ABD dış politikasında yeni bir dönem Geride bıraktığımız 10 yıl boyunca Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl olacağını tartıştık. ABD “çok taraflı dış politika” yaklaşımı içinde, tek kutuplu bir dünya için gerekli ittifakları ve askeri dayanakları oluşturmaya çabalarken Avrupa, ABD’nin giderek tek taraflı davrandığından yakınıyor, çok kutuplu bir dünya isteğini dile getiriyordu. Bush hükümetinin […]
ABD dış politikasında yeni bir dönem
Geride bıraktığımız 10 yıl boyunca Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl olacağını tartıştık. ABD “çok taraflı dış politika” yaklaşımı içinde, tek kutuplu bir dünya için gerekli ittifakları ve askeri dayanakları oluşturmaya çabalarken Avrupa, ABD’nin giderek tek taraflı davrandığından yakınıyor, çok kutuplu bir dünya isteğini dile getiriyordu. Bush hükümetinin yönetime gelmesiyle, 11 Eylül saldırısının ardından, bu tartışmalar iyice yalınlaştıo ABD çok taraflılık iddilalarını bıraktı. Colin Powell’ın, bu yıl bir Roma ziyareti sırasında dediği gibi “Dış politika sorunlarını müttefiklerimizle tartışırız, onları doğru pozisyona kazanmaya çalışırız. Olmazsa, biz kendi doğru bildiğimizi yaparız” çizgisini benimsedi.
Bu ”Bildiğim gibi yaparım” yaklaşımı, salt 11 Eylül saldırısının getirdiği bir şokun, kızgınlığın, suçluları bir an evvel yakalama arzusunun bir sonucu değil, ABD’nin, dış politika yöneliminde daha Clinton döneminde şekillenmeye başlayan köklü bir değişikliğin ürünüydü. Bu dış politikanın parametreleri, 2001 Dört Yıllık Savunma Raporu’nda ortaya konulmuş olmakla birlikte, arkasındaki temel varsayımı, Başkan Bush, haziranda West Point askeri akademisinde yaptığı ve Avrupalı devlet yönetcilerinin saçlarını diken diken eden konuşmasında açıkladı: II. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD dış politikasını yönlendiren iki doktrin -Sovyetler Birliği’nin genişlemesinin sınırlanması, nükleer silahlarla gerçekleştirilebilecek bir saldırının caydırılması- artık geçerliliğini yitirmişti. Çünkü şimdi karşımızda devletsiz teröristlerle kitle imha silahlarına sahip Saddam Hüseyin gibi diktatörler vardı. Bush, konuşmasında, ”önleyici ilk vuruş hakkı” prensibini benimsediklerini de açıkladı. Böylece uluslararası ilişkilerde ABD vizyonunun köklü bir değişiklik geçirmiş olduğu en yetkili ağızdan resmen açıklanmış oluyordu. Biz de dahil birçok yazar, bu yeni yaklaşımı bir imparatorluk eğilimi olarak yorumladı.
Çatıdaki çatlak giderek büyürken
Bu yeni yönelim, gelişmiş ülkeler (emperyalist ülkeler de diyebilirsiniz) arasında ortak bir küresel yönetim oluşturma alanında ABD ve Avrupa’yı karşı karşıya getiren dinamikleri hızlandırdı, bu ülkeler grubu açısından bir küresel istikrar kurma olasılığını zayıflattı. Örneğin, küresel iklim değişikliklerine neden olan etkenlerin sınırlanmasına ilişkin Kyoto Protokolü’nü imzalamayan ABD, uluslararası savaş suçlularının yargılanmasına, devletler üstü bir ceza hukuku oluşturmayı amaçlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi Anlaşması’na da karşı çıktı. ABD, biyolojik silahların yayılmasını engellemeyi amaçlayan denetim anlaşmasına, doğada biyolojik çeşitliliği koruma anlaşmasına da imza koymuyor. Johanesburg Zirvesi boyunca ABD’nin Avrupa’dan tümüyle farklı bir çizgiyi savunduğunu, tümüyle çokuluslu şirketlerin yanında tutum alarak genetik besinlerin kullanılmasını yaygınlaştırmaya çalışırken yenilenebilir enerji konusundaki gelişmeleri baltaladığını da gördük.
Geçen aylarda ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan uluslararası güvenlik sisteminin köşe taşlarını, Avrupa’nın tüm itirazlarına ve uyarılarına karşın, teker teker sökmeye başladı. Örneğin Balistik Füze Anlaşması’ndan tek taraflı olarak çekildi, Deneme Yasağı Anlaşması’na uymayacağını açıkladı.
ABD ile Avrupa arasındaki en önemli görüş ayrılıklarından biri de Ortadoğu politikası. Bu yüzden, Bush hükümetinin, Irak’ta rejim değişikliği projesi, ABD’nin bölgede giderek daha çok İsrail’in etki alanına girerek istikrarsızlığı daha da arttırdığını düşünen Avrupa’da büyük kaygı yarattı. Önce Chirac ve Schröeder Bush’un Irak’a saldırma planıyla aralarına mesafe koyarak bunun için öncelikle bir BM kararı gerektiğini vurguladılar. Arkasından, İsveç ve İspanya da benzer bir tutum aldı. Nihayet geçen hafta, ABD’nin Avrupa’daki en yakın müttefiki Blair de operasyon için bir BM kararının gerekli olduğunu belirtti. Bush yönetiminin iç tartışmaları da Irak konusunda Avrupa’nın manevra alanını genişleterek farklılıklarını daha açık bir biçimde dile getirmesine yardımcı oldu. Böylece ABD ile Avrupa arasındaki çatlak daha da büyüdü.
ABD ve Avrupa itlifakı II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünya düzeninin çatısını oluşturuyor. ABD hegemonyası, Soğuk Savaş dönemindeki iki bloklu denge hep bu çatının altında barınıyordu. Soğuk Savaş bittikten, ortak dış tehlike sorunu gündemden kalktıktan sonra, uluslararası sistemin geleceğine ilişkin ABD ilişkilerinde bir çatlak oluşmaya başladı. 11 Eylül saldırısının hemen arkasından görülen ABD-Avrupa yakınlaşması, şaşırtıcı bir hızda ortadan kalktıktan sonra, şimdi uluslararası güvenlik sisteminde, küresel yönetişimin aracı olan anlaşmalardan Ortadoğu poltikalarına kadar çok önemli alanlarda bu çatlak genişlemeye devam ediyor. Geçenlerde Zbigniew Bzerzinski’nin CNN’de uyardığı gibi, ABD-Avrupa arasındaki sorunlar bu günden çözülmeye başlamaz ve ABD yoluna tek başına devam ederse, 10 yıl sonra dünya kendini çok daha tehlikli bir kavşakta bulabilir.