II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin dünya üstündeki ana hegemonik emperyalist güç olduğunu derhal tanıyan İngiltere, ABD’nin Avrupa’daki temel dayanağı olma rolünü üstlendi. Bu çerçevecte, İngiltere, ABD’nin de desteğini alarak 1949’da Avrupa’nın ilk siyasal biraraya gelişi olan Avrupa Konseyi’nin oluşumuna öncülük etti. Bu süreci ise, Avrupa içinde çeşitli ekonomik (özellikle de enerji sektöründe) birliktelikler izledi. 1951’de […]
II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin dünya üstündeki ana hegemonik emperyalist güç olduğunu derhal tanıyan İngiltere, ABD’nin Avrupa’daki temel dayanağı olma rolünü üstlendi. Bu çerçevecte, İngiltere, ABD’nin de desteğini alarak 1949’da Avrupa’nın ilk siyasal biraraya gelişi olan Avrupa Konseyi’nin oluşumuna öncülük etti. Bu süreci ise, Avrupa içinde çeşitli ekonomik (özellikle de enerji sektöründe) birliktelikler izledi. 1951’de 6 Avrupa ülkesinin (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Lüksemburg) biraraya gelmesiyle Avrupa Kömür ve Çelik Antlaşması imzalandı. 6’lar 1957’de Roma’da Avrupa Atom Enerjisi Anlaşması ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Anlaşmasını imzaladılar.
1960-70’lerde Avrupa’da Değişim
Almanya’nın yeniden yükselişi 1945 sonrasında çok büyük bir hızla ve neredeyse baştan aşağıya yeniden inşa edilen Almanya, geçmiş teknolojik birikiminin de getirdiği avantajla 1960’larda ekonomide, özellikle de ağır sanayide, büyük hamleler yapmaya başladı. Ordu kurması yasaklanan Almanya bu dönemde, Soğuk Savaş nedeniyle olağanüstü yüksek savunma giderlerinden muaf olmayı bir avantaja dönüştürerek, tüm sermaye birikimini ağır sanayiye yönelterek, o dönemde birçok alanda teknolojik olarak ABD’yi yakaladı. Belirli sektörlerde ise geçti.
Dünya kapitalizminin altın yılları kabul edilen 1945-1970 arasındaki bu genişleme döneminde, kapitalizm açısından sosyalist blokla varolan rekabete “sosyal devlet” modelini geliştirerek dahil olan “Avrupa (ve bu süreci yönlendiren Alman Sosyal Demokratları) Soğuk Savaş politikalarında da (”iyi polis” rolüne soyunarak) farklı bir çizgi izledi.
ABD ile Sovyetlerin arasında gerilimi yumuşatmanın ve siyasal farklılaşmanın başını çeken ise, Fransa idi. Fransa’nın öncülüğünü yaptığı silahsızlanma ve barış görüşrneleri (”detant” politikaları) tüm 70’li yıllara damgasını vurmuştu.
1970’lere gelinirken kapitalist dünya ekonomisinin bunalımı kuşkusuz en çok ABD’yi vurmaktaydı. 1971 ‘de doların altınla eşdeğer tutulmasından vazgeçilmesiyle başlayan parite değişimi, Amerikan ekonomisindeki başaşağı gidişin somut göstergesiydi. 68 rüzgan ve dünya çapında gelişen anti-Amerikancılık; Vietnam yenilgisine götüren süreç; dünya çapındaki Amerikan hegemonyasının sarsıldığını gösteren olgulardı.
1970’lerin dünyasında kapitalist blok, Amerika’nın öncülüğünün yanısıra, Almanya’nın (ve Fransa’nın) başını çektiği Avrupa ile, aynı dönemde olağanüstü büyük ekonomik ataklar yapan Japonya’nın etrafında gelişen Asya Kaplanları’ndan oluşan Uzakdoğu’daki bloklaşmayı kabullenmiş durumdaydı. Nitekim ABD’nin (ve epey geride kalarak ABD’ye iyice eklemlenen İngiltere’nin) başını çektiği küreselleşme politikalarına yönelim de emperyalizmin bu ekonomik ve siyasal hegemonya kriziyle birlikte başladı.
1945-70 genişleme dönemini takiben, 1974’deki petrol krizinin ardından uzun süreli bir bunalıma giren “kapitalizm, çare olarak küreselleşme politikalarına yönelirken, kendi içinde de üç başlılığı kabullenmişti. Almanya ‘nın öncülüğündeki AB ise, bunlar arasında ekonomik, siyasal, hukuki, idari vb. bütünleşme açılarından, tartışmasız en çok mesafe kat edeniydi. 6’ların oluşturduğu. AT, 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danirnarka’nın katılımıyla, 9’lar olarak anılmaya başlandı. AT’nin bu ilk genişlemesi oldukça sancılı geçmişti. Cumhurbaşkanı De Gaulle, Fransa’nın İngiltere’yi ilk vetosunda ”ABD’ci bir İngiltere ile Avrupalı bir Avrupa’nın olamayacağına işaret etmişti. Yine De Gaulle Fransa ‘nın ikinci vetosunda da İngiltere’nin ABD’den yeterince uzaklaşıp Avrupa’ya yeterince yanaşmadığını vurgulamıştı. Tüm bunlara rağmen, İngiliere’nin yalnızlaştırılması başarılmış ve AT’ye dahil edilerek Avrupa sermayesinin bütünleşmesi doğrultusunda önemli bir engel aşılmıştı.
