Birbuçuk yüzyıl sonra Manifesto’dan geriye ne kaldı? Yazarlarının yaşadığı yıllarda, kitabın çeşitli basımlarına yazdıkları önsözlerde kendilerinin de belirttikleri gibi, bölümleri ve argümanlarının bazıları eskidi. Diğerleri de geçtiğimiz yüzyılda eleştirel bir yeniden incelemeyi gerekrirecek kadar güncelliklerini yitirdi. Fakat bu belgenin genel anlamı, çekirdeği ve “ruhu” -eğer bir metnin ruhu diye bir şeyden bahsedilebilirse- orijinal gücünü ve […]
Birbuçuk yüzyıl sonra Manifesto’dan geriye ne kaldı? Yazarlarının yaşadığı yıllarda, kitabın çeşitli basımlarına yazdıkları önsözlerde kendilerinin de belirttikleri gibi, bölümleri ve argümanlarının bazıları eskidi. Diğerleri de geçtiğimiz yüzyılda eleştirel bir yeniden incelemeyi gerekrirecek kadar güncelliklerini yitirdi. Fakat bu belgenin genel anlamı, çekirdeği ve “ruhu” -eğer bir metnin ruhu diye bir şeyden bahsedilebilirse- orijinal gücünü ve canlılığını korudu.
Bu ruh, kitabın aynı anda hem eleşrirel hem de özgürleştirici olmasından ileri gelmektedir. Yani kapitalizm analizi ve kapitalizmin devrilmesi arasındaki, sınıf savaşının incelenmesi ve sömürülen sınıfa bağlanım arasındaki, burjuva toplumundaki çelişkilerin berrak analizi, eşitlik ve karşılıklı dayanışmayla şekillenmiş bir toplumun devrimci ütopyası arasındaki,kapitalist genişlemenin itici mekanizmalarının gerçekçi aydınlatılışı ve “insanın hor görüldüğü, bir kenara atlldığı, eksitildiği, köleleştirildiği bütün koşulları ortadan kaldırma” (1) ahlaki talebi arasındaki ayrılmaz birliktelikten kaynaklanmaktadır bu ruh.
Komünist Manifesto’daki bir çok husus sadece çağdaş olmakla kalmayıp, 150 yıl öncesine göre çok daha günceldir de. Kapitalist küreselleşme teşhisini örnek alalım. İki genç yazar, kapitalizmin, dünyayı kendi kalkanı altında kültürel ve ekonomik olarak birleştiren bir sürece giriştiğini vurguladı: “Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürüsüyle her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nicelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı… Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine yeterliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkiıeri, evrensel karşılıklı bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.
Söz konusu olan sadece genişleme değil, egemenliktir de: Burjuvazi “bütün ulusları, yok etme tehdidiyle, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor.” (3) Tabii ki 1848’de, bu bölüm, o zamanki güncel gerçekliğin basit tarifinden çok, geleceğe ilişkin bir; tahmindi. Yukarıdaki pasajda, Manifesto’nun yazıldığı 150 yıl öncesinden ziyade bugün çok daha doğru olan bir analiz görüyoruz.
Gerçekten de, 20.yy’ın son dönemlerine kadar, sermaye dünya çapında bu kadar bütün, mutlak, bölünmemiş, evrensel ve sınırsız bir nüfuza erişmemişti. Geçmişte hiç bit zaman kurallarını, politikalarını, dogmalarını ve çıkarlarını yerküredeki her ulusa empoze etme hususunda bugünkü yeteneğine sahip olmamıştı. Uluslararası finans kapital ve çokuluslu şirketler hiç bir zaman devletlerin ve halkların kontrolünün bu kadar dışında olmamıştı. Kendilerini insan yaşamını kapitalist serbest piyasanın katı kurallarına ve dizginsiz kapitalist kar arayışına göre kontrole, yönetmeye ve çekip çevirmeye adamış IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumların böylesine yoğun işbirliği daha önce hiç var olmamıştı. Son olarak da, daha önce hiç bir çağda, insan hayatının her alanı -sosyal ilişkiler, kültür, sanat, politika, cinsellik, sağlık, eğitim, spor, eğlence- sermaye tarafından böylesine egemenlik altına alınıp, “egoist hesapların buzlu sularına” bu denli batırılmamıştı.
