Geçen hafta ANAP’ın kongresinde Yılmaz’ın ortaya attığı ‘ulusal güvenlik’ tartışmasının bu kadar yankı bularak genişlemesi bu gerilimlerin koç başını oluşturuyor. Krizin ardından eriyen-dönüşen ya da yeni oluşum sancıları yaşayan siyasi yapıların kendilerine yeni misyonlar edinme arayışları içinde olduğu bir süreçte bu tartışma anlam kazanıyor. Ulusal güvenlik tartışmasının ortaya atılması, merkezdeki arayışların yoğunlaşmasıyla, meşruiyet sorunu yaşayan […]
Geçen hafta ANAP’ın kongresinde Yılmaz’ın ortaya attığı ‘ulusal güvenlik’ tartışmasının bu kadar yankı bularak genişlemesi bu gerilimlerin koç başını oluşturuyor. Krizin ardından eriyen-dönüşen ya da yeni oluşum sancıları yaşayan siyasi yapıların kendilerine yeni misyonlar edinme arayışları içinde olduğu bir süreçte bu tartışma anlam kazanıyor.
Ulusal güvenlik tartışmasının ortaya atılması, merkezdeki arayışların yoğunlaşmasıyla, meşruiyet sorunu yaşayan ANAP’ın siyasi arenada kendi konumunu güçlendirecek bir çıkış olarak düşünülmelidir. ANAP, AB sürecinin sahipliği iddiasıyla yeni dönemin politik aktörü olmayı deneyecektir. Bir tarafta AB ile daha sıkı ilişkilenmeden çıkarı olan sermaye kesimleri diğer tarafta yasal baskıdan bunalmış politik çevreler Mesut Yılmaz’ın etrafında toplanabilir. Liberal söylemli bir parti görüntüsü oluşturarak diğer sağ partilerle arasına kalın bir çizgi çizmek istemektedir. Ancak bu, geçtiğimiz hafta yaşandığı gibi riskli bir konudur. AB’nin adının bile duyulmasından rahatsız olan geleneksel bürokrat yönetiminin çeşitli ağızlardan tepkisi de hayli can sıkıcı bulunmakta!
Şüphesiz Mesut Yılmaz’ın AB tartışması içinde söyledikleri demokrası adına sadece demogojiden ibarettir. Ancak Ordu’nun bildirisinde yer alan ve sonradan basına verilen adressiz istihbarat bilgilerine bakılırsa Ordu merkezi halen “şeriatçılık ve bölücülük” histerisine sarılmış durumda. Ordunun iktidardaki ağırlığını koruyabilmesi için gerçek hayattaki karşılıkları hayli zayıflamış bu iki geleneksel tehdidin yerine yeni “toplumsal bölünme ” konuları keşfedip keşfedemeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
At izinin it izine karıştığı bu süreçte, önemli olan nokta ulusal güvenlik kavramı ile teorize edilen politikaların içeriğinin doğru anlaşılmasıdır. Ulusal güvenlik kavramı, bugüne kadarki içeriğiyle hegemonik -emperyalist güç olan ABD’nin yakın zamana kadarki stratejik yönelimine denk düşen bir yapılanmayı temsil ediyordu. Ancak başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçler bugün artık ‘küresel güvenlik’ kavramını yavaş yavaş dile getirmeye başladılar. Bu açıdan önümüzdeki dönemde küreselleşmeci zihniyetin ‘ulusal’ güvenlik stratejilerini tüm sömürgelerde tasfiye ederek yeni bir güvenlik stratejisi oluşturmayı zorlayacakları anlaşılmaktadır. Bu açıdan bugüne kadar Türkiye’de ‘ulusal güvenlik’ stratejisinin oluşturucusu ve arkasındaki en temel güç olan ordunun şimdiki konumu geçmiş statükoculuğu biçimine bürünmüştür. Ulusal güvenlik tartışmasının bir boyutu bu çerçevede yaşanmaktadır.
