Derin resesyon ABD ekonomisinin resmen kabul edilenden çok daha derin bir resesyona girdiğini aylardıryazıyoruz. Geçen hafta ABD’de Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu ekonominin marttan bu yana resesyonda olduğunu resmen açıkladı. Başkan Bush ”ekonominin durumundan çok endişeli olduğunu” söyledi. Financial Times (30/11 ), iyimserlerin beklentilerine katılmayarak ekonomik toparlanmanın henüz gündemde olmadığını vurguladı. Bear Sterns’in başekonomisti David Brown’a […]
Derin resesyon
ABD ekonomisinin resmen kabul edilenden çok daha derin bir resesyona girdiğini aylardıryazıyoruz. Geçen hafta ABD’de Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu ekonominin marttan bu yana resesyonda olduğunu resmen açıkladı. Başkan Bush ”ekonominin durumundan çok endişeli olduğunu” söyledi. Financial Times (30/11 ), iyimserlerin beklentilerine katılmayarak ekonomik toparlanmanın henüz gündemde olmadığını vurguladı. Bear Sterns’in başekonomisti David Brown’a göre de bu son veriler ”uzatılmış bir U biçimli resesyonla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu” ve ”2003 yılından önce bir ekonomik toparlanma beklenmemeliydi” (The Guardian 01/12).
Geçen hafta, ABD’nin enerji sektörünün dev şirketlerinden Enron battı. Fortune 500 listesinde yedinci sırada yer alan Enron’un hisselerinin işlem hacmi, ABD ve Avrupa borsalarındaki enerji sektörü işlemlerinin yüzde 25’ini oluşturuyordu. Enron 40 ülkede faaliyet gösteren, 21.000’den fazla işçi çalıştıran bir devdi (Financial Times 30/11 ). 1990’larda, küreselleşme furyasında, hızla büyüyen Enron’un iflasının etkileri şimdi hızla ABD ve Avrupa bankacılık, sigortacılık sektöründe yayılıyor. Morgan Stanley Dean Witter’in analistlerine göre, bu iflasın sigorta sektörüne yükü 2 milyar doları bulacak (Wall Street Journal 30/11 ).
Enron gibi dev bir şirketin çöküşü, sırada başka ”kazaların” da olabileceğini düşündürüyor. Geçen hafta gazeteler, yine tasarrufçunun Arjantin bankalarından kaçmaya başladığını ve hükümetin güven tazeleme girişimlerinin sonuç vermediğini bildiriyorlardı. Aylardır bekleniyor olmasına karşın Arjantin’den gelecek bir iflas haberi ”kaza” olasılıklarını daha da güçlendirecektir.
Savaş ve katliam
Bu görüntü, terorizme karşı sürekli bir uluslararası savaş aracılığıyla yeni bir dünya düzeni kurmak için atağa kalkmış olan ABD için hiç iyi haber değil. Tabii dünyanın geri kalanı için de… Bir hegemonyacı devlet, ne kadar güçlü bir ekonomiye dayanıyorsa, dayatmak istediği düzeni, o kadar az maliyetle, şiddete o kadar az başvurarak kurabilir. Ekonomik gücü, ihtiraslarına uygun olmayan bir hegemonyacı gücün atağı ise hiç umulmadık bir anda, iktidarsız bir psikopatın, düş kırıklığının acısını seri cinayetlerle dindirmeye kalkmasına benzer bir durumu uluslararası düzlemde kolaylıkla yaratabilir. Afganistan savaşının bu yönde bir dönüşüme girdiğine ilişkin işaretler artıyor.
Önceki hafta The Independent muhabiri Mezar-ı Şerif’in alınması sırasında, bir Kuzey İttifakı komutanının 520 Taleban tutsağın katledildiğini kabul ettiğini bildirmişti (16/11). Geçen hafta Cenk Kalesi’nde bizzat ABD ve İngiliz güçlerinin katılımıyla Kızıl Haç’a göre 700 (The Guardian 29/11), The News International’a (Pakistan) göre 800 ”yabanCı” Taleban savaş tutsağı katledildi. Aynı günlerde Güney Afganistan’ın Taktel Poh kentinde Gül Ağa adlı komutanın güçleri ABD ve İngiliz askeri görevlilerinin gözleri önünde 160 Talebancı savaş tutsağını infaz ettiler, çeşitli gözlemcilerin aktardığı gibi bu katliamlarda, ölenlerin önemli bir kısmının ellerinin arkadan bağlı olması, savaş tutsaklarının ”isyanının”, aşırı bir güçle, ABD uçaklarının bomba ve roketleriyle, ABD-İngiltere özel timlerinin yönetiminde açılan ateşle imha edilmeleri, bu bağlamda Uluslararası Af örgütünün gündeme getirdiği bir seri soru, Cenevre Anlaşması’nın ABD ve ingiltere tarafından ihlal edildiğini, ortada bir savaş suçu olduğunu gösteriyor. Zaten daha önce Rumsfeld “Yabancı Taleban savaşçılarının Afganistan’dan kaçmalarındansa öldürülmelerini tercih ettiğini” söylememiş miydi? Şimdi Cenk Kalesi katliamının rastlantı olduğu söylenebilir mi?