Yine de, kapitalist küreselleşmenin Manifesto’nun ilk sayfalarında çizilen parlak -ve kahince- analizi belli sınırlılıklar, gerilimler ve çelişkilerden muzdariptir. Bu, Marksizmin bir çok eleştirisinin iddia ettiği gibi devrimci coşkunun fazlalığından değil, aksine modem burjuvazi/endüstriyel uygarlık karşısında yetersiz eleştirellikteki bir duruştan kaynaklanır, Bu duruşun birbirleriyle yakından bağlantılı bir kaç yönüne bakalım.
1) 19:yy’da yaygın gelişme ideolojisi, Marks ve Engels’in burjuvazinin “bütün ulusları, en barbar olanları bile uygarlığa çekme” kapasitesine duydukları hayranlığı ifade ettikleri, görünür şekildeki Avrupa-merkezci tarzlarında ortaya çıkıyor: Ucuz malları sayesinde “barbarların inatçı yabancı düşmanlığını dize getiriyor” (Çin’e açık bir gönderme). Yazarlar, Batı’nın kolonyal egemenliğini burjuvazinin “uygarlaşrırıcı” tarihsel rolünün bir ifadesi olarak algılıyor gibiler: Bu sınıf, “barbar ve yarı-barbar ülkeleri, uygarlaşmış olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı hale getirdi.” (4) Bu Avrupa-merkezci, kolonyal demeyelim, ‘uygarlaşmış’ ve ‘barbar’ uluslar ayrımına getirilen tek kısıtlama da, Batı burjuva dünyasına atfen “uygarlaşma dedikleri şey” (sogennante zivilisation) ifadesidir.
Marks daha sonraki yazılarında, Hindistan’daki ve Çin’deki Barı kolonyalizmi konularında çok daha eleştirel bir tutum takınacaktı; ancak “burjuva uygarlığı”na, kurbanlarının yani koloni halkların bakış açısından radikal Marksist bir kafa tutmanın formülasyonu emperyalizmin Rosa Luxemburg ve Lenin gibi modern teorisyenlerine kaldı. Ve ancak Troçki’nin sürekli devrim teorisiyle birlikte, sosyalist devrimlerin, sistemin periferisinde yer alan, yani bağımlı ülkelerde başlaması ihtimalinin daha yüksek olduğu aykırı düşüncesi ortaya çıktı. Tabii ki, Kızıl Ordu’nun kurucusu, devrimin endüstrileşmiş ileri ülkelere yayılmazsa -özellikle Batı Avrupa kastediliyor- bugün ya da yarın yenilmeye mahkum olduğu ek hususunu da eklemiştir. Marks’ın ve Engels’in, Manifesto’nun 1881’de basılan Rusça çevirisinin önsözünde, sosyalist devrimin Rusya’da başlayacağına -geleneksel çiftçi kolektivizmi temelinde- ve sonra Batı Avrupa’ya yayılacağına dair kafalarında varsayımsal bir durumu tasavvur ettikleri genellikle unutulur. Onların ifadesine göre, Rus Devrimi, Batı’daki proleter devrim için bir sinyal olacak ve böylece ikisi birbirlerini tamamlayacaklardır. Bu metin -ayrıca Vera Zasulich’e çağdaş bir mektup- Kautsky’nin ve Plekhanov’un 1917 Ekim Devrimi’nin “iradeciliğine” karşı öne sürdükleri kendi “ortodoks Marksist” diye nitelendirilen eleştirilerine de -ki bu argümanlar SSCB dağıldıktan sonra tekrar moda oldu- önceden verilmiş bir cevap niteliğindedir. Onların sözde “ortodoks Marksist” anlayışlarına göre sosyalist bir devrim, ancak üretici güçlerin “olgunluğa” ulaştığı yerlerde, yani ileri kapitalist ülkelerde mümkündü.
