İlerleme raporunun yayınlanmasından sonra başlayan, liberaliyle, dincisiyle, “sol”cusuyla, tüm AB’cilerin katıldığı ortak “sessiz devrim” kutlamaları kısa sürdü. Önce bu geniş ittifakın kutlamaları ayrıştı, sonra da sessizlik AB ile uyum sürecinin egemenler ve ezilenler cephesinde yarattığı çatışmaların ilk gürültüleriyle bozuldu. En önemlisi de “devrim bunun neresinde” sorusunu sormak için, “ortodoks marksist” olmaya hiç gerek bırakmayan, “demokrat” […]
İlerleme raporunun yayınlanmasından sonra başlayan, liberaliyle, dincisiyle, “sol”cusuyla, tüm AB’cilerin katıldığı ortak “sessiz devrim” kutlamaları kısa sürdü. Önce bu geniş ittifakın kutlamaları ayrıştı, sonra da sessizlik AB ile uyum sürecinin egemenler ve ezilenler cephesinde yarattığı çatışmaların ilk gürültüleriyle bozuldu. En önemlisi de “devrim bunun neresinde” sorusunu sormak için, “ortodoks marksist” olmaya hiç gerek bırakmayan, “demokrat” olmanın yeterli olduğu gelişmeler yaşandı.
Farklı Kimliklere “Sıfır Tolerans”
Sessizliği bozan ilk gelişme Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı Azınlık Raporu’nun basına yansımasıydı. Türkiye’nin Sevr paronayası ile azınlık haklarını sınırladığını, Lozan Anlaşmasıyla üstlendiği yükümlülüklerin bir kısmını yerine getirmediğini, Türk üst kimliğinin diğer kimlikleri dışladığını, Türkiyeli üst kimliğiyle tüm kimliklerin kapsanabileceğini söyleyen rapora karşı ırkçı koro sesini oldukça yükseltti. Yükselen bu sesler, toplumu “bir arada tutma” yöntemlerinden olan kafatasçı ideolojik tutkalın Türkiye egemenleri için hala vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Raporu hazırlayanlara yönelik Kamu-Sen, TOBB, AKUT gibi “sivil”lerin başlattığı linç kampanyasına Dışişleri Bakanı Gül’ün de katılması ilginçti. AKP’nin en “Avrupai” Bakanı, 15 Kasım 2001 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan “Başbakanlık bünyesinde kurulan İnsan Hakları Danışma Kurulu….” sözleriyle başlayan yönetmeliği bilmiyormuş gibi davranarak kurulun Başbakanlığa bağlı olduğunu inkar etti. Gül, aynı kurulun İnsan Hakları ile ilgili Başbakanı ve AKP’yi eleştiren raporuna karşı da “Bütün dünyada meclisimiz, hükümetimiz, başbakanımız çok büyük takdirle karşılanırken, sessiz devrim yapan kişiler olarak görülürken, bu hiç yakıştıramadığım tabirleri, eğer doğruysa kıskançlık ve basit bir duygu olarak görüyorum” diyerek “bizimle ilgileri yok, bakın bize de vuruyorlar” demeye getirdi. Raporun hazırlanması için Başbakanın bir talimatı bulunmadığını, kurulun kendi inisiyatifiyle raporu hazırladığını öğrenen MHP kökenli AKP’liler demokrasiye “sıfır tolerans” yaklaşımını benimsediler. AKP Malatya Milletvekili Süleyman Sarıbaş raporu ”entel, milliyetsiz devşirmelerin hazırladığını” söylediği konuşmasında, ”Azınlık arayanlar, analarına, babalarının kim olduğunu bir kez daha sormalıdırlar” diyerek ırkçı bataklığın diplerinde burnundan solurken, Çorum ve Maraş katliamlarından önce kentin duvarlarında boy gösteren, kanla yazılmış “Ey Türk, titre ve kendine dön” sloganını höykürmekten de geri durmuyordu. Cumhurbaşkanı Sezer ve Genelkurmay Başkanı Özkök’ün de rapor karşıtı koroya katılmasıyla kadro tamamlandı.
Artık eylem zamanıydı ve görev Kamu-Sen Genel Sekreteri Fahrettin Yokuş’undu. Yokuş, Kurul Başkanı Kaboğlu’nun basın açıklaması sırasında azınlıklar raporunu yırtarken, arkasında Kamu emekçilerinin değil Genelkurmay Başkanının, Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve bilcümle ırkçının desteğini hissettiği için olsa gerek oldukça keyifli ve rahattı. Saldırının ardından Kaboğlu, “Konuşturmuyorlar, basın toplantısı bile yaptırmıyorlar. İşte düşünce özgürlüğü düzeyi burada, görüyorsunuz… Rapor hazırlandıktan sonra resmi otorite tarafından takınılan tavır da düşündürücüdür.. Sivas’ta 11 yıl önce 37 insanı farklı düşünceleri ve dini farklılıklarından dolayı yakan zihniyetle bugün bizim düşüncelerinize tahammül edemeyen zihniyet aynıdır ” derken, “sessiz devrim” den bahseden sosyalistlerimiz acaba ne düşünüyordu? AB sürecinin eksik demokrasiye deva olduğunun en sıkı savunucularından biri olan Kaboğlu’nun bu sözleri, daha “sol”daki AB’cileri rüyalarından uyandırabilecek mi? Bunu zaman gösterecek.
