AB’nin Türkiye politikası AB’nin Türkiye’ye yönelik politikaları denilince, bakılması gereken odak, Birliğin Almanya ve Fransa tarafından oluşturulan ana ittifakının politikalarıdır. İttifakın ağırlık merkezi Almanya’dır. Nitekim AB’nin, 1990’larda benimsediği Doğu Avrupa merkezli genişleme politikası da Almanya öncülüğünde yürütülmüş ve Almanya’nın geleneksel “doğu politikasını”nın güncel uzantısını temsil etmiştir. Kurulduğundan bu yana gerçekleşen en kapsamlı genişleme harekatı olarak […]
AB’nin Türkiye politikası
AB’nin Türkiye’ye yönelik politikaları denilince, bakılması gereken odak, Birliğin Almanya ve Fransa tarafından oluşturulan ana ittifakının politikalarıdır. İttifakın ağırlık merkezi Almanya’dır. Nitekim AB’nin, 1990’larda benimsediği Doğu Avrupa merkezli genişleme politikası da Almanya öncülüğünde yürütülmüş ve Almanya’nın geleneksel “doğu politikasını”nın güncel uzantısını temsil etmiştir. Kurulduğundan bu yana gerçekleşen en kapsamlı genişleme harekatı olarak yaşanan bu sürecin sonunda AB, kendi sınırları dahilinde bir merkez-çevre ilişkisi yaratmış olacaktır. Böylece, kendi sınırları dahilinde, Avrupa sermayesinin gereksindiği vasıflı ve ucuz emek gücünü kapsayan bir ekonomik-siyasi birliğe dönüşmeyi hedeflemektedir.
AB- Türkiye ilişkileri konusunun yakıcılığı da bu noktada anlam kazanmaktadır. Türkiye sermayesi açısından AB’nin en büyük ucuz emek pazarı olmanın sağlayacağı birikim olanakları göz boyayıcı bir gelecek projesine zemin oluştururken, Avrupa sermayesi Türkiye söz konusu olduğunda yüklenmesi gereken ekstra maliyetlere pek fazla yanaşır görünmemektedir.
Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi Türkiye’nin, daha ileri bir entegrasyon düzeyi söz konusu olduğunda AB için her açıdan fazla pahalı ve riskli bir sömürü alanını temsil etmesidir. Öncelikle Türkiye’nin tüm Doğu Avrupa’nın toplamına eşit olan yoksul nüfusu, serbest dolaşım hakkı nedeniyle büyük bir göç tehdidi oluşturmaktadır. Rasyonel kapitalist bir ekonomi için gereken altyapıdan yoksunluk ve emek gücünün Doğu Avrupa’ya kıyasla daha vasıfsız oluşu da önemli bir başka etkendir. Dinsel ve kültürel farklılıklar da emek gücünün düzene eklemlenmesi ve denetlenmesi açısından ciddi sorunlar yaratabilir niteliktedir. Bunların yam sıra, Türkiye’nin kalabalık nüfusu nedeniyle Avrupa Parlamentosu’ndaki dengeleri değiştirebilme olasılığı ve bunun da mutlaka Amerikancı bir yönde gerçekleşecek olması da Türkiye’ye karşı mesafeli tutum takınılmasının diğer bir nedenidir.
Bu gibi faktörler, AB’nin Türkiye ile ilişkilerini frenlemektedir. Öte yandan, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne dahil olmasının da etkisiyle pazar olarak taşıdığı önemin artmış olması; Ortadoğu-Kafkaslar-Balkanlar üçgeninde tuttuğu bölgesel-stratejik konumun önemi; yalmz kalması ya da toptan ABD’nin denetimine terk edilmesi durumunda ortaya çıkacak daha büyük siyasal sakıncalar gibi faktörler de, AB’nin Türkiye ile belirli bir mesafeden de olsa bütünleştirici bir ilişkiyi sürdürmesinin altında yatan nedendir. AB’nin Türkiye’ye dönük politikalarını bu iki karşıt eğilim biçimlendirmektedir.