2) “Serbest ticaretçi” iyimserlik ve oldukça ekonomik-determinist bir yaklaşımdan esinlenerek Marks ve Engels, “Burjuvazilerin gelişmesi, ticareı: özgürlüğü, dünya pazarı, üretim tarzındaki ve bunlara karşılık gelen yaşam koşullarındaki tek biçimlilik sayesinde halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve düşmanlıklar günden güne yok oluyor” (5) yanlış öngörüsünde bulundu.
Ne yazık ki öyle olmadı! 20. yüzyılın tarihi -iki dünya savaşı ve uluslar arasındaki sayısız çatışma- bu tahmini kesinlikle doğrulamıyor. İster dünya pazarına hakimiyet üzerinde emperyalistler arası çatışmalar, ister emperyal baskıya karşı ulusal kurtuluş hareketlerinde ya da sayısız başka şekilde olsun; uluslar arasındaki çatışmaları yaratmak veya yeniden yaratmak, sermayenin küresel genişlemesinin soluksuz doğasında vardır.
Bugün bir kez daha, kapitalist, küreselleşmenin paniğe-koşullu kimlik siyasetini ve aşiretçi milliyetçilikleri nasıl da beslediğini görüyoruz. Dünya pazarının sahte evrenselciliği tikellikleri zincirlerinden boşaltıyor ve yabancı düşmanlığını kuvvetlendiriyor: Sermayenin ticari kozmopolitliği ve saldırgan grup-k
imliği güdüleri birbirlerini karşılıklı olarak pekiştiriyor. (6)
Tarihsel deneyim -özellikle irlanda’nınki ve onun İngiliz emperyal hakimiyetine direnişi Marks’a ve Engels’e, burjuvazinin ve kapitalist pazarın saltanatının uluslar arasındaki çatışmaları bastırmak yerine, tarihsel olarak eşi görülmemiş oranda yoğunlaştırdığını birkaç yıl sonra öğretti. Fakat ulus gerçekliğiyle, onun siyasal ve kültürel doğasıyla, ekonomi karşısındaki göreli özerkliğiyle -gerçekte indirgenemezliği- ilgili tutarlı Marksist bir inceleme, Lenin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin”e ve Otto Bauer’in “ulusal kültürel özerklik”e ilişkin yazılarını beklemek durumunda kaldı. Genellikle birbirleriyle çelişkili olduğu düşünülen bu iki yaklaşım, birbirlerini bir o kadar bütünleyici olarak da görülebilirler.
3) Burjuvaziye üretici güçleri geliştirme konusundaki eşi görülmemiş yeteneğinden dolayı saygılarını sunan Marks ve Engels, “Doğanın güçlerinin insana tabi kılınışı”nı ve modern burjuva üretimi tarafından “koca kıtaların tarıma açılması”nı hiç çekincesiz selamladılar. Dahası, bizzat üretici güçlerin yapısını ekolojik ve sosyal kriterlere uygun olarak devrimcileştirme gerekliliği de bulunup bulunmadığı sorusunu sormadan, devrimi esas olarak, burjuvazinin yarattığı üretici güçlerin serbest gelişmesinin önündeki “zincicler”in -varolan eski mülkiyet biçiminin- kırılması olarak tahayyül etmiş gibiler.
Bu sınırlılık, Marks tarafından sonraki yazılarda, özellikle Kapital’de, sermayenin mantığının toprağı ve işgücünü eşzamanlı tüketmesi ele alınarak kısmen düzeltildi. Fakat ekolojinin temel sezgilerinin Marksist teorinin gövdesine karılması yolunda ciddi çabalarla ancak eko-sosyalizmin son on yıllardaki yükselişiyle karşılaşıyoruz.
