Dünya ekonomisindeki durgunluk ve kriz beklentileri ile ünlü spekülatör Soros’un deyimiyle bu kuyunun dibine vurmuşluk koşullarında gerçekleşen 2002 bütçe tasarısı, yine sadece bir borç ödeme bütçesi niteliğini taşıyor. Yatırım ve üretimin durma noktasına geldiği ekonomide ödenecek faiz ve borç kalemlerinin 98 katrilyon TL’yi bulması ve öngörülen gelirlerin 71 katrilyon TL olması durumu yeterince açıklıyor.2002 yılında […]
Dünya ekonomisindeki durgunluk ve kriz beklentileri ile ünlü spekülatör Soros’un deyimiyle bu kuyunun dibine vurmuşluk koşullarında gerçekleşen 2002 bütçe tasarısı, yine sadece bir borç ödeme bütçesi niteliğini taşıyor. Yatırım ve üretimin durma noktasına geldiği ekonomide ödenecek faiz ve borç kalemlerinin 98 katrilyon TL’yi bulması ve öngörülen gelirlerin 71 katrilyon TL olması durumu yeterince açıklıyor.2002 yılında öngörülen gelirlerin de iç talebin genişlediği ve büyümenin de % 4 oranında gerçekleştiği koşullara göre hesaplandığı düşünüldüğünde önümüzdeki yılın ekonomi açısından olumlu bir yıl olacağına dair beklentilerin nasıl bir ham hayal olduğu daha iyi anlaşılıyor. ABD ekonomisindeki durgunluk ve AB’nin 2002 büyüme hedefini % 2’den % 1’e düşürdüğü koşullarda bu gelir ve büyüme hedeflerinin gerçekleşmesi zaten beklenmemelidir. Ardından Çalışma Bakanı Y. Okuyan’ın bütçenin gider kısmındaki kıdem tazminatları ve resen emekliliğe ilişkin kalemlerini hiç hesaba katmayı düşünmediğini, bunları görmezden gelmek zorunda olmalarını açıklaması tablonun vehametini daha da artırmakta. Savaş atmosferinin yaratacağı askeri harcamaların da olağanüstü rakamlara erişerek gider hanesine yazılması, ekonominin kaderinin emperyalist kredi ve aracı kurumlarına havale edildiğinin bir göstergesi olarak algılanmalıdır.
Ekonominin Ecevit’in deyimiyle külliyatlı bir ‘dış kaynağa’ ihtiyacı olduğunun açıklanması gözlerin, kaynağı aktaracak emperyalist ülkelere, G-7’lere çevrilmesine yol açtı. Ancak durum burda da pek kolay görünmüyor. Geçen hafta AB dönem başkanı Belçika Dışişleri Bakanı Lui Michel, Ankara’nın politikalarının Avrupa’nın savunma kimliğini geliştirme stratejisi yönünde önemli bir engel teşkil ettiğini açıklaması ve yapılacak olan toplantıya üye ve aday ülkelerden sadece Türkiye’nin çağrılmaması egemenler üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. Bunun üzerine ABD büyükelçisi Pearson, arabuluculuk için hemen Brüksel’e gitti. Bu gelişmeler büyük bir iştah ve gürültüyle yapılan anayasa değişiklikleri balonunun havasını bir anda söndürdü. Giderek daha çok ABD’nin kucağına oturduğumuzu ortaya koyan bu gelişmelere paralel bir başka önemli gelişme de ABD’nin daha çok tavize karşılık daha az para politikasının yeni bir aşamaya girmesiydi. Savaşın ardından Afganistan’da konuşlandırılması düşünülen gücün tüm merkezi ağırlığının Türkiye’ye yüklenmesi projesi egemenler tarafından anında kabul gördü. Bu iki gelişme, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin emperyalistler tarafından bir koz olarak sonuna kadar kullanılacağını bir kez daha doğruladı. Önceki gündem yazılarımızda da öngördüğümüz üzere, emperyalistlerin TC’yi, vereceği ek yardım ve kredilerle sürekli elde tutmaya çalışacağı ancak bu yardımların ekonomiyi rayına sokma amacını taşımayarak varolan ekonomik krizin sürmesini sağlayarak, tabir-i caizse ‘öldürmeyip süründürme’ anlamını taşıyacaktır.
Geçen hafta yine alışılageldiği üzere piyasaları dalgalandıran haber ise, Derviş’in istifa söylentileri oldu ve bir kaç ay öncesine kadar akıllardan bile geçirilmeyen bu ihtimal, artık hiç yadırganmadan yaygınlaşabildi. Hemen bunun üzerine, bu hafta Derviş, her şeyin çözüleceği önemli bir dönemece girildiğini ve dış kaynak sorununun çözüleceği ‘müjdesini’ verdi ve borsa yükseldi. Ancak önümüzdeki günlerde ortaya sunulması olası pembe tabloların etkisinin, emperyalistlerin ‘süründürme’ politikaları nedeniyle fazla uzun sürmesi beklenmemelidir. Bu gelişmeler de gösteriyor ki; umut olarak sunulanların siyasal ömrü bu gelgitler arasında çok uzun süremez ve ekonomik-siyasal kriz daha bir dizi Derviş’i getirir, götürür.