AB’nin belirleyici güçleri, Türkiye’ye ne çok yakın ne de çok uzak durmak istiyorlar. Bu politikanın somut ifadesi ise, üyeliğin sürekli askıda kaldığı ara bir durumun “istikrarlı” biçimde korunmasıdır. Bu çizgiyi değiştirebilecek iki ana durumdan söz edilebilir. 1- Bugün için henüz söz konusu olmayan bir durumun, yani hegemonya mücadelesinde ABD’nin AB’nin gerisine düşmesinin yaratacağı tümüyle yeni koşullar , 2- ABD’nin, Türkiye’yi AB içine sokmak için olağandışı çaba göstermesini zorlayan uluslararası koşullar. Buysa ABD’nin soruna yaklaşımına daha yakından bakmayı gerektirmektedir.
ABD ve Türkiye-AB ilişkileri
ABD yönetiminde de, Türkiye’nin AB ile ilişkileri hakkında iki farklı eğilim bulunmaktadır. Birinci. eski CIA Türkiye Masası Şefi Richard Perle gibi küçük bir “en şahinler” grubuna dahil olanların savunduğu eğilim, Türkiye’nin AB’den toptan uzaklaşarak, ABD ile kurduğu stratejik ittifakı güçlendirmesi ve yüzünü tümüyle Ortadoğu’ya dönmesidir. Türkiye kapitalizminin Avrupa ile olan oldukça güçlü ekonomik, siyasi, kültürel ve tarihsel bağlarını hiçe sayarak ve büyük zorlamalarla oluşturulabilecek olan böylesi bir stratejik yönelim, Türkiye’nin iç ve dış politikası açısından büyük bir kırılma ve sertleşmeyi gündeme getirebilecektir.
ABD’nin resmi devlet politikasını yansıtan ve gerek Bush iktidarının şahinlerden oluşan ekibinin ana bölümünün, gerekse Demokrat Parti döneminin dış politikası olarak sürdürüle gelen ikinci eğilim, Türkiye’nin AB içinde yer alarak, Ortadoğu-Katkaslar-Balkanlar üçgeninde aktif biçimde görevlendirilerek ikili biçimde işlevlendirilmesi üzerine kurulu bir politikadır. Bu politikaya göre, Türkiye AB içinde yer alarak elde edeceği diplomatik olanaklar ve koruma şemsiyesi ile, Ortadoğu-Balkanlar-Kafkaslar üçgeninde ABD’nin operasyonel gücü olarak çok kıvrak manevralara soyunabilecektir. Bunun yanı sıra, Türkiye, AB içinde, Amerikancı siyasetiyle tarihsel olarak yalnız kalan İngiltere’nin yanında güçlü bir b&şka dayanak oluşturacaktır. Böylelikle son dönemde İtalya ve İspanya’nın Almanya-Fransa kampı karşısında yer almasıyla genişleyen bu karşı ittifak zemini, AB’nin mevcut yönelimlerini daha güçlü biçimde etkileyebilecektir.
Haziran ayında Rusya ile ABD arasında imzalanan silahsızlanma antlaşmasının yarattığı stratejik yakınlaşma çerçevesinde, Avrupa Konseyi üyesi olan Rusya’yı da AB’ye doğru yöneltmeyi hedefleyen ABD, tüm bu çok yönlü manevralarla, AB’nin çok başlı ve gevşek bir ekonomik birlik olarak varlığını sürdürmesini hedeflemektedir. Aksi taktirde, daha da homojenleşecek, sermaye entegrasyonunu arttıracak, büyük nüfuslu ucuz emek bölgelerini bünyesine dahil edecek ve güçlü bir orduya sahip olacak dinamik bir Avrupa, Amerikan emperyalizminin korkulu rüyası haline dönüşecektir.
Türkiye’de AB Tartışmaları
Türkiye’de ise AB konusunda iki siyasal çizginin saflaştığı bir manzara ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan manzaranın en çarpıcı niteliği ise her iki çizginin de ideolojik-siyasal özleri itibarıyla birer sermaye çizgisi olarak belirginleşmiş olmasıdır.