4) İlerlemeci ideolojinin “kaderci iyimserliği” denen şeyden esinlenen Marks ve Engels, burjuvazinin düşüşünü ve proleraryanın zaferini “eşit derecede kaçınılmaz” şekıinde hiç tereddürsüz ilan ettiler, Tarihi, sonuçları bilim tarafından, tarihin yasaları tarafından ya da sistemin çelişkileri tarafından garantilenmiş bir süreç olarak gören yaklaşımın siyasal sonuçları üzerinde fazlaca durmaya gerek yok. Böyle bir yaklaşım kendi mantıksal sonuçlarına vatdırılacak olsa -Manifesto’nun yazarları tabii ki bunu yapmadı-, devrimci bilince, örgütlenme ve inisiyatife yani öznel etmenlere hiç gerek kalmazdı, Plekhanov’un da belirttiği gibi eğer “programın zaferi, güneşin yarın doğacak olması kadar kaçınılmaz”sa, neden siyasi bir parti, kurulsun, bir gösteriş için insanların hayatları,tehlikeye atılsın? Yarın güneşin doğmasını garantilemek için bir hareket örgütlemeyi kimse hayal etmeyecektir.
Manifesto’nun bir paragrafının, üstü kapalı olarak da olsa, tarihin “kaçınılmazcı” kavranışıyla çeliştiği doğrudur: Her tarihsel sınıf savaşının “ya toplumun genel bir devrimci yeniden yapılandırılmasıyla ya da savaşan sınıfların ortak yıkımıyla sona ermiş” olduğunu söyleyen ünlü “Burjuvazi ve Proleterler” başlıklı ikinci paragrafı kastediyorum. Marks ye Engels diğer alternatifin gelecekte de geçerli oıabileceğini açıkça onaylamıyor, ama bu, paragrafın mümkün bir yorumudur.
Gerçekte, insan türünün ve işçi sınıfı hareketinin karşısındaki tarihsel bir seçenek olarak sosyalizm ya da barbarlık alternatifini ilk kez açıkça ortaya koyan Rosa Lüksemburg’un 1915 tarihli “Junius Broşürü”ydü. Marksizmin herhangi bir çizgisel tarih anlayışından ve “garantili” gelecek illüzyonundan radikal olarak ayrışması ancak bu özgül uğrakta oldu. Ve Sırf tarihin “akıntısıyla yüzerek” ilerlenebileceği yanılsamasıyla Alman ve Avrupa işçi-sınıfı hareketini uyuşturan ilerlemeci ideolojilere tarihsel materyalizm temelinde derinlemesine bir eleştiri de nihayet Walter Benjamin’in yazılarında yer alacaktır.
Bütün bu eleştirel ifadelerden sonra Manifesto’nun, Aydınlanmacı düşünürlerden ve Hegel’den miras kalan “ilerlemeci” felsefenin sınırlarının ötesine geçemediğini çıkarsamak yanlış olur. Üretimi ve toplumu devrimcileştirmiş ve “Mısır Piramitlerinin, Roma su sistemlerinin ve Gorik katedrallerinin çok üstünde harikalar meydana getirmiş” (7) bir sınıf olarak burjuvaziyi selamlasalar da, Marks ve Engels tarihin herhangi bir çizgisel görüşünü reddederler. Üretici güçlerin göz kamaştırıcı ilerlemesinin -burjuva toplumunda bütün eski uygarlıklara göre çok daha etkileyici ve muazzam o!mak üzere- doğrudan üreticilerin toplumsal durumlarının bozulması pahasına elde edildiğini sürekli vurgularlar.