2002 yılına şimdiden net görülebilen 27 katrilyon TL açık ile devreden ekonomi, tüm krizin faturasının yine kamuda çalışan personele kesileceğini gösteriyor. Geçen haftanın önemli gelişmelerinden birini oluşturan kamu işçilerinin kıdem tazminatları ve ikramiyelerinin tırpanlanması konusu bu durumun bir habercisidir. Ayrıca kamu emekçilerinin önemli bir kısmının zorunlu emeklilik yoluyla tasfiye edilmesi, sözleşmeli statüye geçirilmeleri ve DPT bünyesinde oluşturulan kamu personeli havuzunda fiilen açığa almanın yürürlüğe sokulması da yine gündemde. Aylar öncesinden belli olan planın (Bkz. Belgeler Arşivi: Kamuda Tasfiye Planı.) önümüzdeki yıl büyük ölçüde hayata geçirilmesi mevcut kamu personeli yapısını baştan aşağı değiştirecektir. Aslında ücretlerin erimesi anlamına gelen % 10’luk memur zammı ise krizin kurbanının büyük oranda kamu personeli olacağını gösteriyor. Türk-İş’in bu duruma karşı genel grev söylemini kullanması ve DİSK’in uzun süredir hazırlığını sürdürdüğü 9 Kasım eylemine ilişkin hareketlilikler ve son olarak da Emek Platformu’nun DİSK yürüyüşünü destekleme, bir büyük Ankara mitingi düzenleme ve gerekirse genel greve gitme kararları emek cephesinde bir kıpırdanmayı gösteriyor. İktidarın emekçilere yönelik bu kıskaç harekatının tabanın da zorlamasıyla sendikal yapıları belli bir hareketliliğe sevkedeceği görülmekle birlikte bugünden yarına sonuç alıcı bir tarzı yakalayacağı beklenmemelidir. Zira mevcut sendikal yapıların bu gürlemeleri ve kıpırdanma işaretleri, iktidar karşısında kendi konumlarını korumaya dönük manevralar olarak anlaşılmalıdır. Buna karşın; geniş kitlelerin mevcut geleneksel sendikal yapılardan giderek umut keserek, yeni bir hareketlenmeye girişmeleri de bu ve benzeri süreçlerden geçerek fiili-militan bir emekçi hareketine yönelimi geliştirecektir.
Geçen hafta önemli dış gelişmeler de dolu dizgin sürdü. Şanghay Zirvesinde,Rusya ve Çin’in ABD karşısında Afganistan’ın geleceği üzerinde ağırlık koyarak ABD operasyonunu BM operasyonuna dönüştürmeleriydi. Bir başka dikkati çeken gelişme de Ortadoğu ile ilgiliydi. Aşırı sağcı Turizm Bakanı FHKC tarafından öldürüldü. Daha önce de bir askeri birliğin içine girerek gerçekleştirilen intihar saldırısının da FHKC tarafından gerçekleştirilmiş olması Ortadoğu’da son 20 yıldır sahnede görünmeyen sol hareketlerin yeniden sahneye çıkışı mı sorusunu akla getirdi. Bu yeni durum, İsrail’e Arafat’a suikastı da içeren yeni bir saldırı ve işgal programını yürürlüğe sokma fırsatını verirken, 70’li yıllardan beri FHKC’nin yeniden yaptığı ilk eylemler olması anlamında da önemli bir olaydı. Turizm Bakanı’nın vurulmasının ardından İsrail tarafından ilan edilen ‘yeni dönem’, ABD’nin Orta Asya’ya yoğunlaşabilmek için bir süre ertelemek istediği Ortadoğu sorununu İsrail’in dayatmalarıyla öncekinden daha yakıcı bir biçimde gündeme getirecek gibi görünmektedir.
Geçen haftanın öne çıkan tüm bu gelişmeleri dünyada yeniden paylaşımların yaşanacağı , sert, çatışmalı ve çalkantılı bir döneme girildiğini göstermektedir. Bu süreçte avanta kopararak krizi atlatmayı ve kendini yeniden bir üst lige sıçratmayı planlayan Türkiye ise hızla daha da zararlı çıkacağı bir konuma sürüklenmektedir. Zira her avantanın bir bedeli olacağı gibi, özellikle bu konjonktürde, yanlış ata oynamanın bedeli ise çok daha ağır olacaktır. Ülkedeki ekonomik kriz egemenlerin uluslararası arenada elini kolunu bağlarken, ülke içerisinde de emekçilere dizginsiz bir saldırı programını yürürlüğe sokma zorunluluğunu dayatmaktadır. Bu durumun mevcut hükümetin ömrünü de etkilemesi olası gelişmelerden biridir. Mevcut koşullardaki emek örgütlülüklerinin sürecin gereklerini göğüslemekten uzak olduğu düşünüldüğünde de, emek har
eketinde tepeden tırmağa bir yenilenme ihtiyacı her zamankinden daha yakıcı bir şekilde kendini dayatmaktadır.