AB yanlısı çizgi, gerek temel savunucuları gerekse ideolojik vurguları açısından, açıkça bir sermaye çizgisi olduğunu zaten ilan etmiş durumdadır. Bölgede AB üyeliği kanalıyla aktif rol kapma dışında hiçbir gelecek projesi kalmamış olan Türkiye sermayesi, gerek başta ANAP gibi siyasal partiler, gerekse son dönemde TÜSİAD ve TOBB önderliğinde oluşturulan yeni “sivil girişimler” aracılığıyla, kendi gelecek projeksiyonlarını yeni bir hegemonya stratejisi oluşturma girişimlerinin ekseni haline getirme çabalarını hızlandırmıştır. Sermaye çevreleri, bu çizgiyle Avrupa sermayesinin taşeronluğunu üstlenmenin getireceği birikim olanaklarına göz dikmiş durumdadır. AB yanlısı kimi aydınların bir dizi laf-ı güzaftan sonra dile getirdikleri temel argüman ise, “AB’nin daha ‘medeni’ bir emperyalist ilişki kurduğu, o nedenle kendi egemenlerimizin ve ABD’nin daha barbarca kurdukları sömürü ilişkileri karşısında, AB’nin tercih edilmesi gerektiği” şeklindedir. Oysa TÜSİAD tarafından hazırlatılan “AB, Yabancı Sermaye ve Türkiye” konulu broşürlerde hemen ilk anda göze batan, sermayenin ülkeyi Avrupa sermayesine pazarlarken vurguladığı en önemli öğenin ülkenin “esnek emek piyasaları” olduğudur. Bu tezin Birikim dergisince savunulan daha “zekice” biçimi ise, “AB’nin daha rafine bir kapitalizm geliştirdiği, dolayısıyla buna muhalefet edecek solun da daha rafine bir sol olması gerektiği ve ülkemiz solunun “azgelişmişliği” nedeniyle bundan kaçtığı, oysa Avrupa’daki sol güçlerle bir araya gelerek pekala ‘Emeğin Avrupası’ hedefine yönelinebileceği” şeklindedir. Tümüyle egemenlere ait olan bu mantığa Birikimciler neden böyle tuzluğu kapıp koşuyorlar diye insan merak ediyor.
Ancak, “emeğin Avrupası” fikri de ancak böyle savunulabilir.
Avrupa Solu “emeğin Avrupa’sı” politikasına Avrupa sermayesinin entegrasyona yönelmesinin ardından kaçınılmaz olarak sürüklenmiştir. Yoksa İkinci Dünya Savaşı boyunca sol güçlerin tezi olan “Birleşik Avrupa” projesi emekçilerin önderliğindeki bir tarihsel momente aitti. Avrupa’nm soğuk savaş ekseninde bir araya gelişine ne anti-faşist direnişi sürükleyen güçlerin ne emek örgütlerinin dahil edilmemiş olmaları gerçeği, AB yanlılığını eleştiren sol güçlerin anti-enternasyonalist bir tutum içinde oldukları iddialarını çürütmektedir. Avrupa bütünleşmesi sözkonusu olduğunda işin gerçeği, sermayenin kendi kontrolünü sağladığı koşullarda biraraya gelmiş ve emekçilerin de çaresiz olarak buna uymuş olduklarıdır. “Emeğin Avrupası” fikri ise, sosyal devlet zeminin erimesi sonucunda etkisizleşen sendikalar tarafından ortaya atılmış bir yutturmacadan ibarettir.
”Sosyal Avrupa” destekçilerinin anlayamadığı, emekçilerin enternasyonel dayanışmasının devletler ve sermayeler arasındaki birlik ilişkilerinin dışında aranması gerektiğidi!. AB yanlısı sol, bu öneriye burjuvaziyle ağız birliği içinde gülmeye devam etmekte serbesttir kuşkusuz ama, Türkiyeli sosyalistlerin enternasyonal projesi ve alternatifi, hala sosyalizmdir. Bu yöndeki girişimler açısından geliştirilecek enternasyonel olanaklar ise Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu’daki her türlü ortak mücadele ilişkisini kapsamaktadır. Sadece sosyalistler, AB yanlısı sol güçlerin tersine, solun gerçek bir güç haline gelmesinin yolunun egemenlerin “hegemonya projelerine” taraf olmaktan değil, emekçilerin bağımsız mücadele perspektifini geliştirmekten geçtiğine inanmaktadırlar.