Egemenler Cephesinde Homurdanmalar
AB süreci ve bu sürecin devamlılığının bir şartı olarak sürdürülen IMF ile yeni stand-by görüşmeleri çerçevesinde hükümetin attığı kimi adımlar egemenler arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Bilindiği gibi IMF’in şart koştuğu kimi yasal düzenlemelere ve özelleştirme sürecine engel olduğu gerekçesiyle yargıya karşı başlatılan atak, Eraslan Özkaya’nın Çakıcı ile ilişkilerinin ifşa edilmesiyle somutlanmıştı. Ancak yargı cephesi bu kadar hassas bir yerinden yakalanmış olmasına rağmen kolay pes etmeyecek gibi görünüyor. İki ay ortalardan kaybolan Eraslan Özkaya Yargıtay üyelerinin tümünün imzasını taşıyan açıklamasıyla yeniden sahneye çıkarken, hükümet de Adalet Bakanı’nın “Devletteki yargı sistemine kadar sızmış yolsuzlukları ve çıkar ilişkilerini temizlememiz engelleniyor” açıklamalarıyla bu göz dağına karşı “rest” dedi. Bu ay başlayacak Yargıtay Başkanı seçimi tartışması bu cephedeki kapışma için önemli bir arena olabilir.
Ancak gürültünün büyüğü orduya dair düzenlemelerde kopacak gibi görünüyor. AB üyeliği için Türkiye’nin yapması gerekenler listesinde görüşülecek 31 grup müzakere içerisinde en dişlilerinden bir tanesi ‘Sivil-asker ilişkileri’ olacak. AB askerlere ait birçok yetkinin “sivil”lere aktarılmasını istiyor. Bu konuda iki yıldır çalışmakta olan 12 kişilik AB görev grubunun, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, Kuvvet komutanlarının Milli Güvenlik Kurulu üyeliğine son verilmesi, TSK Personel Kanunu kaldırılarak Devlet Memurları Kanunu’na tabi olunması, askeri mahkemelerin kaldırılması, mesai şartlarının ve zamanlarının dini kurallar da gözetilerek düzenlenmesi, Milli güvenlik derslerinin kaldırılması gibi TSK’nın büyük bölümünü yerinden hoplatacak düzenlemeleri tavsiye ettiği söyleniyor. Center for European Security Studies (CESS) adlı kuruluş ise hükümete bu reformlar için akıl hocalığı yapıyor. Bu kuruluş hükümete “Konuyu kamuoyunda fazla tartışmayın, olabildiğince AB sürecinin dışına çıkarmayın, zamanlamalara çok dikkat edin” gibi tavsiyelerde bulunuyor. AB, Türkiye’deki sivillerin “askeri” konudaki yetersizliklerinin ordunun inisiyatifini arttırdığını, bu sorunun çözümü için Türkiye’de askeri konularda yetkin siviller yetiştirilmesi için uzmanlar gönderebileceğini söylüyor. Kısacası AB yeniden sömürgeleştirme sürecinde orduya da el atıyor.
Ancak AB emperyalizminin orduya müdahaledeki kısıtları oldukça fazla. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti ordusunun eğitim, silah, teçhizat altyapısının ABD merkezli oluşturulmuş olması AB’nin müdahale alanını daraltıyor. Ayrıca AB’nin Türkiye’ye biçtiği “terörizme karşı” uç beyliği misyonunun, reforme edilmeye çalışılan ordunun direncini arttıracağı da bir gerçek. Nitekim geçtiğimiz hafta içi basına yansıyan ve Genelkurmay Başkanlığı’nca üst düzey subaylara gönderilen ”Silahlı Kuvvetleri Etkileyecek Muhtemel Gelişmeler” başlıklı yazıda yer alan şu ifadeler TSK cephesinin hazırlıklarına başladığını gösteriyor: “TSK’nın gücünün ve etkinliğinin azaltılması hedeflenmektedir. TSK, yıkıcı, bölücü, irticai unsurların önündeki en büyük engel olarak görülmektedir. Bu girişimlere karşı proaktif önlemlerin alınması gerekmektedir.”