Arsız propaganda ve siyasi gericilik
Tüm dünya bu katliamı konuşurken Washington Post başyazısında, olup bitenlerden habersizcesine, ”Afganistan seferi şu ana kadar insani açıdan tam bir başarı hikayesidir” (01/12) diye yazabiliyor, tüm ABD medyası, kalede katledilen 700 savaş esirini boşverip, olayı başlatan provokasyonun parçası bir CIA uzmanının ölümü üzerinden ”şehit edebiyatıyla”, şovenizm ateşine benzin döküyordu. Buraya kadar özetlediğim resmin, bir siyasi gericilik dalgasıyla örtüşmesi ise artık doğası gereğiydi.
ABD’de yönetime gelenlerin, silah sanayiine, eneji, kimya sektörlerine(dev tekellere), Pentagon çevrelerine doğrudan bağlı, çoğu ”soğuk savaş” kalıntısı, aşırı dinci kesimle yakın ilişkili kadrolar olduğuna, bu kadronun Clinton’a karşı uzun bir karalama kampanyasından sonra yönetime ”yasal bir darbeyle” el koyduğuna daha önce değinmiştik. Bu yönetim, ABD hukuk sisteminin başına Hıristiyan sağının önemli isimlerinden, John Ashcroft’u getirdi. Ashcroft, ”Bizde kral (lider, başkan vb.. -E.Y.) yok, İsa var” demeciyle, Yüksek Hakimler Kurulu’na aday bir siyahın atanmasına, eşcinsellere, kürtaja karşı görüşleriyle, köleciliği, iç savaştaki Güneyli generalleri savunan ifadeleriyle büyük tepki çekiyordu (New York Times 25/11).
Tüm bunlara rağmen Ashcroft’u atayan Bush yönetimi, terorizme karşı Patriot Act (yurtseverlik yasası -yasanın ardındaki sözcük aynı zamanda aşırı sağcı milislerin kod sözcüğüdür) adında, ABD’de özgürlükleri, yabancıların da haklarını bugüne kadar görülmemiş ölçüde kısıtlayan bir yasa çıkarttı. Bu yasa başsavcıya yani Ashcroft’a, yabancıları salt şüphe üzerine süresiz tukuklama, onlara ABD anayasanın haklarını tanımama, tutuklananların adlarını, sayılarını açıklamama, tutuklularla avukatları arasında özel konuşmaları gizlice Kaydetme yetkisi veriyor. Kimi yerel polis örgütleri, bu yasayı ırk ayrımcılığı olarak görüp uygulamak istemeyince, gündeme “ordunun yerel polis görevlerini üstlenmesini engelleyen yasanın kalkması” geliyor. Yine geçen hafta New York Times, Ashcroft’un, FBI’nın siyasi(!) ve dini gruplara yönelik casusluk yetkilerini genişletmek istediğini bildiriyordu. Bu yetkiler daha önce siyasi istismara yol açtığı için sınırlandırılmıştı. CIA’ya uluslararası suikast yapma yetkisi veren Bush yönetimi, Robert Fisk’in deyimiyle “Resmi ölüm mangaları” da kurmuş oluyordu. Orduya terorizm zanlılarını dünyanın neresinde olursa olsun kaldırıp, getirip gizli mahkemelerde yargılama ve infaz etme yetkisi veriliyordu. Tabii kimin terorizm zanlısı olduğunu saptamak da Başsavcı’nın işiydi. Bunlar olurken geçen hafta vurguladığımız gibi Bush yönetimi, sigorta, havacılık sektörüne General Motors gibi otomotiv şirketlerine milyarlarca dolar transfer ediyor (Düzeltme: Geçen hafta 800 milyar olarak basılan yardım aslında 800 milyon olacak) ama işsiz kalanları görmüyordu bile…
Tüm bunlar aklıma, 1930’larda üretilen “tekelci sermayenin en baskıcı ve gerici yönetimi…” diye başlayan malum (ama çok tartışmalı) bir betimlemeyi getiriyor… Hadi yorumda “kantarın topuzunu” kaçırmayalım ama, nereden bakarsanız bakın Prens Hamlet’in dediği gibi “Danimarka prensliğinde çürüyen bir şeyler var” ve çok kötü kokuyorlar.