Ancak asıl kafa karıştıran olgu, bugün AB’ye karşı çıkışın “ulusalcılık” adı altında yürütülerek ülkede gerici bir kamp oluşturulmasından kaynaklanmaktadır. Eğer bir ülkenin emperyalist bir güç olma olanağı yoksa, (ki Türkiye’nin yoktur) kapitalizme karşı çıkmaksızın AB’ye karşı çıkmanın tek anlamı, aslında bir başka emperyalist güçten, örneğin ABD’den taraf olmaktır. İdeolojik-siyasal özü itibarıyla bir sermaye çizgisi olan “ulusalcılık” ile Türkiye burjuvazisinin yeni bir hegemonya stratejisi olarak AB’ciliğe yönelik sosyalist eleştiri arasındaki temel fark da, kapitalist sömürü ilişkileri karşısındaki tutumdur. Kapitalizme yönelik herhangi bir eleştirel tutum içinde olmayan ulusalcılık, tartışmaya gerçek tezleriyle dahil olmamaktadır. AB’nin -zaten bilinen- çifte standartlılığı gibi negatif argümanlar, bu tezlerin gerçek sahiplerinin ne dediğini örtmeyi amaçlamaktadır. Durum böyle olduğu için de, bir güç dengeleri tartışması olan- AB tartışmasında, “ulusalcı” çevrelerin yakın zamana dek başını çeken ordu, aslında ABD’nin ağzının içine bakmaktadır. Dolayısıyla hiçbir “ulusalcı” argüman aslında gerçek anlamda bağımsızlık gibi kaygılar temelinde dile getirilmemektedir .”Ulusalcılık”, Türkiye’nin ABD politikalarına eklemlenişinin biçimini ifade eden AB ilişkilerinde pazarlık unsuru olarak rol almaktadır.
Sorunun gerçek güç dengeleri üzerine kurulu olması nedeniyle, ABD ile ilişkileri “haddinden fazla sıcak” olan ordu, yakın zamana dek ancak ABD’nin ittirmeleri aracılığıyla AB’ye doğru yönelmekteydi. Ancak yakın dönemde gerçekleşen değişimler, örneğin AB içinde İngiltere’nin yanına İtalya ve İspanya’nın eklenmesi, Rusya-ABD yakınlaşması ve bu şekilde AB’nin çok başlı, gevşek bir ekonomik ilişki temeliyle sınırlı kalma olasılığının güçlenmesi, Türkiye egemenlerini, özellikle de orduyu, fırsat kaçmadan AB’ye doğru hamle yapmaya zorladı. Son dönemde ordunun MHP’yi bir kenara ittirerek, ANAP’ı koltuğunun altına almasının altında bu gerçek yatmaktadır. Elbette önümüzdeki dönemde ordunun yeni bir pozisyon ya da koltuk altına alacak başka aktörler bulması hiç şaşırtıcı olmamalıdır. Burada AB tartışmaları açısından asıl göz önünde tutulması gereken gerçek, Türkiye’nin Ortadoğu’da, örneğin Irak operasyonunda, ABD yanlısı etkin bir tutum almadan AB’ye girme ihtimalinin olmadığıdır. Şu günlerdeki aktüel AB tartışmalarının Irak’a hiç değinilmeden yapılmasındaki sahtekarlık ortadadır ve tüm niyetleri iyice açığa çıkartmaktadır. Ancak ABD’nin ittirmelerine rağmen, AB’nin Türkiye’nin üyeliğinin önünü açma ihtimali çok güçlü değildir. Yine bir dizi “ara” formül üretilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye siyasetine bugün için damgasını vurmuş olan AB eksenli saflaşma, gerçekte Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin yeni bir siyasal evresine işaret etmektedir. Türkiyeli emekçi sınıfların yeni bir emperyalist saldırganlık dalgasının hedefi haline getirilecekleri bu yeni evrede ise, iki değil üç temel çizgiye yer bulunduğu görülmektedir. Egemen sınıfların yeni bir hegemonya projesi oluşturma girişimlerini temsil eden AB yanlısı çizginin, önümüzdeki dönemde bu yeni girişimle belirli bir sürtünmeyi temsil eden ”ulusalcılık” karşısında giderek güç kazanacağı görülmektedir. AB yanlısı solu telaşa düşürenin ve ”yüksek politika” yapma gayretiyle hızla kendisine bir kapı bulma arayışına sevk edenin de bu durum olduğu açıktır. Türkiyeli sosyalistler ise şimdilik, ”yüksek siyaset” yapma gayretkeşliğinden bağımsız bir pozisyonda durmayı ve sermayenin AB yanlısı ve karşıtı çizgilerine karşı, emeğin kapitalizmden ve emperyalizmden siyasal kurtuluş çizgisinin olanaklarını biriktirmeye devam edeceklerdir.