1. ABD emperyalizminin “yıkılmaz” simgelerini sarsan 11 Eylül saldırısı, ezilenlerin anti-emperyalist mücadelesine çok önemli ve yeni bir dizi soru işareti armağan etmişti. ABD’nin Afganistan’ı bombalamaya başlamasıyla birlikte, hiç kuşku yok ki, süreç daha da karmaşık bir biçim alarak ilerlemeye başladı. 90’lı yılları simgeleyen “küreselleşme” sürecinin sarsıcı kriz ve tıkanma noktaları yaşadığı, dünya ekonomisinin derin bir […]
1.
ABD emperyalizminin “yıkılmaz” simgelerini sarsan 11 Eylül saldırısı, ezilenlerin anti-emperyalist mücadelesine çok önemli ve yeni bir dizi soru işareti armağan etmişti. ABD’nin Afganistan’ı bombalamaya başlamasıyla birlikte, hiç kuşku yok ki, süreç daha da karmaşık bir biçim alarak ilerlemeye başladı.
90’lı yılları simgeleyen “küreselleşme” sürecinin sarsıcı kriz ve tıkanma noktaları yaşadığı, dünya ekonomisinin derin bir durgunluğun içine çekildiği, ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında da sürdürmeye çalıştığı hegemonyanın ciddi dağılmalara maruz kaldığı ve küreselleşmenin sonuçlarına karşı uluslararası bir muhalefet dalgasının yaygınlaşmakta olduğu bir dönemde yaşanan bu gelişmelerin emperyalizme karşı mücadelenin geleceğini derinden etkileyecek sonuçlar yaratacağı açıktır.
2.
Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, emperyalizmin ideoloji üretim merkezleri tarafından, eylemin yarattığı ilk şokun ardından ve özellikle de şimdi karşı saldırının başlatılmasıyla birlikte, dünyanın “yeni bir düzen”e geçeceğine dair başlatılmış olan yoğun ideolojik bombardıman, gerçeğin bir kez daha tersyüz edilmesini hedeflemektedir: 1991 Körfez Savaşıyla başlatılan “yeni dünya düzeni”nin neden olduğu yıkıcı karşıt eğilimlerin ve çelişkilerin basıncı altında debelenmekte olan emperyalistler, dünya halklarının zihnini bu kez de “yeniden dünya düzeni”ne geçilmekte olduğu gibi saçmalıklarla meşgul etmektedir. Oysa ABD emperyalizmi tarafından “sermaye ve pazar uygarlığı” adına başlatılmış olan “uzun savaş”ın emperyalist dünya sisteminde yeni bir “düzen”in değil, tersine, eskisinden daha da yoğun bir düzensizlik ve kaotik bir mücadele evresinin simgesi haline geleceği giderek daha da belirginlik kazanmaktadır.
Kuşkusuz bu yeni ve kaotik mücadele evresinin hangi somut biçimler altında ilerleyeceğini saptamak bakımından bugün sadece belli başlı birkaç ipucu mevcuttur. Ancak yine de, 90’ların başında Körfez Savaşı ile başlatılan “yeni düzen” nasıl 10 yıl içinde ciddi gerilim ve tepki biçimleri yarattıysa, emperyalist dünya sistemine “uzun savaş ve kontr-terör” stratejileriyle yeniden biçim kazandırmaya yönelik girişimlerin de çok daha kısa bir zaman içinde yeni ve çok daha patlayıcı gerilim ve istikrarsızlık düğümleri biriktireceği görülmektedir. Gerçekte bugün yaşanan olaylar, emperyalist bir düzenin “imkansızlığının” kanıtı olarak da değerlendirilebilir. Emperyalistlerin yeni ve küresel bir sömürgecilik sistemi inşa etme ve dünyayı bu biçimde yeniden paylaşma girişimleri de bundan böyle her zamankinden daha güçlü bir biçimde, bu “imkansızlığın” sınırları içinde yaşanacaktır.
3.
