AKP’NİN İLK GÜNLERİ AKP seçimlerin ertesi gününden itibaren sıkı bir imaj atağı başlattı. AKP, ilk iş olarak uluslar arası çevrelerle (muhtemelen ABD’li siyasal ve mali çevrelerle) güçlü bir diyalog içerisinde önceden hazırlanmış bir paket programla kendisi hakkındaki önyargıları ve tereddütleri ortadan kaldırmaya girişti. Mevcut Amerikancı-IMF’ci senaryonun aynen ve güçlendirilmiş bir biçimde süreceği konusunda ilk günden […]
AKP’NİN İLK GÜNLERİ
AKP seçimlerin ertesi gününden itibaren sıkı bir imaj atağı başlattı. AKP, ilk iş olarak uluslar arası çevrelerle (muhtemelen ABD’li siyasal ve mali çevrelerle) güçlü bir diyalog içerisinde önceden hazırlanmış bir paket programla kendisi hakkındaki önyargıları ve tereddütleri ortadan kaldırmaya girişti. Mevcut Amerikancı-IMF’ci senaryonun aynen ve güçlendirilmiş bir biçimde süreceği konusunda ilk günden teminatlar vermeye başladı. Tüm etkili odaklarla uyum sağlayacak (bu nedenle seçim öncesinde AKP’ye monte edilenleri de içerecek) bir listeyle hükümeti kuran AKP derhal “Acil Eylem Planını” açıkladı. Bu planla içeriyi iyice yatıştırırken, hızla yönünü dışarı çevirdi ve ülkenin yakın geleceği açısından belirleyici önemde olan, bir süredir de dondurulmuş bulunan, dış gündeme yüzünü döndü.
“ACİL EYLEM PLANI”NIN ANA HATLARI ÜZERİNE BİRKAÇ SAPTAMA
AKP’nin önceden tasarlanan Acil Eylem Planı’nın en özlü çözümlemesi, (bir yandan AB üyeliğini zorlamak için tüm tavizleri verirken, diğer yandan Irak ve Ortadoğu konusunda kayıtsız şartsız ABD’nin yanında yer almayı içeren) mevcut Amerikancı dış politikanın artan ölçekte süreceğini ve IMF programının da artan bir dozla devam edeceğini ifade ederek AKP’nin yeni imajını oluşturan temel belge nitelemesidir.
Bu planın ekonomideki temel vurgusu sermayenin ihtiyaçlarına her tür önceliğin verilmesidir. İşverenlere her türlü maddi destek ve teşvikin yanı sıra, “Yeni İş Yasası”, sigorta kurumlarının yeniden düzenlenmesi gibi emekçilerin ücret, çalışma ve sosyal güvence koşullarını olağanüstü ölçüde olumsuzlaştıracak pek çok yasal düzenlemeyi de içeren bu plan kuşkusuz emekçilere sus payı olarak birkaç parmak bal çalmayı da unutmuyor. Kamu çalışanlarının nemalarının birkaç taksit halinde geri ödenmesi gibi bazı uygulamalarla emekçilerin yatıştırılması hedeflenmektedir. IMF’nin eksik bıraktığı sosyal yön olarak, bunun gibi bazı ödemelerin yapılması ve tarımda Dünya Bankası fonlarının daha usturuplu dağıtılmasının yanı sıra, AKP’nin bu plana paralel bir takım tartışmalarının varlığı da bilinmekte. Gelir olarak en alt %10’u oluşturan kesimlere aile bazında doğrudan parasal destek; yoksul semtlerdeki ilköğretim öğrencilerine bedava öğle yemeği ve okul kitaplarının ücretsiz dağıtılması gibi unsurları içeren (maddi çapı 1 milyar dolar civarında olan) bir dizi öneri AKP’ye sunulmuş durumda.
Dünya Bankası’nca hazırlanan “Yoksullukla Mücadele Stratejisinin” sadece bir bölümünü içeren bu tür önlemlerle geniş kesimler dilencileştirilirken, AKP’nin örgütsel ilişkilerinin de bu yoksul kitleler arasında yayılması ve istikrarlı bir ilişkiye dönüştürülmesi hedeflenebilir.
Bir yanıyla “Yoksullukla Mücadele Stratejisine” denk düşebilecek, diğer yanıyla da ekonomik kriz ortamını dağıtarak sermaye için motor sektörleri hareketlendirmeyi hedefleyen, 15 bin km yol (maliyeti 16-20 milyar dolar) ve 1,5 milyon konut (maliyeti 22-25 milyar dolar) gibi hedefler de programın ana vurguları arasında yer alıyor.
Ancak 2003’ün bütçe gelirlerinin şimdiden bloke olduğu düşünülürse, gerek sermaye çevrelerini hareketlendirecek 30-40 milyar dolarlık kaynak bulmak, gerekse de yoksullar için sosyal “yardım” olarak düşünülen 1-2 milyar dolarlık kaynak bulmak en temel sorunu oluşturuyor. Acil Eylem Planında “zurnanın zırt dediği yer” kaynak sorunu. Bu açıdan planda hazine arazilerinin yaygın şekilde satılması öngörülmüş. Bunun yanı sıra kara paradan medet umulmakta. Bu arada da ABD’den, Türkiye’nin Irak Savaşında aktif rol almasının karşılığında, şimdilik 25 milyar dolar olarak istenen tazminatın plana kaynak oluşturacağı düşüncesi dile getiriliyor. Irak Operasyonunun en kısa şekilde çözülmesi ve minimum maliyetle sonuçlanması durumunda bile Türkiye’nin kaybının 40 milyar dolardan aşağı olmayacağı hesaplanırken, savaş için alınacak paranın (aslında “kan bedeli” demek gerekir) ekonominin değil canlanmasına, nakit akışına bile yetmeyeceği görünüyor.
