Biz dünyadan, onların bizden aldığından daha fazla mal satın alıyoruz. Dünya ekonomisi toparlanmak için ABD piyasasına bağımlı olmaya devam ediyor” (The Washington Post 27/04). Gerçekten de 1990’lar boyunca dünya ekonomisinin büyüme motorunu ABD ekonomisinden gelen talep oluşturuyordu. Bu yazının “Quo Vadis Amerika” başlıklı ilk bölümünde ABD ekonomisinin büyüme kaynaklarının kurumaya başladığına, buradan hareketle de ABD’nin […]
Biz dünyadan, onların bizden aldığından daha fazla mal satın alıyoruz. Dünya ekonomisi toparlanmak için ABD piyasasına bağımlı olmaya devam ediyor” (The Washington Post 27/04). Gerçekten de 1990’lar boyunca dünya ekonomisinin büyüme motorunu ABD ekonomisinden gelen talep oluşturuyordu. Bu yazının “Quo Vadis Amerika” başlıklı ilk bölümünde ABD ekonomisinin büyüme kaynaklarının kurumaya başladığına, buradan hareketle de ABD’nin dünya ekonomisi içindeki konumunda, dolayısıyla da dünya ekonomisinde yeni bir dönüşüm döneminin başlamakta olduğunu düşündüğümü belirtmiştim. IMF’nin nisan ayında yayımlanan World Economic Outlook raporunda bu değişime ilişkin ilginç veriler vardı.
Dünya ekonomisinin yeni can simidi
World Economic Outlook raporuna göre dünya ekonomisi geçen yıl bir resesybnun kenarına kadar gelmiş, ama yüzde 2.5 bir büyüme gerçekleştirmeyi başararak bu noktadan geri dönmüş. Ancak bu nokta, dünya ekonomisinin gerçekten resesyonu atlatıp atlatmadığı o kadar önemli değil. Önemli olan, IMF’nin yaptığı bir başka saptama: IMF’ye göre dünya ekonomisinin resesyona düşmesini engelleyen etken, ABD ekonomisinin lokomotif olma kapasitesinden çok, Çin ve Hindistan’ın katkıları. İlginç ve yeni olan da bu!
Hindistan ve Çin dünya nüfusunun toplam yüzde 38’ini oluşturuyorlar. Geçen 18 yıl boyunca bu iki ülke, sırasıyla yılda ortalama yüzde 5.6 ve yüzde 9.8 büyüme hızı sergilediler. Halbuki aynı dönemde gelişmiş ülkelerde ortalama büyüme hızı yüzde 3.1’i geçmiyordu. Bu sürecin sonunda Çin ve Hindistan geçen sene küresel ekonomik büyüme hızına 1.1 puan katkıda bulunmuşlar. Diğer bir deyişle, küresel büyümenin yüzde 44’ü bu iki ülkeden kaynaklanmış. Bu oran ABD’nin 1990’lar boyunca dünya ekonomik büyümesine yaptığı katkıya neredeyse eşdeğer. Morgan Stanley Dean Witter’in başekonomisti Stephen Roach’a göre Hindistan ve Çin’in ekonomileri artık dünya ekonomisi üzerinde gerçek bir etki yapacak boyuta ulaştılar. Bu iki ülkenin bölgesel ölçekteki önemi ise neredeyse belirleyicilik düzeyine ulaşmaya başlamış. Çin ve Hindistan’ın toplam üretimi, Asya’nın gelişmekte olan ülkelerinin toplam üretiminin yüzde 76’sını oluşturuyor. Asya Kaplanlarını katsak ve Japonya’yı da dışarıda bıraksak bile bu oran yüzde 66’ya ulaşıyor. Japonya hesaba dahil edildiğinde bile oran yüzde 50’nin üzerinde kalmaya devam ediyor (Global Economic Forum, 19/04).
Ve balığın kafası
Balığın kafasını yiyerek akıllanmaya başlayan adamın hikayesini bilirsiniz. Azgelişmiş ülkelerde de benzer bir süreç yaşanıyor. Yıllardır, IMF Dünya Bankası, daha sonra da Dünya Ticaret Örgütü (kimilerine göre gerçek “şer ekseni” azgelişmiş ülkelere “Devleti küçültün, bütçeyi denkleştirin, kamu harcamalarını kısın, ticareti serbestleştirin, piyasaları açın, açıldıkça, özelleştikçe kalkınacaksınız” diyor. Ancak 1999’dan bu yana ilginç bir süreç gelişiyor. Özelleştirme süreci beklenen ekonomik katkıyı yapmamış, örneğin gelişmekte olan ülkelerin altyapı yatırımlarına yabancı sermaye girişi 1993’te, özelleştirme furyasından önce, 4.5 milyar dolardan 2000 yılında 2.5 milyar dolara gerilemiş. Devletin boşalttığı yer boş kalmış! Asya krizinde yaşananlar, Arjantin’in ve Türkiye’nin durumu malum. Gerçek sürdürülebilir büyüme ise IMF-Dünya Bankası reçetelerini uygulayan değil, uygulamayan ülkelerde, örneğin (DİKKAT! DİKKAT!) Çin’de ve Hindistan’da gözlenmiş (The Guardian, “IMF’s one size fits few”, 28/04/02). 15 yıldır balığın kafasını yiyenler de galiba artık uyanmaya başladılar. Bu politikaların uygulandıkça daha çok istikrarsızlığa yol açtığı neredeyse “verili gerçekler ansiklopedisine” girecek kadar ortaya çıktı. Geçen sene 23 ülkede IMF, Dünya Bankası, DTÖ karşıtı büyük kitlesel gösteriler olmuş. Arjantin’e değinmiyorum bile!
Bu madalyonun öbüryüzünde, balığın kafasını öneren ABD’de de ilginç bir durum var: Tüm dünyaya neo-liberalizm önerenler, krizle karşı karşıya kalınca, bu önerileri boşverip Prof. John Gray’in vurguladığı gibi hiper-Keynesgil politikalara yöneldiler. ABD’de vergi indirimleri yapılır, kamu harcamaları, silahlanma harcamaları hızla artarken parasal mali disiplin camdan dışarı atılıyor, hem de küresel serbest piyasa doktriniyle ve küreselleşme dogmasıyla birlikte: Korumacılık devreye giriyor, küresel serbest piyasa, hızla emperyal siyasi çıkarlara tabi kılınmaya başlanıyor. Hatta Washington kendi ekonomik modelini diğer ülkelere de dayatma projesine ilgisini kaybetmeye başlıyor (“The Decay of the free market”, The New Statesmen, 25/03/02).
Nihayet ABD’nin ekonomik önemi artarken büyümenin belli bir-iki noktada odaklaşmaması, yeni hegemonyacı yükselmelere zemin oluşmaması, ABD tarafından siyasi olarak denetlenebilecek ve ABD şirketlerinin mallarına talep oluşturabilecek alanlara yayılması, böylece de gelişmekte olan ülkelerde iç talebin mutlaka arttırılmaya başlanması gereğine ilişkin yaklaşımlar gündeme geliyor.
Tüm bu gelişmeleri bir araya koyar, bu trendlerin de böyle devam edeceğini varsayarsak, bugün hala geçerli gibi görünen uluslararası jeopolitik coğrafyanın, önümüzdeki dönemde biçim değiştirmeye, küreselleşme söyleminin de yerini bir başka söyleme bırakmaya başlayacağını düşünebiliriz.