Önemli olan, gerek çekilen sıkıntıların varılacak hedefe, gerekse bu sıkıntıların toplumsal dağılımının hakkaniyete uygun olup olmadığıdır. Bu iki koşulun belirli ölçüde sağlanmış olması halinde sorun kalmaz. Zira, her doğum sancılıdır. Ancak, öyle gözüküyor ki, her iki konuda da ciddi rahatsızlıklar söz konusudur. IMF’nin Türkiye’yi “adam etme” görüntüsü altında yapmış olduğu dayatmaların ve bunlara dayanılarak gerçekleştirilen […]
Önemli olan, gerek çekilen sıkıntıların varılacak hedefe, gerekse bu sıkıntıların toplumsal dağılımının hakkaniyete uygun olup olmadığıdır. Bu iki koşulun belirli ölçüde sağlanmış olması halinde sorun kalmaz. Zira, her doğum sancılıdır. Ancak, öyle gözüküyor ki, her iki konuda da ciddi rahatsızlıklar söz konusudur. IMF’nin Türkiye’yi “adam etme” görüntüsü altında yapmış olduğu dayatmaların ve bunlara dayanılarak gerçekleştirilen uygulamaların birçoğunda bu tür sıkıntılar yaşanmaktadır. Binbir bahane ile çıkarılan yasaların yaşanan ekonomik krizle doğrudan ilgisinin bulunmaması bir yana, bunların oluşturduğu maliyetlerin toplumdaki dağılımı da oldukça adaletsiz gerçekleşmektedir. Bugün bunlardan sadece ikisinden, Petrol Piyasası Yasa Tasarısı ile YÖK Yasa Tasarısı’ndan kısaca söz etmek istiyorum.
IMF’nin dayatmalarıyla birçok yasa tasarısı, bu arada da, Elektrik, Doğalgaz ve Petrol Piyasası ile ilgili yasa tasarıları da gündeme geldi. Batı sermayesi zor durumdaki ekonomilere iki koldan saldırıya geçmektedir. Ekonomik sıkıntı içinde olan ülkelere IMF kanalı ile önemli olmayan miktarlarda nakit yardımı karşılığında, bu ekonomilerde devletin küçültülmesi, piyasaların serbestleştirilmesi ve özelleştirme/yabancılaştırma dayatmaları yapılmaktadır. Çevresel konumlu ekonomilerde uygulanan serbestleştirme merkez sermayeye piyasa, özelleştirme/yabancılaştırma ise özsermaye yatırım alanı sağlamaktadır. Böylece, merkez sermaye kendisine hem yeni yatırım alanları hem de piyasa alanı açmış olmaktadır. TEKEL ve tütün, şeker, doğalgaz, telekomünikasyon, tarıma destek alanlarında tasarlanan ya da gerçekleştirilen değişiklikler hep aynı amaca yöneliktir.
Petrol Piyasası Yasa Tasarısı, dağıtım şirketi ve bayi zincirinden mahrum bırakılan yerli rafinerileri, ithal olanağı olan ve yatay ve dikey entegrasyon yapılarına sahip uluslararası firmalarla anlamsız ve haksız rekabete sokarak dış yatırımcılara tatlı bir rant alanı oluşturmaya yönelik görülmektedir. Rafinerilerin öncelikle yerli petrol alımı zorunluluğunu kaldıran, rafinerilere dağıtım şirketi ve bayilik kurma yasağı getiren tasarının amacı, ulusal çıkarlar açısından anlaşılır gibi değildir. 1954 yılından beri, yasalar çerçevesinde her türlü kolaylığa sahip olmuş olan yabancı kuruluşlara ilave avantaj sağlanmasının amacı açıkça görülmektedir.
Günümüz ekonomik koşulları altında önemi yüksek olan petrolün üretim, ithalat ve dağıtımının bu denli yabancı dev kuruluşlara teslimi ulusal çıkarlarla bağlantılı görülemez. Maalesef, bu kabus tasarısı, dış dayatmalarla yasalaşıp Türkiye’nin ekonomik teslimiyetinde önemli bir basamağı oluşturacaktır. Siyasiler, iktidarı ve muhalefetiyle, sorumluluktan kurtulamayacaktır!
İkinci kabus yasa tasarısı ise, doğrudan IMF politikaları ile ilgili görülmese de, devletin küçültülmesi ve üniversitelerin toplumuna yabancılaştırılması açılarından ilgi alanımıza girmektedir. Sadece birkaç madde bile tasarının ruhunu anlamaya yeter. Özel veya tüzel bir kişi tarafından üniversitede “araştırma profesörü” olarak istihdam edilerek normal maaşının altı katına kadar gelir elde eden bir profesör bağımsız olabilir mi, bu profesör neyi araştırır! Sermayeler arasındaki yoğun teknoloji savaşında bir adım öne çıkabilmek için üniversite profesörünü kiralayan sermayenin şeffaf bir ortamda rekabet koşulları içinde faaliyet göstereceği düşünülebilir mi! Her profesörün de bu statüye geçme olasılığının bulunduğu bir ortamda, profesörler nasıl bir ruh haline sahip olurlar ki!
Gelir dağılımının bu derece bozuk olduğu ve eleman yetiştirmenin bu derece elzem olduğu bir ortamda, katkı paylarının inanılmaz düzeye çıkartılmasıyla, üniversite hizmetinin kimlere sunulması amaçlanmaktadır ki!
Zaten inanılmaz güç ve yetki ile donatılmış olan rektörlük makamının emrine bir de “işletme hesabı” adı altında büyük bir para havuzu vermenin nasıl bir işlevi ve amacı olabilir ki! Bazı yatırım kalemleri de dahil olarak hemen tüm harcamaların karşılanacağı böyle bir hesaba, üniversiteyi tam bir ticarethaneye dönüştürerek kaynak sağlama yöntemi ile bilimsel özerklik nasıl bağdaşır ki!
Bu tasarı üniversite kurumuna doğrudan, topluma da dolaylı bir saldırıdır. Bu tasarı ile kamu üniversiteleri de, peçelenmiş olarak, vakıf kurumlarına dönüştürülmektedir. 1982’den beri adım adım sistemini oturtan ve içine giren tüm dokuları eriten YÖK’ün bu son darbesine mutlaka karşı çıkılmalıdır. Bu saldırı, kurum olarak, üniversiteyi hedef aldığından, bir araya gelen üniversitelerin, senatoları ya da yetkili karar organları eliyle bu saldırıya karşı çıkma kararı almaları ve bunu kamuoyuna duyurmaları kaçınılmazdır. YÖK üyeleri ve siyasiler sorumluluktan kurtulamayacaktır!