Bu saptamamızın temelindeki olgu şudur: Emperyalist dünya sistemine, sisteme yeni bir biçimde dahil edilmeye çalışılan geniş bir coğrafya üzerinde odaklanan “uzun savaş” stratejileriyle yeniden biçim verme girişimleri, dünya ve bölge egemen sınıfları arasındaki son derece kırılgan çıkar ittifakları ve çatışmalarına yaslanmaktadır. Emperyalist dünya sisteminin ABD, AB, Rusya, Çin ve Japonya (ve bölge egemen sınıfları) gibi bellibaşlı güç merkezlerinin ilk anda oluşturmuş gibi göründükleri geniş ittifak gerçekte herkesin birbirinin altını oymaya çalıştığı gerilimli bir cepheden ibarettir. Üstelik bu ittifakın en kırılgan noktasını da şu anda yürütülmekte olan operasyonun en etkin güçleri olarak öne çıkan ABD-Rusya ittifakı oluşturmaktadır. Rusya’nın işbirliği, ABD’nin Afganistan’ı, bu ülkenin kendi arka bahçesi saydığı Orta Asya’da daha fazla etkinlik kazanmasını sağlayacak bir sıçrama tahtası olarak kullanma çabalarını engellemeyi amaçlamaktadır. Bugün bölgeye yeni bir düzen getirecekmiş gibi görünen bu işbirliği ise, kendi doğası gereği, çatışmayı Kafkaslar ve Balkanlar’a doğru yayma potansiyeline de sahiptir. Öte yandan ABD’nin Afganistan’a yönelik saldırıyı Filistin sorunu konusunda kalıcı bir denge yaratmaksızın başlatmak zorunda kalmış olması da, Bin Laden’in saldırının hemen adından El Cezire televizyonunda yayınlanan konuşmasının da etkisiyle, hemen ilk anda Arap devletlerini ittifaktan kopartan-uzaklaştıran bir etki yaratmıştır. Başlatılan operasyonun İran ve Hindistan’dan kaynaklanan yeni çatışma alanları ve Pakistan gibi ülkelerde yaşanan politik istikrarsızlığı derinleştirme eğilimlerini de tetiklemeye başladığı; Çin ve AB gibi güçlerin de esas olarak hala, işin orta vadeli sonuçlarını görmeyi bekledikleri hatırlandığında, bölgenin ve dolayısıyla da dünyanın yeni bir “düzen” değil, çok karmaşık yeni bir kriz ve istikrarsızlık evresine girdiği görülmektedir. ABD’nin sürecin sonraki evrelerinde Bosna ve Kosova’da denenmiş olan “esnek işgal” yöntemlerini yürürlüğe koymaya çalışacağı da düşünüldüğünde, Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’ın, yani “Avrasya’nın Balkanları”nın, tıpkı 90’lı yılların Balkanlar’ı gibi, önümüzdeki yılların patlayıcı gerilim odağı haline dönüşeceği görülmektedir.
4.
Bölgede ve dünyada yaşanacak yeni istikrarsızlık evresinin tek failinin emperyalistler ve onların bölgesel ittifakları olmayacağı da açıktır. Bugünün “kontr-terör” tekniklerine dayalı “uzun savaş”ında emperyalizm ve karşıtları arasındaki mücadelenin iki ayrı yüzü kuşkusuz ayrı ayrı vurgulanmayı gerektirmektedir. Bu mücadelenin bir yüzünü, özellikle ABD’nin 90’lı yılların ortalarından itibaren derinleştirmeye çalıştığı “kontr-terör” konseptlerine dayalı faşist baskı ve zor pratiklerini daha yaygın bir sistematik haline getirme çabaları oluşturmaktadır. Emperyalistler cephesini tek bir “terör” tanımı altında birleştirmeyi, varolan bir dizi hak ve özgürlüğü budamayı ve emperyalizm karşıtı hareketleri terörist ilan etmeyi hedefleyen bu girişimler, kuşkusuz emperyalizmin mevcut gelişme aşamasında ulaştığı genel siyasi gericilik dalgasının en sivri uçlarını temsil etmektedir. Bu genel siyasal gericilik dalgasının, özellikle sömürgelerde yürürlükte olan faşist rejimlerin yönetim metodlarının yenilenmesi açısından ciddi bir ilham kaynağı oluşturacağı da açıktır. Bu bakımdan emperyalizmin faşist baskı ve zor yöntemlerine dünya halklarının mücadelesini geriletecek bir etkinlik kazandırmaya çalşıacağı ve yeni “terör” tekniklerinin anti-emperyalist, anti-faşist mücadelenin başlıca konusu haline getirilmesi gerektiği açıktır.
Ancak öte yandan faşist yönetim tekniklerine etkinlik kazandıran esas olgunun da “konseptler” değil, mücadelenin ve toplumsal çatışmanın kendi şiddeti olduğu görülmelidir. Bugün “uzun savaş” kavramlaştırmasıyla dünyaya pazarlanan kontr-terör konseptlerinin mucidi ABD’nin, elindeki bütün etkin teknolojik gözetleme-engelleme vs. araçlarına karşı 11 Eylül saldırısını engelleyememiş olmasının başlıca nedeni de, 90’lı yıllardan bu yana “küre” çapında birikmekte olan toplumsal çatışmanın kendi şiddetinden başkası değildir. 11 Eylül’de, emperyalist dünya sisteminin mevcut yapısı tarafından yaratılmış olan gerek sistem içi gerekse sistem dışı gerilimler, teknolojik engelleme konseptlerinin (doğal olarak varolan) yarıklardan sızmayı başarmıştır. Çok değerli stratejistlerin de vurguladıkları gibi, bugün yaşanmakta olan çatışma emperyalist dünya sisteminin sınıfsal-politik gerilimlerine dayalı “stratejik bir çatışma”dır ve askeri-teknolojik alan, bu stratejik çatışmanın sadece “taktik” bir öğesini oluşturmaktadır. Emperyalistlerin Afganistan
‘a yönelik müdahalesinin yaratacağı yeni politik gerilimlerin, çatışmaların ve dünya ekonomisinin engellenemez nitelikteki yeni durgunlaşma eğiliminin yaratacağı yeni yoksullaşma dalgalarının ışığında bakıldığında, emperyalistlerin tek bir “terör” tanımı altında birleşerek devreye sokacakları yeni engelleme tekniklerinin, bu dinamiklerin harekete geçireceği patlayıcı çatışmaları zaptetmeyi başarıp başaramayacağı, kısacası dünya çapında etkin bir faşist engelleme rejimi yaratıp yaratamayacağı da son derece kuşkuludur.
