yeniden üretimden, üretken olmayan emeğe doğru akar”.
Diğer yandan, özel “politik” iktidarın kapitalist üretimin yaşamsal bir koşulu olduğunu ve gerçekte ekonomik alanın “özerkliği”nin aldığı biçim olduğunu söylemek de mümkündür. Elbette kapitalist, kendisini artıdeğeri genişletmeye zorlayan birikim ve rekabetin gerekliliklerine tabidir; ve emekçi de kapitaliste, sadece kapitalistin kişisel otoritesiyle değil, emekgücünün satılmasını zorunlu kılan piyasa yasalarıyla bağlıdır. Bu anlamda iktidarı kullanan, kendi kişisel otoritesini emek üzerinde iradi biçimde uygulayan kapitalist değil, “soyut olarak” ekonomi ve sermayenin “özerk” yasalarıdır. Yine de, “soyut” kapitalist birikim yasalarının kapitalisti yapmaya zorladığı ve emek pazarının kişisel olmayan yasalarının da olanaklı kıldığı şey, tam da üretim üzerinde benzeri görülmemiş bir denetim kurmaktır. “İktisatçılar tarafından doğa yasasına benzetilen kapitalist birikim yasası, gerçekte, birikimin kendi doğasının sömürü derecesindeki her türlü azalmayı ihtimal dışı bırakması anlamına gelir”, ve bunun da anlamı, emeksürecinin, sabit bir çalışma süresi dahilinde, gerekli emekzamanını azaltacak ve maksimum artıdeğerin üretilmesini güvence altına alacak biçimde, hatta iç yasal düzenlemelerle, sıkı biçimde denetlenmesidir. Marx’ın açıkladığı gibi, kapitalist üretimde “yönetici otorite”ye duyulan gereksinim hem üretimin, yüksek üretkenliğin temel bir koşulu olan yüksek bir toplumsallığa sahip kooperatif doğası, hem de maksimum artıdeğer üretimine duyulan talep üzerinde yükselen bir sömürü ilişkisinin uzlaşmaz doğası yüzünden yoğunlaşır.
Marx, kapitalist üretimin gerçekten, sadece ve sadece, emeğin sermayeye tabiyetinin yalnızca “biçimsel” olmaktan çıkıp, “gerçek” bir tabiyet haline gelmesiyle, yani emeksürecinin kendisi dönü
ştürüldüğünde başladığını söyler. Bu da, “tüm bireysel sermayeler kendiliğinden, göreli olarak büyük miktarlarda emekçiyi istihdam ettikleri; emeksüreci yaygın bir boyutta ve göreli olarak, yüksek bir üretkenlikte sürdürüldüğü zaman” gerçekleşir. “Tek bir mekanda (ya da isterseniz tek bir üretim alanında) ve kapitalistin patronluğu altında belirli bir meta üretmek için aynı zamanda çalışan daha fazla sayıda emekçi, hem tarihsel hem de mantıksal olarak, kapitalist üretimin başlangıcıdır”.
Bu dönüşümün temel koşulu sermayenin emeksüreci üzerindeki denetimidir. Başka bir deyişle, kooperatif, kollektif niteliğiyle kapitalist üretim, dolaysız “politik” iktidar, üretimin temel bir koşulu olarak üretim sürecinin kendisinin içine sokulduğunda başlar: “Çok sayıda ücretli işçinin birlikte çalışmasıyla, sermayenin egemenliği emeksürecinin kendisinin yürütülmesi için bir gerekliliğe, üretimin gerçek bir gerekliliğine dönüşür. Artık kapitalistin üretim alanını yönetmesi bir generalin savaş alanını yönetmesi denli vazgeçilmezdir”. Kapitalizmöncesi toplumlarda, kooperatif üretim, örneğin Asya ve Mısır krallarının ya da Etrüks teokratlarının yönetim altında bazen Marx’ın belirttiği gibi, “muazzam etkiler”e sahip olsa da, basit ve nadirdir. Kapitalizmin özel niteliği ise sistemli ve sürekli kooperatif üretimdir. Üretimin bu tür bir gelişiminin taşıdığı politik önem Marx tarafından da ifade edilmiştir: “Asyatik ve Mısırlı kralların, Etrüks teokratlarının bu gücü, modern toplumda, ister izole, isterse anonim şirketlerde olduğu gibi kollektif kapitalist biçiminde olsun, kapitaliste transfer olmuştur”.