Öte yandan tartışmanın bir başka boyutuysa, yakın zamana kadar tartışılmaz hegemonik-emperyalist güç olan ABD’nin hegemonyası çatırdamaya başlamış olup uluslar arası arenada başta AB olmak üzere Rusya, Çin, Japonya gibi birçok rakip güç alttan alta palazlanmakta ve çeşitli çıkışlar yapabilmek için fırsat kollamaktadır. Bu açıdan, ABD ve AB’nin bugüne dek kendi aralarında belli bir statükoya bağlı olarak süregiden ABD’nin hamiliğindeki denge durumu sarsılmaya başlamıştır. Bu sarsıntı, özellikle Doğu Avrupa’nın Almanya’nın arkasına yedeklenmesiyle birlikte, tüm eski Sovyet Cumhuriyetleri, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’ya doğru titreşimler yaratarak AB inisiyatifinin görece genişlediği bir durumu artan ölçüde öne çıkarmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ANAP’ın başlattığı ulusal güvenlik tartışması aynı zamanda bu emperyalist kamplaşma eğilimleriyle de bağlantılı bir boyut taşıyarak, AB tarzı bir küreselleşmeciliğin izlerini de taşımaktadır. Bu değişim dinamiklerine karşılık bugüne dek başta ordu olmak üzere, ABD eksenli bir ulusal güvenlik stratejisini savunan kesimler statükocu duruma düşmelerinin yanı sıra dünyadaki emperyalist odaklar arasındaki büyüyen rekabet zeminindeki parçalanmaya henüz ayak uyduramamış olup, açık statükocu bir görüntü sergilemektedirler. İşte tam da Yılmaz’ın ulusal güvenlik tartışmasını bu noktada anlamak gerekiyor. Verili durumda bir dönemin statükosunun yegane temsilcisi olan ordu ise bu tartışmalara karşın sesini yükseltse de önceki gerilimlere nazaran daha az olumlu tepkiyle karşılaşması, en azından tartışmasız haklı konumunu yitirmesi bu değişen dengelerin Türkiye’deki yansımalarını oluşturmaktadır. Zira bu tartışmanın arkasındaki güçler çok büyük olup, çatışmanın süregitmesini kaçınılmazlaştıracak ölçüde iri kıyımdırlar. Sermaye çevreleri ve tekelci medya ise bu tartışmada açık ve net bir saf belirlemeden, daha çok küreselleşmenin yeni boyutlarına ayak uydurulmasını vurgulamakla yetinen bir tavır sergilediler.
Bu yeni gelişmeleri anlamaya çalışırken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da ‘karşıt’ kutuplarda yer alan güçlerin her ikisinin de küreselleşmeci bir niteliğe sahip oluşudur. Ancak verili statükonun sürmesinden yana olan kesim ulusalcı çerçeve ile bulunduğu konumu savunurken, diğer kutup ise doğal olarak bu verili statükonun değişmesini savunarak küreselleşmeci-‘demokrat’ bir söyleme daha sıkı sarılmaktadır. Her iki kutbun da emperyalist politikalara temelinde itirazı olmamakla birlikte asıl sorun bu politikaların uygulanmasında kendi konumunu güçlendirmek, pazarlık paylarını artırarak pastadaki payını artırmak ve daha güçlü bir aktör olabilmektir. Nitekim daha önce de petrol-enerji alanında sorun yaşanırken de, dünya çapındaki bu güç dengelerinin geriliminin bölgedeki rollere yansıması olarak gerçekleşmişti. Görünen durum bu gerilimlerin süreç içerisinde artarak devam edeceğidir. Ancak bu yeni durumun henüz başlangıç aşamasında olduğu, bütünsel bir tablonun sadece bir parçasını oluşturduğu unutulmadan, bugünden yarına yeni dengelerin oturacağını da beklemek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Bugünkü haliyle Alman-AB’ci hegemonyanın temsilcisinin ANAP olduğu görünmekle birlikte, bunun net ve uzun vadeli bir durum olduğunu söylerken bile temkinli olmak gerekir. Zira bu anlamda ülkedeki siyasi yapılanma hala belirsizliğini korumaktadır. Önümüzdeki dönemin siyasal aktörleri henüz ortaya çıkış sancıları yaşamaktadır.