5.
Emperyalizmle karşıtları arasındaki mücadelenin ayrı ayrı vurguları hakeden bu ikili niteliği, 21. yüzyılın emperyalizmle ezilenler arasında sert bir iktidar mücadelesi dönemi olarak yaşanacağı saptamasını bir kez daha doğrulamaktadır. Bu sert iktidar mücadelesinde ideolojik meşruiyet bakımından ezilenlerden yana bir kaymanın yaşanmakta olduğu da görülmelidir.
Emperyalizmin kendi stratejilerini 90’lı yılların başından farklı olarak hiçbir pozitif gelecek vaadine dayandıramadığı, tersine dünya toplumlarını bir korku tüneline sokmaya dayanan bir saflaştırma yöntemini yürürlüğe sokmak zorunda kaldığı bir dönemde tırmanmaya başlamış olan bu uluslararası yeni iktidar mücadelesi süreci bugün sermayenin ve paranın uygarlığının diğerlerine karşı savaşı biçiminde gelişmekte ve ezilenlerin varolan dünya sisteminden duydukları rahatsızlıkları çok çeşitli ilkel siyasal tepki biçimleriyle ortaya dökmeye başladıkları bir evresinden geçmektedir. ABD egemenliği bu ilkel siyasal tepki biçimlerinin başlıca hedefi haline gelirken, bugüne kadar küreselleşme sürecinin ekonomik sonuçları vurgusuyla gelişmekte olan uluslararası muhalefetin de, bundan böyle 90’lardan bu yana yaşanmakta olan sürecin politik sonuçlarını hedef alır hale geleceği görülmektedir. Bu sürecin bir yönünü Batının küreselleşme karşıtı hareketinin hızla bir savaş karşıtları hareketine dönüşümü oluştururken, öte yandan sistemin asıl yakıcı politik sorunlarının biriktiği Avrasya coğrafyasında patlayan anti-Amerikancı dalga esas olarak bir siyasal islam hareketi olarak gelişecek gibi görünmektedir. Emperyalizmin siyasal islamı bugüne kadarki kullanma biçimindeki bir krize de işaret eden bu durum, aynı zamanda sola anti-emperyalist hareketin öncülü?ü bak?m?ndan ciddi bir rakip de çıkarmaktadır. Dolayısıyla solun bu süreçte ezilenlerin tepkilerinin döküleceği ana politik kanalları yaratma hedefiyle, gerek emperyalist saldırganlık gerekse siyasal islamcı ideolojik egemenlik karşısında çok kararlı, inandırıcı ve istikrarlı bir politik duruş noktası oluşturması gerektiği görülmektedir.
6.
Sürecin ilk adımda Türkiye’ye yönelik ne tür etkilerde bulunacağı konusunda ise aşağıdaki saptamaları yapmak mümkün görünüyor. Son iki yıldır zaten derin bir altüst olma süreci yaşayan egemenler arasındaki siyasal saflaşmalarda 11 Eylül iki ana eğilimi açığa çıkarmaktadır. ANAP tarafından temsil edilmeye çalışılan, sömürgecilik sistemiyle “AB üzerinden ve liberalleşme yoluyla” bütünleşme eğilimi gerilerken, bütünleşmeyi ABD ve savaş kanalıyla gerçekleştirme çizgisi güç kazanmakta; ancak bu noktada da, savaşın Irak’a doğru genişleme ve Kürt sorununu da içerme eğilimi nedeniyle özellikle ordu tarafından temsil edilen temkinlilik çizgisi bir başka siyasal uç yaratmaktadır. Ancak IMF tarafından kredi dilimlerinin dondurulmasıyla başlatılan şantaj da yerini bulmuş, Türkiye devleti asker gönderme kararı alarak bu süreçte fazlaca direnme yeteneğine sahip olamayacağını açıkça göstermiştir. Öte yandan Rusya ve İran’ın yeni atakları da egemen sınıfların hayal dünyasında ciddi sarsıntılar yaratarak kendi iç birliklerini daha da dağıtan bir gelişmeye neden olmaktadır. IMF’nin kredi dilimlerini ertelemesi, doların 2 milyon lira sınırına doğru ilerlemesi, 2002 bütçesinde son derece ağır istemlerin devreye sokulması gibi gelişmeler, egemen sınıfların TÜSAD’ı da içine alan rahatsızlık ortamıyla birleştiğinde, ülkenin yeni ve ciddi bir ekonomik-siyasal kriz ortamına doğru doludizgin ilerlediği görülmektedir. Bu ortamda ülkenin iki asli siyasal sahibi, yani ABD ile ordu arasındaki siyasal pazarlık ve çatışmaların ekonomik ve siyasal kriz ortamında ortaya çıkacak siyasal seçenekleri belirleyeceği de açıkça görülmektedir.