Emeğe Karşı Yeni-Liberal AB Saldırısı
AB süreci ezilenlerin saflarında da öfkeli sesler çıkarmaya başladı. Sermaye için Türkiye’de bir yeni liberal cennet yaratmayı hedefleyen AB’nin IMF sopasıyla ve uyum süreciyle başlattığı saldırıların en önemli adımlarından biri sağlık al
anında atıldı. Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilerek, GATS anlaşmasıyla, IMF müzakereleriyle, AB’ye üyelik süreciyle bağlanan sağlık alanının özel sektöre devrinin ilk aşaması gerçekleştiriliyor. İşçi sendikalarının, sağlık emekçilerinin ve emekçi halkın bu gaspa karşı tepkileri geçtiğimiz hafta ülkenin sokaklarında ve hastanelerin önlerinde yankılanırken, Tayyip Erdoğan sağlık hakkını savunanlara “Buraların patronu ben değil miyim” diyerek efeleniyor ve piyasanın başladığı yerde demokrasinin bittiğini en özlü biçimde hatırlatıyordu.
Yine IMF’in tasarruf tedbirleri uyarınca KİT’lerde 8 bin 400 memur ve sözleşmelinin emekli edileceği, 8 bin işçinin de işten çıkarılacağı duyuruldu. Kamu personeli Yasasıyla kamu çalışanlarını güvencesizleştiren hükümet, KİT’lerdeki işçi kıyımıyla AB’nin arzuladığı güvencesiz ucuz emek cennetini yaratma yolunda yol haritasını belirlemiş görünüyor. Türkiye’de 10 milyona yaklaşan işsiz sayısına özelleştirmeler ve tarımın tasfiyesiyle yeni yığınlar ekleneceği de açık. İşsizliğin Türkiye’nin yeniden sömürgeleştirme süreciyle eş güdümlü bir yeniden güvencesiz işçileştirme operasyonunun bir sonucu olduğu ne kadar açıksa, emek güçlerine düşen görevin anti-emperyalist bir emek cephesi yaratmak, bu cephenin silahlarını yeniden sömürgeleştirme ve işçileştirme sürecinin uygulayıcısı AKP hükümetine doğrultmasını sağlamak olduğu da o kadar açıktır.
Görünen o ki Türkiye’de emek güçleri bu durumu kavramakta, kavrasalar dahi gereklerini yerine getirmekte güçlükler yaşıyor. Türkiye solu ise, kendi ülke halkı tarafından dahi şaibeli ve politik sonuçları itibarıyla anlamsız bulunan ABD seçimlerinden dünya halkları lehine, bir yeni liberal emperyalist proje olan ve müktesebatı tartışılamaz AB ile uyumdan emek lehine sonuçlar çıkarmak gibi kerameti meçhul işlerle enerjisini tüketirken emekçilerin tepkilerini de tüketiyor. Maalesef solun bir kısmı farklı araçlarla dünya çapında yürütülen emperyalist yeniden sömürgeleştirme saldırılarına karşı Türkiye’den açık bir cephe açmak yerine Kerry’yi seçtirerek Kerry’ye “bu siyaseti uygularsan Bush gibi devrilirsin” mesajı vermek gibi dolambaçlı işlerle uğraşıyor. Solun bir kısmı ise “ölü ele geçirilenler”in bile işkenceden nasibini aldığı , “kayıt dışı” polislerce genç bir kızın iki defa kaçırılıp taciz edildiği, AB ile uyumun bir gereği olarak cezaevlerinde tek tip elbisenin ve zorunlu çalışmanın getirileceği Ceza İnfaz yasasının hazırlandığı, azınlık raporunu hazırlayanlara yönelik resmi kurumların katıldığı linç kampanyasının örgütlendiği, kitle gösterilerinde tanıştığımız sinir gazı kullanımının futbol maçlarına kadar yaygınlaştığı, bu kadar demokratikleşme lafı etrafta dolanırken 12 Eylül cuntasınca getirilen Anayasanın değiştirilmesinin tartışılma konusu bile olmadığı bir ülkede demokratik devrimden bahsederek “sessiz devrim” tezine güç katıyor. Sağlık hakkını tümüyle yok ederek , yoksulların evlerini başlarına yıkarak, çalışanları güvencesizleştirerek sistemin bir önceki döneme ait emniyet supaplarını söküp atan sermaye düzeni ise tüm bunları “nispi demokratik” bir ortamda değil, düzenin yenilenmiş zor aygıtlarının yardımıyla yapacağının farkında; hem de soldan ve emek örgütlerinden daha fazla.
Emperyalizmin Taşeronu AKP Hükümetine Karşı Emeğin Kavgasını Yükseltelim!
Bu koşullarda emek güçlerinin daha fazla vakit ve enerji kaybına tahammülü yok. Emekçileri kavgaya davet eden emperyalizme ve işbirlikçi AKP iktidarına karşı etkin bir muhalefet cephesinin kurulması acil bir görev olarak toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerinin önünde durmaktadır. Bu görevin omuzlayacakların hemen şimdi bir adım öne çıkması gerekmektedir. 20 Kasım’da Ankara’da gerçekleştirilmesi planlanan miting, altında emperyalistlerin imzası olan saldırıların uygulayıcısı olan AKP hükümetine karşı, tüm emek güçlerinin ve toplumsal muhalefetin gövde gösterisi olarak örgütlenebilir. Bu mitingle oluşturulan mevzi bundan sonraki saldırıları göğüslemede tüm emek güçleri açısından hareket noktası olabilir.