Kuşkusuz bu tartışmanın yaşanan ekonomik kriz karşısında egemen blok içindeki tavır farklılaşmaları, çıkar çatışmaları ve bunlara bağlı olarak yeniden yapılandırılan rejimin kazanacağı biçimi doğrudan etkileyecek olan boyutları bulunmaktadır. Anlaşılan o ki, son elli yıldan farklı olarak, bundan sonraki süreçte ülkede rejimin biçimlendirilmesinde emperyalistler arası rekabet de giderek daha etkin bir faktör haline gelecektir.
Tüm bu açılardan bakıldığında, siyasal arenada yaşanan temsiliyet krizi ve yeniden yapılanma sürecindeki siyasal aktörler bu tartışmada oynayacakları roller açısından henüz yeterince belirginleşmemiştir. Merkez sağda bu belirsizlik en derin haliyle yaşanmakta olup, zaten M.Yılmaz da bu belirsizliğin yarattığı boşluğu alelacele doldurmaya oynamaktadır. Örneğin Tayyip Erdoğan hareketi, küreselleşmeci ve ABD ‘onaylı’ bir hareket olarak doğmakla birlikte, bu tartışma açısından henüz net bir saf tutmamıştır. Bu açıdan sağda tutumu en belirgin olan parti, mülksüzleştirilen orta sınıfların tepkilerini emme rolüne soyundurulmak istenerek, milliyetçi-faşist çizgiyi günün koşullarına uydurma arayışında olan MHP’dir.
Merkez sağda bu gelişmeler yaşanırken, bu gelişmelerin ışığında ‘sol’da da bir takım tartışmalar yürütülmektedir. Çeşitli sosyal demokrat oluşum ve partilerin (M.Soysal’ınki hariç) bu tartışmada nasıl bir tav
ır alacağı henüz belirsizdir.Buna karşın, sol muhalefet cenahında bu tartışmanın en doğrudan uzantısı HADEP aracılığıyla oluşmaktadır. HADEP’in ANAP’la seçim ittifakı söylentilerinden, HADEP öncülüğündeki yasal sol partilerin tümünü kapsayacak ve AB standartlarını esas alan bir demokratikleşme programına sahip olması düşünülen ‘demokratik geçiş hükümeti’ hedefli ittifak projesine kadar, hatta bugünlerde HADEP-ÖDP işbirliğiyle dile getirilen anayasada değişiklik yapılması etrafında odaklanan bir demokratikleşme kampanyası da esas olarak soldaki AB’ci eğilimin izlerini taşımaktadır. Kendinden, emekçilerden umudunu keserek, esas olarak kendi dışındaki büyük güçlere sırtını yaslamayı amaçlayan bu çizgi, solun zaafiyetli durumunu perçinleyerek egemenler içindeki AB yandaşlarının değirmenine su taşımaktan öteye bir anlam ifade etmemektedir.
Solun diğer kanadında ise İP ve benzeri ulusalcı siyasi yapılar aslında eski ulusal yapıyı savunmakla yanlış bir saflaşmanın yanlış bir yerine çoktan yerleşmişlerdir. Görünen o ki bu topraklarda emperyalist politik tezlerin dolaylı yoldan uygulamaya talip olanların soldaki uzantıları da bu kadar hevesli oldukça aktörlerin seçimi de o kadar kolay olmayacaktır!
Bugün ve önümüzdeki uzunca bir dönemde emek hareketinin önündeki dönemeç, çözümü emek hareketinin dışındaki alanlarda arayan yaklaşımlarla mücadele olarak belirecektir. Emek hareketi ise tüm ‘ulusalcı’yım diyenlerden daha bağımsız; tüm AB’ci ‘demokratlardan’ daha özgürlükçü bir hattı; ancak bu kurt kapanının cenderesinden çıkarak, kendi öz gücüyle, bağımsız-iradi eylemine dayanarak mücadele zeminlerinde yaratacak ve yeni dönemdeki tarihsel rolünü belirleyebilecektir.