Burada sorun kapitalist denetimin elde kamçı dolaşan köle yöneticisinin katı kişisel otoriterizminden daha “despotik” olup olmadığı değildir; ya da kapitalist sömürünün açgözlü bir feodal lordun taleplerinden daha baskıcı olup olmadığı da değildir. Sermayenin üretim üzerindeki denetim derecesi bu denetimin “despotiklik” derecesine zorunlu olarak bağlı değildir. Denetim, bir ölçüde, kişisel otorite tarafından değil, (teknik bütünleşme ihtiyacının kendisi de büyük ölçüde, kapitalist birikimin ve elkoyucunun talebine bağlı olsa da) makina üretiminin ve emeksürecinin teknik bütünleşmesinin kişisel olmayan aciliyetleri tarafından dayatılır. Üstelik sermaye, üretim araçları üzerindeki mutlak özel mülkiyeti sayesinde cebinde yeni saf “ekonomik” zor yöntemlerini örneğin işletmeyi kapatma gücünü bulundururken, emeksüreci üzerindeki denetimin doğası, kısmen de dolaysız zor gücünü kullanmamasına bağlıdır. Bir anlamda, emek-sürecinin, artığı üretim içinde artırmanın bir aracı olarak karışık ve hiyerarşik biçimlerde örgütlenmesi ve gözetilmesi, artığın zorla elde edilmesinin yerine geçirilmiştir. Özgür işçi sınıfının doğası, üretim süreci içinde yeni işçi örgütlenmeleri ve direnişlerinin inşa edilmesine uygundur. Herhalükarda, kapitalist denetim değişik koşullar altında, en “despotik” örgütlenmelerden (örneğin Taylorizmden), içinde değişik oranda “işçi denetimi” barındıran biçimlere dek uzanabilir. Kapitalist denetimin alabileceği özel biçimler her ne olursa olsun, yine de geriye temel bir koşul kalmaktadır: önceki hiçbir üretim sisteminde, çalışma, bu denli kapsamlı biçimde disipline edilmiş ve örgütlenmiş değildir ve önceki hiçbir üretim organizasyonu, sömürücünün taleplerine bu denli dolaysız biçimde yanıt verememektedir.
O halde, üretimin kapitalist organizasyonu, kapitalist toplumdaki “politik”in özel niteliğinin anlaşılmasına ve ekonominin politik arenaya yerleştirilmesine yardımcı olacak iki kritik nokta barındırmaktadır: birincisi, üretim organizasyonunun önceden görülmedik biçimde sömürü organizasyonuyla bütünleşmesi; ve ikincisi, bu bütünleşmenin çapı ve genelliği, yani toplumdaki tüm üretimi kapitalist sömürücünün denetimine sokacak denli evrensel boyutudur. Bu gelişmelerin üretim içindeki karşılıkları, sömürücünün geleneksel, kamusal anlamda dolaysız politik iktidarı bırakması ve kapitalizm öncesi sömürücülerin, emekçilerin doğrudan üretim süreci dışındaki hayatları üzerinde sahip oldukları geleneksel kişisel denetim biçimlerinin çoğunu yitirmesidir. Dolaylı sınıf denetiminin yeni biçimleri devletin “kişisel olmayan” ellerine geçmiştir. Aynı zamanda, kapitalizm yasal bakımdan özgür işçi sınıfı ve kişisel olmayan iktisadi iktidarlarıyla birçok kişisel ve toplumsal faaliyet alanını dolaysız sınıf denetiminin dışına çıkarırken, insan hayatını bir bütün olarak önceden hiç görülmemiş bir katılıkta üretim sürecinin kişisel olmayan yörüngesine sokmuştur. Kapitalist mülkedinme ve kapitalist birikimin aciliyetlerinin dayattığı kapitalist üretim talepleri ve disiplini, kendi etkinlik alanına ve sermayenin egemenliğine tabi, muazzam sayıda faaliyet yaratmış ve zaman üzerinde görülmemiş bir denetim sağlamıştır.