Bu, modem işçinin yaşam ve iş kalitesindeki düşüşü zanaatçınınki ve hatta bazı açılardan feodal köleninkiyle kıyaslayan analizlerde özellikle böyledir: “Serflik döneminde, serfler kendilerini komünde üyelik seviyesine yükseltti… Modern işçi ise, aksine, endüstrinin gelişmesiyle birlikte kendi sınıfının varolma koşullarının hep daha aşağısına çekilir.” (8) Aynı şekilde, makineleşmiş kapitalist endüstri sisteminde, emek sürecinin kendisi, Manifesto’nun Fourier’den ödünç aldığı bir tabirle “tiksindirici” olur, yani bürün özerkliğini “ve dolayısıyla işçi açısından bürün çekiciliğini” (9) yitirir.
Bu noktada, içinde belli ilerleme türlerine (teknoloji, endüstri, üretkenlik bakımlarından), başka alanlarda gerilemelerin (sosyal, külttirel ve ahlaki hayat bakımından) eşlik ettiği fevkalade diyalektik bir tarihsel süreç kavrayışının ana hatlarını bir an için görüyoruz. Burjuvazinin “kişisel değeri değişim değerine indirgediği” ve insanlar arasında “çıplak kişisel-çıkardan, duygusuz ‘nakit ödemeden’ [die gefühllose ‘bahre Zahlung’] başka bir bağ bırakmadığı” (10) şeklindeki ifadeler bu bakımdan da önemlidir.
Manifesto’nun, kapitalizmin küresel gücünün -kah kahince kah döneminin sınırlamalarıyla şekillenmiş- bir teşhisinden daha fazlası olduğunu; bunun yanında ve hepsinden önemlisi bu egemenliğe karşı uluslararası mücadele için ivedi bir çağrı olduğunu da ekleyelim. Marks ve Engels, bir dünya sistemi olarak sermayenin, ancak kendi kurbanlarının, proletaryanın ve müttefik sınıfların dünya tarihsel eylemi ile alt edilebileceğini mükemmel bir şekilde anladılar. Manifesto’nun bütün ibareleri arasında, işçi sınıfının ve sosyalist eylemcilerin bir kaç kuşağının bilinç ve yüreklerini esinlendiren, “Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin!” şeklindeki son cümlesi kuşkusuz en önemlisidir. Bu şiarın, son 150 yılda hareketin en radikal eğilimlerinin standardı ve parolası olması tesadüf değildir. Savaşlar, bulanık çatışma ve ağır ideolojik sisler boyunca kutup yıldızı görevi gören bir ilan, bir çağrı, kategorik bir ahlaki ve stratejik buyruk olmuştur.
Bu çağrı, aynı zamanda öngörüsel bir çağrıydıda. 1845’te proletarya, bırakın dünyayı, çoğu Avrupa toplumunda bile hala küçük bir azınlıktan ibaretti. Bugün, sermayenin sömürdüğü ücretli işçi kitlesi -sanayi işçileri, beyaz yakalı işçiler, hizmet sekrörü çalışanları, gündelikçiler, çiftlik işçileri- dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Küresel kapitalist sisteme karşı savaştaki açık farkla en önemli güç ve etrafında diğer toplumsal güçlerin, diğer toplumsal mücadelelerin kendilerini yönlendirebilecekleri ve yönlendirmeleri de gereken eksendir.
