Oysa yeni haftaya girilmesiyle birlikte, son dönemin gelişmeleri ışığında, Türkiye’nin yeni dönem profilini belirleyecek olan uluslararası çatışma ve pazarlık atmosferi birden kızıştı. Balkanlar’ın ardından Ortadoğu ve Avrasya’daki enerji havzasının paylaşımına dönük taşlar döşenmeye başlarken, Türkiye’nin bölgedeki Amerikan gücünü taşıyan (ekonomik değil ama askeri-siyasi açıdan) pivot ülke pozisyonuna doğru adım adım ittirilmesine dönük senaryonun ağırlık kazandığı […]
Oysa yeni haftaya girilmesiyle birlikte, son dönemin gelişmeleri ışığında, Türkiye’nin yeni dönem profilini belirleyecek olan uluslararası çatışma ve pazarlık atmosferi birden kızıştı. Balkanlar’ın ardından Ortadoğu ve Avrasya’daki enerji havzasının paylaşımına dönük taşlar döşenmeye başlarken, Türkiye’nin bölgedeki Amerikan gücünü taşıyan (ekonomik değil ama askeri-siyasi açıdan) pivot ülke pozisyonuna doğru adım adım ittirilmesine dönük senaryonun ağırlık kazandığı belirginleşti. Ekonomik kriz cenderesinde pazarlık gücünü iyice yitirerek Amerikan hegemonyasına iyice giren Türkiye için, bu hafta AB ile ilişkilerin dönüm noktasını oluşturacak sorunlarla boğuşmakla geçti. Kıbrıs ve AGSP sürecine ilişkin Ankara bir taraftan ABD-İngiltere-Türkiye arasında toplantılara diğer taraftan ise Belçika Başbakanı Verhofstadt’ın ziyaretine ev sahipliği yaparken, Alman Parlamenter Daniel Cohn Bendit’in açık, şiddetli, tehditkar çıkışına tanıklık etti. Aynı gece yapılan MGK toplantısında ise tüm bu dış sorunlar ve bunlar ışığında iç gelişmeler masaya yatırıldı, toplantının konusunu bu gelişmelere verilecek yön oluşturdu. Toplantı öncesinde, HADEP’in Güneydoğu’da büyüdüğü ve bu durumun MGK toplantısında masaya yatırılacağının manşetlere taşınmasından, Irak’a müdahalenin sadece Irak’ta PKK varlığını ortadan kaldırmakla sınırlı kalmayacağı bunun Türkiye içine de yansıyacağı anlaşılmaktaydı. Bu sürecin etkilerinin sadece PKK ile sınırlı kalmayacağı, giderek ilerici Kürt dinamiklerini tasfiyeyi hedefleyeceği ve daha da ötesi çok daha geniş bir yelpazeye yayılacağı sezilmeye başladı.
Nitekim, TÜSİAD’ın Kıbrıs konusunda Denktaş politikalarını eleştiren çıkışının ardından geniş bir karşı cephenin TÜSİAD’ı “ver-kurtulculukla” suçlaması, egemenler zemininde derin bir yarılmanın belirginleştiğini ve yeni tasfiye hazırlıklarını gözler önüne serdi. Yeni “2. Cumhuriyetçiler” muamelesi göreceği anlaşılan bu AB’ci kanadın siyasi temsilini ANAP yaparken; sermaye içi desteğini TÜSİAD bünyesindeki en büyüklerin bir gömlek altında ve AB ile sıkı ekonomik ilişki içindeki büyük sermaye çevreleri veriyor, toplumsal muhalefet içindeki kitle tabanını ise Kürt muhalefeti oluşturuyor.