Tüm bu ekonomik nedenlerin yanı sıra, büyük sayıda Müslüman kitleleri imha etme potansiyeli taşıyan (ABD’nin atom bombası kullanma ihtimali akla getirilmeli) bu savaşın siyasal etkileri de AKP ve iktidarının geleceği açısından kritik önem taşımakta.
KIBRIS-AB-IRAK DENKLEMİ
Türkiye’nin ABD eliyle AB’ye doğru itilmesinin yakın vadedeki temel koşulunun, Türkiye’nin Irak operasyonuna aktif bir şekilde katılmasından geçtiği artık herkesçe biliniyor. Kaldı ki, son ABD heyetinin gelişi sırasında Amerikalıların Türkiye’den ikinci bir cepheyi açma, 35 bin asker ve üslerin geliştirilerek aktif bir şekilde kullanımını talep ettikleri, Türkiye’nin ise Irak Operasyonuna katılmak için 25 milyar dolar istediği (Amerikan tarafının ise, IMF’nin verdiği ile yetindiği) ayyuka çıktı. Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisi sırasında Bush’la yapacağı görüşmede Bush, bunlara ek olarak, AKP’nin geleceği açısından ordu karşısında AKP’ye örtük destek vaat etmesi türünden (elbette şimdilik ikisi arasında kalacak şekilde) bir kısım yaşamsal öneriler daha sunması da şaşırtıcı olmayacak ve Irak Operasyonun da Türkiye’nin yer alış düzeyi bu hafta tüm hatlarıyla belirginleşecektir. Böylelikle ABD’nin bu kış Irak Operasyonuna girişmesinin tüm çerçevesi de çizilmiş olacak.
Bu gelişmelerin hemen ardından ABD ve Türkiye’nin birlikte AB sürecini ön plana çıkartarak, 12 Aralık’ta Kopenhag’da Türkiye için artık kesinleşen “tarih için tarih” formülünde biraz daha iyi bir uzlaşma formülü aramak için baskı oluşturulması hedeflenecektir. Almanya ve Fransa tarafından dillendirilen “2004’te şartların yerine getirilmesini gözden geçirme ve 2005’te müzakerelere başlama” formülünün 1 yıl öne çekilmesi amaçlanacaktır. Kofi Annan’ın planı çerçevesinde yeni bir konum kazanan Kıbrıs konusunun ise, 12 Aralık sonrasına sarkarak gelişmelere göre bir çizgiye oturacağı görülmektedir. Ancak pek çok verinin de gösterdiği üzere Türkiye’nin AB ile ilişkisinin sürekli şartlara bağlanarak üyelik yolunun ne tümüyle açılması ne de kapatılması, sürekli ertelemelere tabii tutulması sürecektir. Bu açıdan Almanya ve Fransa formülünün esnetilmesi halinde dahi, durum değişmeyecek, süreç 1,5-2 yıl daha uzatılarak yeni uzatmaların zemini hazırlanacaktır.
AKP’NİN GELECEĞİ
AKP iktidarının vahşi bir liberalizm, yabancı yağma ve sömürgeleşmede ivme kazanma şeklinde geçeceği görülüyor. AKP’nin yakın geleceğinin ise, artık hemen hemen kesinleşen Irak savaşının süresi ve hangi şiddetle geçeceği ile çok yakından ilişkili olduğu aşikardır. Bu gelişmelerin etkilerine uygun olarak şimdiden acemi ve kaotik bir görüntü sergileyen hükümetin pürüzlerinin derinleşip derinleşmeyeceği belli olacaktır. Aynı şekilde “kol kırılır yen içinde kalır” atasözüne uygun olarak MGK’nın, AKP’nin (özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın) dış politika ve Kıbrıs konusundaki farklı farklı açıklamalarını görmezden gelmesi; yurtiçi medyanın tek bir ağız halinde bir anda bu çatlakları es geçmesi gibi tutumların süreklileşmesi mümkün olmayacaktır. Bu süreçte AKP’nin de ilk çıkışlarını hızla bir kenara bırakarak MGK çizgisinde “uygun adım marş” tutumu alması da, ülke çapındaki seferberliğin etkisi olarak görülmelidir. Bu olağandışı sürecin geçmesinin ardından, özellikle savaş esnasında olumsuz bir dizi gelişme yaşanacak olursa, egemenlerin uyuml
uluğunda derin çatlakların oluşması kaçınılmazdır. Bu sürece bağlı olarak “yerel seçimlerin” öne alınıp alınmayacağı gibi iç politikayı biçimlendirecek hatlar belirginleşecektir.
MUHALEFET SÜKUNET İÇİNDE
Parlamentoda CHP’nin “uyumlu/yapıcı” muhalefetinin(!) şiddeti de şimdilik dış gündemin gelişmesine ve AKP’nin pozisyonuna bağlı olarak gelişecek. Bu arada CHP’nin seçim sonuçlarını unutturmaya yöneldiği ortada ve aslında Baykal açısından yapılacak bir başka şeyin olmadığı da görülüyor. Ancak “soldaki” vurdumduymazlığın tatmin edici bir yanıtını vermek zor olsa gerek. ÖDP’nin durumu suskunlukla geçiştirmeye çalışması, HADEP’in ise ana politikalara dokunmaksızın sadece örgüt içi düzenlemelerle sınırlı bir “yeniden yapılanmaya” girişmesi, yaşanan depremin derinliğinin algılanmadığını gösteriyor. Bu tutumların sonuçlarının artan bir liberalleşme ve etkisizleşme olacağını şimdiden söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Elbette bu süreç yeni devrimci mayalanmalar uygun koşullar da yaratmaya adaydır.