Gerçekten de sadece proletaryanın çıkarları söz konusu değildir: Bütün ülkelerde baskı altındaki bütün toplumsal kategori ve grupların da -kadınlar (Manifesto’da fazla geçmeyen); yabancı egemenliğindeki
uluslar ve etnik gruplar; işsizler ve marjinalleşririlmiş olanlar (sefilsınıf-pooritariat)- toplumsal dönüşümde çıkarları vardır. Ve tabi ki sadece o veya bu grubu değil bütün insan türünü ilgilendiren çevre sorunundan bahsetmiyoruz bile.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra bazıları sosyalizmin, sınıf savaşımının ve hatta tarihin sonunu ilan etti. Son yıllarda Fransa’daki, İtalya’daki, Güney Kore’deki, Brezilya’daki, ABD’deki -ve aslında dünyanın her yerindeki grev dalgaları- sözde-Hegelci tarz spekülasyonları çürüttü. Fakat alt sınıflarda trajik olarak eksiği görülen şey, minimum düzeyde bile olsa uluslararası bir koordinasyondur. (11)
Marks ve Engels için enternasyonalizm. hem sermayeye karşı dünya çapındaki proleter örgürlenme ve savaş stratejisinin merkezi bir parçası hem de en yüce ahlaki değeri ve mücadelenin nihai hedefi insanlığın özgürleşmesi olan devrimci hümanist özlemin bir ifadesiydi. Onlar, düşünce ve eylemlerinin ufku kadar devrimci ütopyalarının içeriğinin de, hudutların veya ulusal sınırların bulunmadığı bütün dünya olması anlamında, komünist “kozmopolit”lerdi. Manifesto’dan sadece iki yıl önce yazılan Alman İdeolojisi’nde. ancak onun sayesinde her bireyin “kendi özgül yerel ve ulusal sınırlarından kurtarıldığı, bütün dünyanın ürünleriyle (entelektüel olanlar da dahil) pratik bir ilişkiye sokulduğu ve dünya çapındaki insani yaratıcılığın bütün nimetlerinden faydalanma imkanına kavuştuğu” (12) bir komünist devrim vurgulanır -ki bu zorunlu olarak dünya-tarihsel bir süreç olması gerekir.
Marks ve Engels kendilerini sınırlardan bağımsız bir proleter birliği övmekle sınırlamadılar. Hayatlarının önemli bir bölümünde, uluslararası dayanışmaya somut ve örgütlü bir biçim vermeye de çabaladılar. Bunu ilk aşamada, Alman, Fransız ve İngiliz devrimcilerini 1847-1848 Komünist Ligi’nde toplayarak ve sonra 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliği’nin inşasına büyük katkıda bulunarak yaptılar. Birbiri ardına gelen Enternasyonaller (l’den 4’e) krizlere, bürokratik deformasyonlara veya izolasyona uğradı. Ancak bunlardan hiç biri enternasyonalizmin 20.yy boyunca kurtuluş savaşlarının en önemli itici güçlerinden biri olmasını engelleyemedi. 1917 Ekim Devrimi’nin ilk yıllarından sonra etkileyici enternasyonalist bir dalga Avrupa’yı ve dünyayı kasıp kavurdu. Stalinist yıllarda, enternasyonalizm, SSCB’nin büyük-güç çıkarlarının bir aracı olarak kullanıldı. Ama Komünist Encernasyonal’in bürokratik dejenerasyon döneminde bile. 1936-1938 İspanya Uluslararası Tugayları gibi hakiki enternasyonalizm örnekleri oluştu. Daha yakın zamanda ise, 1968 ayaklanmalarında ve 3.Dünya devrimleri ile dayanışma eylemlerinde, yeni bir kuşak, enternasyonalist faaliyet ruhunu devraldı.
Bugünkü sorunlar da, kapsam bakımından uluslararası bir niteliktedir. Sadece birkaç örnekten bahsetmek gerekirse, kapitalist küreselleşmenin, neo-liberalizmin, kuralsızlaştırılmış spekülatif finans piyasalarının, 3.Dünya’nın büyük oranlarda borçlanması ve fakirleşmesinin, çevresel çöküşün, yoğun tehditler içeren ekolojik krizin biriktirdiği muazzam sorunların hepsi de küresel ölçekte çözümler gerektiriyor.
Bugün, büyük sermayenin bölgesel (AB) ve küresel birleşmesine karşı, onun karşıtlarının çok az ilerleme kaydettiğini itiraf etmekten başka seçeneğimiz yok. 19.yy’da işçi-sınıfı hareketinin Enternasyonel’de örgütlenmiş en bilinçli kesimleri, burjuvazinin ilerisindeyken, bugün göreceli olarak trajik bir şekilde gerideler. Uluslararası örgütlenme, koordinasyon ve ortak eylem ihtiyacı -ortak taleplere ilişkin sendikal düzlemde ve sosyalizm mücadelesi düzleminde- hiç bu kadar ivedi ve bu ihciyaca verilen yanıt da hiç bu kadar zayıf, kırılgan ve el yordamıyla olmamıştı.