Ordunun başını çektiği ve her tüden ulusalcı-milliyetçi gücün yeraldığı, derin devletin çekirdeğini oluşturan belirleyici siyasal ittifak ise, artan bir reaksiyonerlikle kesif bir Amerikancılığa boğulmaktadır. Adeta ulusalcılık eşittir Amerikancılık; ulusal çıkarlar eşittir Amerikan çıkarları haline dönüşmüş durumdadır. AB’ye karşı bu ulusalcı egemen cephe içindeki reaksiyonerliği çok iyi kullanan Amerika, bir yandan Türkiye’ye Kıbrıs ve AGSP konusunda cesaret verirken, diğer yandan da AB-Türkiye ilişkilerinde arabuluculuğa soyunmaktadır. Böylece ekonomik olarak çaresiz durumdaki Türkiye’yi bir yandan Irak’ta etkili bir askeri ve garantör güç olarak kullanmanın zemini oluşurken, diğer yandan da AGSP ve özellikle de Kıbrıs konusunda ABD’nin de doğrudan dahil olup, Kıbrıs’ın AB’ye terkedilmeyerek, ABD’nin de askeri üs olarak kullanabileceği, bir dizi ara çözüm zemini hazırlanmaktadır.
Egemenler cenahında geçen ve siyasal arenanın neredeyse tümünü kaplayan bu Amerikancı-AB’ci kapışmasına alternatif bir güç olarak çıkması icab eden Emek Cephesi ise, şimdilik yakasını bir türlü Türk-İş’in ağırlığından kurtaramıyor ve bu nedenle kan kaybetmeye devam ediyor. Kasım başında Bayram Meral üç nedenle köpürmekteydi: 1- Tasarruf paketinin en çok başta Yol-İş olmak üzere (80 bin üyeden 20 bine) tüm Türk-İş’i (500 bin üyeden 250 bine) vurması 2- Tasarruf paketinin bugün açıklanmayıp zamanla gündeme sokulacak olan bir dizi başka “şer” maddeler içermesi, 3- Derin devletin yaşanılan kritik manevralar esnasında koalisyon ortaklarının ayak sürümesinin önüne geçecek bir ön -sıkıştırmanın gereği olarak çalışanların ve halkın tepkisi “kontrol dahilinde” yükseliyormuş gibi gösterilmek istenmesi. Türk-İş’in ilk iki madde ile ilgili pazarlıkta “şimdilik bilinmeyen” katlanabileceği bir mesafe katettiği geçtiğimiz günlerde Ecevit’in ağzından “işçilerin mağdur edilmeyeceği” yollu açıklamayla anlaşıldı. Üçüncü madde ile ilgili olarak da sonuç alınmış olmalı ki (hükümet ortakları süt dökmüş kedi kadar sakin gelişmeleri izlemekle meşguller), Türk-İş ipe un sererek Emek Platformu’nun programının içeriğini boşalttı. Önce 1 Aralık’taki tüm Türkiye’den katılımla gerçekleştirilecek Ankara mitingini tüm iller diye çevirttirdi, ardından bunu da boşluğa düşürdü ve 1 Aralık’ı belirsizlik içinde geçiştirilecek bir sıra savma eylemine dönüştürdü. Böylelikle Emek Cephesi’ndeki hareketlenme çabalarının önü bir kez daha kesildi. Üye kaydına gömülmüş olan ve üstüne gelen çığın farkında değilmiş gibi davranan KESK de bu gelişmeyi ufak bir protestoyla geçiştirmekle yetineceğe benzemekte.
Bu gelişmelere bakılırsa, ülke içinde kısa vadede ulusalcı-Amerikancı güçlerin ilk birkaç raundu kazanacakları görülmektedir. Olası bir seçimin, Irak’taki gelişmelerin seyrine göre belirleneceği açıklık kazanmıştır. Ancak içte ve dışta sorunlar had safhada birikmekte iktidarın bileşimi hiç olmadığı kadar daralmaktadır. Benzer bir durum Türkiye için kaderini teslim ettiği ABD için de geçerlidir. Gerek Türkiye’de gerekse de ABD’de iktidarlar aşırı zorlama içerisine girmekte ve giderek kırılgan bir yapıya sahip olmaktadır. Toplumsal muhalefeti 90’lardan bugüne sürükleyen tüm unsurlar da bu zorlamalar karşısında erimektedir. Yaşadığımız dönem toplumsal muhalefetin kimyasında da önemli değişim dinamiklerini mayalamaktadır.