Her şeyden önce bir konu çok şaşırtıcı: Latin Amerika’daki tek sosyal demokrat hükümet programını hayata geçiren ve sosyal değişim programı uygulayan bu yönetime karşı düzenlenen darbe karşısında neredeyse hiçbir uluslararası tepki olmadı. Başta Fransız Sosyalist Parti olmak üzere, Avrupalı sosyal demokrat partilerin, Venezüela’da bütün özgürlükler tek tek ayaklar altında çiğnenirken sessiz kalmaları gerçekten de üzüntü […]
Her şeyden önce bir konu çok şaşırtıcı: Latin Amerika’daki tek sosyal demokrat hükümet programını hayata geçiren ve sosyal değişim programı uygulayan bu yönetime karşı düzenlenen darbe karşısında neredeyse hiçbir uluslararası tepki olmadı.
Başta Fransız Sosyalist Parti olmak üzere, Avrupalı sosyal demokrat partilerin, Venezüela’da bütün özgürlükler tek tek ayaklar altında çiğnenirken sessiz kalmaları gerçekten de üzüntü vericiydi. Hattâ içlerinden bazılarının tarihî liderleri, örneğin Felipe González, işi darbeyi onaylama patavatsızlığına kadar vardılar.(2) Bunu yaparken de IMF, ABD başkanı ve İspanyol başbakanı, aynı zamanda Avrupa Birliği dönem başkanı José Maria Aznar’ın ortak mutluluklarına, söz yerindeyse, iştirak etmekte tereddüt göstermediler.
Hatırlayacak olursak Latin Amerika’da seçilmiş bir devlet başkanına karşı son olarak Eylül 1991’de askerî bir darbe düzenlenmiş ve Haiti başkanı Jean-Bertrand Aristide’e görevden el çektirilmişti. Herkes, Washington’ın 70 ve 80’li yıllarda sürdürdüğü ve Güney Amerika’ya diktatörlerin yerleşmesiyle sonuçlanan anti-komünist “Akbaba Operasyonu” zihniyetine son vererek soğuk savaşın bittiğini sanıyor ve özgür seçimlerle işbaşına gelmiş rejimlere karşı her türlü komplonun cezasız kalmayacağını düşünüyordu.
11 Eylül 2001’den bu yana, Washington semalarında esen savaşçı rüzgâr bu ince düşünceleri sürüklemişe benziyor.(3) Başkan Bush’un da dediği gibi, bundan böyle “bizimle olmayanlar teröristlerle birliktedirler”. Başkan Chávez oldukça bağımsız bir yöneticiydi. Acaba bu serbest tavırlarıyla, Washington’ın düşmanı haline gelen petrol taşıyıcıları karteli OPEP’i yeniden faal hale getiren ve Saddam Hüseyin’i ziyaret eden de o değil miydi? İran’a ve Libya’ya da ziyaretlerde bulunan, Küba ile normal ilişkiler kuran, ayrıca gerillalara karşı Kolombiya planına destek veren o değil miydi?
O artık tam sopalık bir adam olmuştu. Ama Washington artık eskiden olduğu gibi -1954 Guatemala, 1965 Dominik Cumhuriyeti, 1973 Şili- kanlı bir ders veremezdi.
Bu dosya ile Orta ve Güney Amerika’dan sorumlu genel sekreter yardımcısı Otto Reich’in gözlemlerine göre, son on yıl içinde demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş altı Latin Amerikalı başkan devrilmişti. Bunlardan sonuncusu da Arjantinli De la Rua idi. Ama onları ordu değil halk devirmişti.
Öyleyse Chávez için de aynı model geçerli olacaktı. Önce, Katolik kilise, finans çevreleri, patronlar ve beyaz burjuvazi ile kendini hâlâ “sivil toplum” olarak adlandıran yozlaşmış bir sendikanın bir araya gelmesiyle bir tuzukurular koalisyonu oluştu. Daha sonra büyük medya patronları kendi aralarında bir mafya ittifakı kurarak “sivil toplum”u savunuyor gibi görünen yönetim karşıtı kampanyalara başladılar.
Hiçbir yalandan sakınmayan medya, “Chávez bir diktatördür” şeklinde dile getirilen bir sabit fikri sürekli gündemde tutarak kamuoyunu iyice kızıştırdılar… Durum öyle bir hal aldı ki, artık herkes “Chávez Hitler’in ta kendisidir.(4) Onu devirmeliyiz” demeye başladı.
Patronları, demokrat bir başkanı devirme ihtirasıyla yanıp tutuşurken, medya mensuplarının da “halk”, “demokrasi”, “özgürlük” gibi kelimeleri telaffuz etmekten başları dönmüştü. Sokaklara dökülüp gösteriler düzenlediler, yönetimden gelen en küçük eleştiriyi “ifade özgürlüğüne karşı ağır bir saldırı” olarak çarpıtıp uluslararası kuruluşlara bildirdiler,(5) isyan grevleri yapılmasını sağladılar ve başkanlık sarayına karşı saldırıya geçmeleri için halkı cesaretlendirdiler. Sonuç da tabii ki darbe oldu.
Propagandaya yönelik doğal eğilimiyle öfkeden çılgına dönen medya, adına 11 Nisan’da darbe düzenlediği sanal halkla başkan Chávez’i 48 saat sonra işbaşına getiren gerçek halkı birbirine karıştırdı. (s. 32’de Edgar Roskis’in yazısını okuyunuz) Pişmanlık çok kısa sürdü. Yaptığının cezasız kalmasından faydalanıp acımasızlığını ikiye katlayan Venezüela medyası halen demokratik bir yönetime karşı en büyük destabilizasyon harekâtını sürdürüyor. Genel kayıtsızlıktan yararlanarak bu kez kusursuz cinayeti gerçekleştirmek niyetinde…