Bütün bunlar, radikal toplumsal değişim hareketinin bir ya da birkaç ulus düzleminde başlamaması gerektiği veya hiçbir meşru ulusal kurtuluş hareketi olmadığı anlamına gelmez. Ama çağdaş savaşımlar, eşi görülmemiş oranda, karşılıklı bağımlı ve baştan sona iç içe geçmişlerdir. Üretim alanlarını başka bölgelere kaydırma ve “rekabetede bilirlik” üzerindeki kapitalist şantaja, mümkün biricik rasyonel ve etkili yanıt, -örneğin Bangkok’taki ürünlerle fiyat rekabetine girebilmesi için örneğin Paris’te maaş ve sosyal yardım kesintileri yapılması gerektiği iddiası- örgütlü ve etkili uluslararası işçi-sınıfı dayanışmasıdır. Şimdi Kuzey’in ve Güney’in işçilerinin çıkarlarının gerçekte nnasıl da çakıştığı, geçmişe oranla çok daha açık bir şekilde ortada: Güney Asya’daki işçilerin maaşlarındaki artış, Avrupalı işçileri doğrudan ilgilendiriyor; köylülerin ve yerli halkların Brezilya yağmur ormanlarını sınai-tarım şirketlerinin yıkıcı saldırılarından koruma mücadelesi, Amerikalı çevreciler için çok önemli; neo-liberalizmin reddi bütün ülkelerdeki sendikal hareketlerin ve halk hareketlerinin ortak paydası. Böyle bir çok başka örnek verilebilir.
Burada ne tür bir enternasyonalizm söz konusu? Blokların ve “rehber devletler”in -SSCB, Çin, Arnavutluk- hizmetindeki sahte “enternasyonalizm” öldü ve gömüldü. Bu entemasyonalizm, dar kafalı ulusal bürokrasilerin, kendi ulusal devletleri her ne politika izliyorsa onun üstünü örtmelerinin aracıydı. Geçmiş enternasyonalist geleneklerin en iyilerini de koruyacak yeni bir başlangıcın zamanı gelmiştir.
Bütün devletlerden bağımsız yeni bir enternasyonalizmin tohumları şurada burada görülmeye başlandı. Militan sendikacılar, sol-kanat sosyalistler, Stalincilikten kopmuş komünistler, dogmatik olmayan Troçkistler, sekter olmayan anarşistler, proleter entemasyonalist geleneği yenilemenin yollarını arıyorlar. Her ne kadar halen tek bir bölgeyle sınırlı olsa da, değetli bir inisiyatif, Latin Amerika solunun başlıca güçleri arasında bir tanışma ve ortak eylem arenası olarak 1990’da kurulan ve amaçları neoliberalizme karşı savaşmak ve halkın büyük çoğunluğunun çıkatlarına ve ihtiyaçlarına hizmet edecek ileriye doğru yeni yollar aramak olan, Sao Paolo Forumu’dur.
Feminizm ve çevrecilik gibi küresel bir perspektife sahip toplumsal hareketlerde, ırkçılık karşıtı hareketlerde, kurtuluş teolojisinde, insan haklarına ve 3. Dünya’yla dayanışmaya adanmış derneklerde yeni enternasyonalist duygular eşanlı görünütleşmektedir. Bütün bu akımlar, hiç değilse varolma meziyetine sahip olsa da, Sosyalist Enternasyonal gibi kurulu düzenle fazla uzlaşmış kurumlarla tatmin olmaktan oldukça uzaklar.