Bu gelişmeler ayrışmış bir “ekonomik” alanın ve “ekonomik yasalar”ın varlığını göstermektedir. Ancak bu durumun taşıdığı önem, bunlara sadece bu açıdan bakılması nedeniyle gizlenebilir. Bu gelişmeleri politik alanın dönüşmesi olarak da görmek bir o kadar önemlidir. Bir anlamda, üretim ve artığa elkoymanın birbirleriyle bütünleşmesi, eskiden -“parsellenmiş” ya da merkezi- zora dayalı politik iktidara bağlanan işlevlerin artık, daha geniş toplumsal hedefleri yerine getirme zorunluluğundan kurtulmuş olan özel sömürücü bir sınıfın işlevleri olarak, özel alana tıkıştırılmaları ölçüsünde, politikanın nihai anlamda “özelleşmesini” temsil etmektedir. Bir başka açıdan bu durum, politikanın her zaman doğrudan yerleştiği alanın dışına sürülmesini temsil etmektedir. Dolaysız politik zor, sömürü sürecinin dışına çıkarılmış ve üretim ilişkilerine genellikle yalnızca dolaylı biçimde müdahale eden bir devlete ait kılınmıştır: ve sömürü de dolaysız bir politik konu olmaktan çıkarılmıştır. Bu, sınıf mücadelesinin odaının da zorunlu olarak değişmesi anlamına gelir. Artıkemeğin tasarrufu her zaman olduğu gibi sınıf çelişkisinin temel konusu olmayı sürdürmektedir: ancak şimdi bu konu, üretimin örgütlenmesinden ayırdedileilir nitelikte değildir. Sömürü üzerindeki mücadele, sadece politik bir mücadele olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda çalışma koşulları ve biçimleri üzerindeki mücadele haline de gelir.
Sınıf Mücadelesinin Lokalleşmesi
Kapitalizm, üretimin değil artık elde etme ve sömürünün sınıf mücadelesinin merkezi konuları haline gelmesi ölçüsünde, sınıf mücadelesini “üretim noktasında” yoğunlaştırması açısından benzersiz bir niteliktedir. Çünkü yalnızca kapitalizmde , üretimin ve sömürünün örgütlenmesi, birbirleriyle bu denli içiçe geçerler. Kapitalizm aynı zamanda, sömürü ile ilgili mücadeleleri politikolmayan mücadeleler haline getirmesiyle de benzersiz bir niteliktedir. Örneğin, kapitalizmdeki ücret mücadelesi tamamen “ekonomik” (“Ekonomizm”) olarak görülebilirken, aynı şey ortaçağ köylülerinin rant mücadelesi için söylenemez. Oysa her iki durumda da sorun, artık emeğin tasarrufu ve artık emeğin doğrudan üreticilerle sömürücüler arasındaki göreli dağılımıdır. Marx’ın da belirttiği gibi, ücretler üzerindeki mücadele ne denli keskin olursa olsun, ücret ilişkisinin kendisi değişmeksizin kalır: sömürücünün sömürme gücü onun mülkünden ve üreticinin mülksüzlüğünden kaynaklanan statü doğrudan bir tehdit altında değildir. Rant mücadeleleri ise, sömürünün “ekonomi dışı” bir güce dayalı olması ölçüsünde, daha dolaysız biçimd
e, mülkiyet hakları, politik iktidar ve yasama konularıyla ilişkili hale gelirler.
O halde, kapitalizmde sınıf çelişkileri önemli ölçüde bireysel üretim birimine hapsedimiş durumdadır: ve bu durum sınıf mücadelesine özel bir nitelik kazandırır. Kendi hiyerarşisine ve otorite yapısına sahip olan her bireysel işletme, içinde sınıf çelişkisinin temel kaynaklarını da barındırır. Aynı zamanda, sınıf mücadelesi dolaysız biçimde üretimin örgütlenmesine dahil olur: yani, uzlaşmaz üretim ilişkilerinin yönetimi, üretim sürecinin kendisinin yönetiminden ayrılmaz niteliktedir. Sınıf çelişkisi, üretim sürecinin ona engel olmayacak bütünsel bir parçası olarak kalırken, sınıf mücadelesi bir bakıma evcilleştirilmelidir.
Sınıf mücadelesi, o halde, açık bir savaş biçimine işletme kapılarının dışına çıktığında ulaşır çünkü sermayenin baskıcı silahı, üretim birimlerinin duvarlarının dışındadır. Bu durum şiddetli karşılaşmaların genellikle doğrudan doğruya sermaye ile emek arasında gerçekleşmediği anlamına gelir. Sınıf çelişkisi işletme duvarlarının dışına taştığında ve daha şiddetli biçimler aldığında, sınıf çelişkisini yöneten, sermayenin kendisi değil devlettir. Sermayenin silahlı gücü genellikle arkaplanda durur: ve sınıf egemenliği kendisini, dolaysız ve kişisel zor gücü olarak hissettirdiğinde, bu, “özerk” ve “yansız” devlet tarafından yapılıyormuş gibi görünür.