Küreselleşme sürecinde AT’den AB’ye
80’lerin hemen başlarında Thatcher iktidarıyla, İngiltere’de hızla başlayan küreselleşme politikalarına yönelimin diğer Avrupa ülkelerine yayılması sonraki yıllarda gündeme geldi. Ancak küreselleşme sürecinde emperyalizmin genel çıkarları doğrulusunda AT’ye düşen kritik misyon, 80’lerin ortalarında Sovyetler’de Gorbaçov’la karakterize olan çözülme sürecini yönlendirerek, ”Doğu Bloğu”nu kazasız belasız emperyalist-kapitalist kampa dahil edecek politikaların ve diplomasinin temel yürütücülüğünü götürmekti. AT’nin ABD-Sovyetler geriliminin her alanındaki geçmiş tutumu da bu misyona en uygun aday olmasını kolaylaştırmaktı.
Nitekim, 1985 sonrasında AT’nin tüm kurumlaşması Doğu Avrupa’nın çözülme ve kapitalist blok tarafından içselleştirilmesi etrafında gelişti. 1989’da duvarların yıkılma süreciyle birlikte ise, AT iç bütünleşmesini sıçratarak 1993’de AB’ye dönüştü ve Doğu Avrupa’nın restorasyonuna kilitlendi. Kapitalizrnin genel çıkarları adına oluşturulan bu restorasyon misyonu, aynı zamanda AB’nin bugünkü ana yayılma eksenini de oluşturdu.
Böylelikle, 1993’de AB büyük bir genişleme hamlesi geliştirdi ve bunun ana çeperi Doğu Avrupa ülkelerini kapsamaktaydı. Türkiye de aynı dönemde ABD’nin özel çabalarıyla bu sürece dahil edilmek istenen ülkelerden birisi oldu.
1990’larda Avrupa’da kurumsal revizyon. Bugün Ayrupa’da iki temel kurum bulunmaktadır. Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa Birliği (AB), Avrupa Konseyi, Avrupa devletlerinin bir tür en geniş siyasal forumu niteliğinde olup, geniş anlamıyla politikalar ve normlar oluşturma misyonuna sahiptir. Türkiye’nin 1950’de girdiği Avrupa Konseyi, 1989’a kadar 23 üyeli iken, 90’lı yıllar boyunca birçok sosyalist ülkenin de (1996’da Rusya’nın, en son ise Azerbaycan ve Ermenistan’ın) dahil olmasıyla, üye sayısı toplam 44’e çıktı.
Avrupa’nın çekirdek ülkelerinin politikalarını en geniş biçimde yayabilen Avrupa Konseyi, bünyesinde oluşturduğu ve Avrupa’nın Anayasa Mahkemesi niteliğindeki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aracılığıyla, üyelerin iç hukuklarına müdahale ve düzenleme zemini yaratmaktadır. Avrupa Konseyi bünyesinde bu şekilde düzenleyici antlaşma sayısı 200’e yaklaşmaktadır.
Avrupa Birliği (AB) ise, Avrupa’nın zenginler kulübüdür ve Avrupa’nın emperyalist çekirdeğinin iç bütünleşme sürecinin organizasyonudur. 1980 ortalarına dek 9 üyeyle gelen AT o tarihlerde Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in katı1masıyla 12 üyeye yükselmişti. AT’de toplanmış olan 12’ler AB’yi resmen kuran Maastricht Anlaşmasını 1991’de imzaladılar. AB ise, ilk genişlemesini Finlandiya, Avusturya ve İsveç’in eklenmesiyle 15 üyeye ulaşarak yaptı.
Ancak asıl büyük genişleme çizgisi son dönemde Doğu Avrupa ülkelerİnin AB’ye dahil edilme girişimleriyle ivme kazandı. Türkiye’nin içinden geçtiğimiz süreçte yaşadığı gerilim de AB’nİn bu büyük genişleme sürecine dahil olup olmaması etrafında dönmektedir. 2002’nin Aralık ayında bugüne kadar ki bu en büyük genişlemenin çerçevesi belirginleşecek olup, aday ülkeler tespit edilecektir.
AB’nin yeni dönem genişleme politikası öncekilerden nitelik olarak farklıdır. Zira bu kez, çok kapsamlı ortak hukuki düzenlemelerin yanısıra; sınırların kaldırılması; Gümrük Birliği’nin sağlanması; ve ortak para birimi Euro’ya geçiş; ve kendi ordusunu (AGSP) kurma gibi iç bütünleşmeyi sağlayan kurumlaşmaların ardından AB sadece zenginler kulübü olmaktan çıkıp, zenginlerin çevresini oluşturan ve ucuz emek ihtiyacını
karşılayacak ikinci çemberi de oluşturmayı hedeflemektedir; Böylelikle 2000’li yıllarda hegemonyası yeniden sorgulanmaya başlanan ABD karşısında AB, kendi iç bütünleşmesini sindire sindire götüren bir emperyalist odak olarak paylaşım arenasında yerini iddialı bir şekilde almaktadır.