Bu eğilimlerin en aktif temsilcilerinden bir grup, gezegenin Kuzeyinden ve Güneyinden, birlik ve kardeşlik ruhuyla, 1996’da Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu -yereli (Chiapas yerli halkının savaşı), ulusalı (Meksika’da demokrasi savaşı) ve uluslararasını (neoliberalizme karşı küresel savaş) orijinal ve başarılı bir şekilde biraraya getirmeyi başarmış olan devrimci bir hareket- sayesinde Chiapas dağlarında, İnsanlık İçin ve Neo-libtralizme Karşı Galaksilerarası Konferans’ta biraraya geldiler.
Kapitalist küreselleşmeye karşı yürütülen dünya çapındaki bu savaşta, dünya ekonomisine hakim endüstrileşmiş ileri ülkelerdeki savaşımların tayin edici bir rol oynadığı ortada. Kapitalist sistemin tam “merkez”ine vurmadan uluslararası güçler dengesinde köklü bir değişim yaratmak imkansızdır. ABD’de mücadeleci sendikaların yeniden doğuşu cesaret verici, ancak neo-liberalizme direnen en güçlü hareketleri gördüğümüz yer -her ne kadar kıta-çapında bir koordinasyonu henüz oluşturmak durumunda olsalar da- Avrupa’
dır.
Proleter enternasyonalizminin sosyalist, anti-kapitalist ve anti-emperyalist geleneğinin yenilenmesi ile yeni toplumsal hareketlerin evrenselci, hümanist, özgürlükçü, çevreci, feminist ve demokratik özlemlerinin kaynaşması, 21.yüzyıl enternasyonalizmini ortaya çıkarabilir ve çıkaracakrır da.
——————————————————————————–
Kaynak
Montly Rewiev. Kasım, 1998
Dipnotlar
1 Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Elestirisine Bir Katkı, Paris 1971. sf.81
2 Marks ve Engels, Komünist Manifesto (New York: Monthly Review, 1998), sf.21-22
3 Age., sf.22.
4 Manifesto, sf. 22.
5 Manifesto, sf. 40. Manifesto’daki bu iddia, birkaç satır ileride, yazarların ulusal karşıtlıkların sonlanmasını kapitalizmin son bulmasına bağlar göründükleri yerde çürütülür. “Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da bir ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karsıtlığıyla birlikte, ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düser..”
6 Burada Daniel Bensaid’in dikkate değer kiıabındaki analizlerden yararlanıyorum: Le Pari Melancollque [Melankolik Ücretli] (Paris, Fayard, 1997)
7 Manifesto, sf.21.
8 Age., sf.31.
9 Age., sf.25
10 Age., sf.20.
11 Duvarın düşüşünden sekiz yıl sonra, Almanların kendileri bu konuda ne düşünüyor? “Bugün, sınıf mücadelesinin modası geçmiştir, işverenler ve isçiler birbirleriyle ortaklar şeklinde ilişki kurmalıdır” görüşüne mi inanıyorlar, yoksa bilakis “sınıf savaşından bahsetmek yerindedir. Esasen, işverenler ve isçiler tamamen uyuşmaz çıkarlara sahiptirler” diye mi düşünüyorlar? İşte, Marksizme sempatiyle suçlanamayacak bir gazete olan Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından 10 Aralık 1997’de yayımlanan ilginç bir anket. 198o’de Batı Alman vatandaşlarının %58 kadarı ilk cevabı vermişken, ikincisini verenler %25’de kalmıstı. 1997’ye gelindiğinde denge tersine döndü. %41 kadarı hala sınıf savaşını modası geçmis bir şey olarak düşünmeye devam ederken, bu kes %44’ü onun gündemde olduğunu düsünüyordu. Eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde, -yani Berlin Duvarı’nı bizzat yıkan insanlar arasında- çoğunluk çarpıcı şekilde daha berraktır: %58 sınıf mücadelesi taraftarı, %26 karşıtı! (karşılaştırınız, Le Monde Diplomatique, sayı sf.6, Ocak 1998, sf.8)
12 Marks ve Engels, Alman ideoloiisi, Paris, Editions Sociales, 1968, sf.67.