“Politik” çelişkilerin “ekonomik” çelişkilere dönüşmesi ve mücadelelerin “üretim noktasında” lokalleşmesi, kapitalizmdeki sınıf mücadelesini yerel ve parçalı hale getirir. Bu anlamda, kapitalist üretim örgütlenmesinin kendisi, kapitalizm tarafından güçlendirilmesi beklenen işçi sınıfı birliğine karşı bir direnç oluşturur. Diğr yandan, kapitalist ekonominn doğası ulusal, hatta ulusüstü karakteri bileşenleri arasındaki içbağımlılık, kapitalist emeksürecinin ürettiği faaliyetlerin homojenleşmesi, kitlesel temelde bir işçi sınıfı bilinci ve sınıf örgütlenmesini hem zorunlu hem de olanaklı hale getirir. Marksist teorinin sürekli olarak vurguladığı şey, kapitalizmin sınıf bilinci üzerindeki etkileridir. Diğer yandan, bu bilincin ve örgütlenmenn gelişimi, kapitalist üretimin merkezkaç gücüne ve politik konuları “özelleştirmesine” rağmen gerçekleşmelidir.
Bu merkezkaç etkinin sonuçları sınıf bilinci teorileri tarafından yeterince açıklanmamış olsalar bile çağdaş kapitalizmde “işyeri” mücadelelerinin azalmak yerine artan önemini vurgulayan endüstriyel ilişkiler gözlemcileri tarafından sık sık belirtilmektedir. İşçi sınıfı mücadelelerinin işyeri cephesinde yoğunlaşması, bu mücadelelerin politik ya da evrensel karakterini azaltsa bile, bu durum mutlaka, militanlığın azalması anlamına gelmez. Kapitalizmin ekonomik ve politik alanları ayrıştırmasının paradoksal etkisi militanlık ve politik bilincin ayrı konular haline gelmesidir.
Tersinden belirtmek gerekirse, modern devrimler, kapitalist üretim tarzının daha az gelişmiş olduğu, diğer üretim tarzlarıyla -özellikle de, “ekonomi dışı” zorlamanın üretimin örgütlenmesi ve artıemeğin elde edilmesinde daha büyük bir rol oynadığı ve devletin sömürcü sınıflara sadece destek olmakla kalmayıp, kendi başına “kapitalizm öncesi” bir sömürücü gibi de hareket ettiği, köylü üretimiyle birarada bulunduğu- kısacası, ekonomik mücadelenin politik çelişkiden ayrılmaz nitelikte olduğu ve devletin, -çok daha görünür biçimde merkezileşmiş ve evrensel bir sınıf düşmanı olarak, kitle mücadelesinin odağını oluşturduğu yerlerde gerçekleşme eğilimindedirler. Kitlesel militanlık, daha gelişmiş kapitalist toplumlarda bile, özellikle devletten gelen baskıcı biçimler altındaki “ekonomidışı” zorlamalara karşı bir tepki olarak ortaya çıkma eğilimi taşımakta ve devletin çalışma koşulları üzerindeki mücadeleye yaptığı müdahale oranında değişkenlik göstermektedir.
Bu değerlendirmeler, birçok sosyalistin yaptığı gibi, gelişmiş kapitalist toplumlardaki işçi sınıfı “ekonomizmi”nin “azgelişmiş” bir sınıf bilincinin yansımaları olarak görülmesinin, hangi anlamda doğru olabileceği konusunda sorular yaratmaktadır. Tarihsel süreç perspektifiyle bakıldığında, bu durum sürecin daha az değil, daha çok gelişmiş bir aşamasıdır. Eğer bu aşama aşılacaksa, işçi sınıfının “ekonomizm” olarak adlandırılan tutumlarının çok da, politik bir bilinç eksikliğini yansıtmadığının kabul edilmesi gereklidir, Çünkü “politika”nın konumlanışındaki nesnel kayma, politik mücadele arenası ve hedeflerinin değişmesi, kapitalist üretimin kendi yapısına içseldir. Anlatılanlar kapitalist üretimin “politik” mücadeleleri “ekonomik” mücadelelere dönüştürme eğiliminin bazı biçimlerini kapsamaktadır. Doğrudur ki, çağdaş kapitalizmde bu eğilimleri tersine çevirecek başka eğilimler de mevcuttur. Gelişmiş kapitalist ekonominin ulusal ve uluslararası düzeydeki bütünleşmesi, kapitalist birikim sorunlarını bireysel işletmeden “makro ekonomik” alana kaydırmaktadır. Devletin şu ana kadar kendi haline bırakıp yeniden ürettiği ve güçlendirdiği sermayenin sömürü gücünün, tam da sermayenin devlete karşı sadece kapitalist planlamayı kolaylaştırması, sorumluluklar yüklenmesi ya da sınıf çelişkisini içermesi ve yönetmesi için değil, sermayenin kendi anti-toplumsal etkileriyle başa çıkabilmek açısından sermaye tarafından terkedilmiş toplumsal işlevleri yerine getirmesi için artan ihtiyacı tarafından altüst edilmesi de mümkündür.