Peki ama bu konu niçin önemli? IMF, Dünya Bankası gibi küresel ekonominin düzenleyicisi konumundaki kurumların, Avrupa Birliği muktesebatını hazırlayanların ve hakim iktisat görüşünü benimseyen iktisatçıların, merkez bankasının bağımsızlığı konusundaki bütün bu ısrarları niye? Bu soruyu yanıtlamak için kapitalizmin son 25-30 yılda yaşadığı gelişmeleri akılda tutmakta fayda var. Kapitalizmin 1970’lerin ortasında girdiği krize verilen yanıtın bir […]
Peki ama bu konu niçin önemli? IMF, Dünya Bankası gibi küresel ekonominin düzenleyicisi konumundaki kurumların, Avrupa Birliği muktesebatını hazırlayanların ve hakim iktisat görüşünü benimseyen iktisatçıların, merkez bankasının bağımsızlığı konusundaki bütün bu ısrarları niye?
Bu soruyu yanıtlamak için kapitalizmin son 25-30 yılda yaşadığı gelişmeleri akılda tutmakta fayda var. Kapitalizmin 1970’lerin ortasında girdiği krize verilen yanıtın bir boyutunu, keynesçi politikaların terkedilmesi ve devletin ekonomi üzerindeki geliri yeniden bölüştürücü uygulamalarının tasfiyesi oluşturuyordu. Bunu sağlamak için ise çeşitli mekanizmalar devreye sokuldu. Özelleştirme yoluyla, kamu girişimciliği ortadan kaldırılmaya çalışılırken, bütçe mekanizması aracılığıyla, sosyal harcamaların kısılması hedefleniyordu. Son olarak ise, ekonomi yönetimi “özerk” kurullara devredilerek ve merkez bankaları bağımsızlaştırılarak devletin düzenleme yetkisi kısıtlanıyordu. Tüm bunlar için dile getirilen gerekçe ise; doğal ve kendiliğinden işleyen bir yapıya sahip olduğu düşünülen ekonomiye, devletin yaptığı müdahalelerin olumsuz sonuçlar verdiğiydi.
Oysa asıl mesele, krizin bertaraf edilmesi için sermayeye yeni değerleme alanları açılması ve uzun yıllar süren mücadeleler sonucunda kazanılmış sosyal hakların aşamalı olarak ortadan kaldırılmasına duyulan gereksinimdi. Bu politikalar aynı zamanda yeniden tesis edilen uluslararası işbölümünün doğasına da uygundu. Bu sayede azgelişmiş ülkelerin, bağımsız ekonomi politikaları uygulama yönündeki girişimleri engellenecek ve böylece bu ülkelerin gelişmiş ülkelere olan bağımlılıkları da devam edecekti.
İşte merkez bankasının bağımsızlığı söylemi de tüm bu gelişmelere paralel olarak, kamunun ekonomik tasfiyesi ve küresel ekonomik düzen bağlamında düşünülmelidir. Merkez bankası bağımsız olduğunda, öncelikle hükümetlerin, kamu harcamalarını artırmaları büyük ölçüde engellenmekte ve böylece, “verimsiz, yararsız ve popülist” politikalar uygulamalarının önüne geçilmiş olmaktadır. İkinci olarak; bu uygulama ile söz konusu ülkenin bağımsız iktisat politikaları uygulama potansiyeli daha baştan yok edilmiş olmaktadır. Asıl ve daha önemli olan ise, bağımsız bir merkez bankasının varolması durumunda, hükümetler kamu açıklarının finansmanında banka kaynaklarına başvuramamaktadırlar. Bu durum kimi iktisatçılar tarafından enflasyonu engellediği için olumlu olarak değerlendirilmektedir. Bu kuşkusuz doğrudur. Ancak; sürekli olarak gözardı edilen ve bilinçli bir şekilde dile getirilmeyen bir gerçek daha vardır. Kamu açıkları merkez bankası tarafından finanse edilmediğinde kim tarafından edilecektir? Elbette ki uluslararası finans kuruluşları ve ulusal sınırlar içerisindeki sermaye sahipleri tarafından. Dolayısıyla enflasyonla mücadelenin bir bedeli vardır ve bu bedel, iç ve dış borç yoluyla sermayeye yapılan kaynak aktarımı ve böylelikle sermaye birikiminin devamlılığının sürdürülebilmesidir.
O halde merkez bankasının bağımsızlığı yönünde dile getirilen düşünceler değerlendirilirken, kapitalizmin küresel ölçekte kendini yeniden yapılandırılıyor olması ve bu yeniden yapılanma sürecinde devlete biçilen yeni rol göz ardı edilmemelidir.
Neo-liberal düşünce, hayatın her alanında hegemonik söylemler aracılığıyla bir kontrol mekanizması uyguluyor. Bunu yaparken ise hep birtakım yanılsamaları gerçekmiş gibi göstermeye çalışıyor. Bu noktada sosyal bilimcilere düşen görev, gerçekliği teşhir etme çabalarından vazgeçmemek olmalıdır.
Fatih YAŞLI / 18 Mart 2003
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştirma görevlisi