“Ücretlerin işçinin ailesiyle birlikte insanca yaşamasına yetecek bir düzeye getirilmesi için mücadele, işçinin posasını çıkaran ağır ve uzun mesai saatlerinin aşağı çekilmesi için mücadele ile iç içe örülmelidir. Her gün onlarca işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği gerçeği dikkate alınarak bütün sektörlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği için mücadeleyle birlikte düşünülmelidir. İşçilerin barınma, beslenme ve çalışma koşullarının insan onuruna yakışır düzeye getirilmesinden gıda, ulaşım, kira, elektrik, su, çocukların eğitim harcamaları gibi işçi ve ailesinin temel ihtiyaçlarının yükünü hafifletecek ek ödenek-sosyal hak gibi destek mekanizmaları talebiyle birleştirilmelidir”
“Yeni ekonomi yönetimi, işçi direnişleri ve sınıf mücadelesinin seyri” dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz İnşaat-İş Genel Sekreteri Yunus Özgür ile. Özgür, iktidarın açıklamalarında bile “Faiz neden, enflasyon sonuç”tan “Ücretler neden, enflasyon sonuç”a geçildiğini hatırlatıp ücretlerin baskılanması yönünde bir eğilime dikkat çekiyor.
Yaz aylarında başlayan işçi direnişlerinin geçen senekilere nazaran daha lokal kaldığını ifade ederken bunda patronların ve devletin kuşatmasına işaret ediyor. Özgür, Finans Merkezi’nde Dev Yapı-İş’le birlikte sürdürdükleri direnişlere de değiniyor. İşçilerin ihtiyaç duyduklarında başvurdukları bir sendika olduklarını ama bununla yetinilmeyeceğini ifade ediyor. Özgür daha derin ve yaygın bir örgütlenme için çalıştıklarını ekliyor.
Ücret mücadelesinin insanca yaşam mücadelesinin sadece bir parçası olduğunu vurgulayan Özgür, çalışma süresinin kısaltılması, işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri, ihtiyaçların yükünü alacak sosyal hak ve ek ödeneklere yönelik taleplerle birleşmesi gerektiğini belirtiyor.
Enflasyonun yüksek olmasına dair Merkez Bankası raporları da Mehmet Şimşek’in açıklamaları da ücretlere işaret ediyor. Ücret politikasına dair önceki döneme nazaran nasıl bir değişimden söz edebiliriz?
İşçi düşmanlığının bu kadar yüksek perdeden dillendirilmesine az rastlanır. Erdoğan’ın “Faiz neden, enflasyon sonuç” politikasından “Ücretler neden, enflasyon sonuç” tekerlemesine geçildi. Açıkça her verisi şaibeli olan TÜİK tarafından açıklanan ve hükümetin “hedeflenen enflasyon” olarak tanımladığı çıtayı ücret artışları çıtası haline getiriyorlar. Ki “enflasyon farkı” dedikleri yapılan ücret artışlarının hepsinin özünde sıfır artış olduğunu artık herkes biliyor.
Aslında rejimin öncesi bir yana pandemiden bu yana özellikle yapısal krizinin daha akut bir görüntü kazandığı günlerde belirginleşerek uyguladığı politika, emeğin daha fazla ucuzlatılmasıdır. Temel politika artık asgari ücretin geçim ücreti haline getirilmesidir. Asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, enflasyondaki yükselişiyle birlikte temmuzda yapılan “artışın” 3 bin liradan fazlasının birkaç ayda eridiği düşünülecek olursa Şimşek’in “hedeflenen enflasyon oranında artış yapılacak” demesinin ne manaya geldiği de anlaşılır olur: Daha cebimize girmeden aslında sıfır artışa denk o “artış” da uçup gidecek.
Fiilen IMF politikalarının uygulayıcısı olan iktidar ve özelde de Şimşek, mevcut krizi fırsata çevirerek emeği pula dönüştürmüş oluyor ama bu da yetmiyor. Daha fazlasını hedefliyorlar. Bangladeşli sınıf kardeşlerimizin 74 dolara çalıştırıldığı bu emperyalist kapitalist işbölümü dünyasında asgari ücretin 400 dolar olmasını sindiremiyorlar! Sermaye için çekim merkezi olmak adına hedefleri onu 200-250 dolar bandına çekmektir.
Bunun esas nedeni elbette kapitalizmin yapısal krizi. Ama onlar her krizi tarihsel kazanımlarımızın gaspının fırsatına dönüştürüp daha da ucuzlamış emek üzerinden uluslararası sermayeye “gel, gel” deme yoluna gidiyorlar. Bu artık açıkça ilan edilen bir politikadır. Öncesinden farkı, bu açıklıkta konulmasıdır.
Temmuzdan itibaren çok sayıda yerde çoğunlukla zammın düşük bulunmasına karşı işçi eylemleri oldu. Enflasyon etkisinin uzun dönemli olması durumunda bu hareketlenmenin uzun vadede etkisinin ne olacağını ve nereye varacağını düşünüyorsunuz?
Merkez Bankası bile yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 58’den yüzde 65’e çıkardı, MB Başkanı “Mayıs 2024’te zirve yapacak sonra da dezenflasyon süreci başlayacak” diye belirtti. Bu, şimdilik yerel seçimlerin de basıncıyla “frenlenen” enflasyonun yıkıcı etkisinin önümüzdeki günlerde özellikle seçim sonrasında çok daha tahrip edici sonuçlarla karşımıza çıkacağı anlamına geliyor. Seçim hatırına açılan kesenin ağzı bile çok küçük. Emeklilere, yani 7 bin 500 lira gibi kira parasına bile yetmeyecek bir sefalete mahkum edilenlere -o da çalışmayanlarına- 5 bin lira sus payı verirken bile epey ıkınıp sıkılmaları yaşadıkları sıkışmanın ifadesidir aynı zamanda.
Öte yandan ücretler için bunu diyen Şimşek’in programında sermayenin ihyası için sayısız vaat var. İşçiye “ücretler bela” diyen ama sermayeye işçiden topladığı vergilerle kesenin ağzını sonuna kadar açan bu politika son derece alenileşmiş durumda. İşçi sınıfına “Önümüzdeki günlerde kemerleri daha çok sıkacağız” derken sermayeye kepçeyle para akıtan bu yaklaşımın kendisi sınıf hareketini tetikleyecek bir yaklaşımdır.
Ancak bu o kadar kolay olmuyor tabi. Çünkü iktidar sayısız ideolojik denetim aracıyla kapsamlı bir manipülasyon çalışmasını asla elden bırakmıyor. Ama buna rağmen işçi sınıfının en örgütsüz bölükleri bıçağın kemiğe dayandığı bu koşullarda Antep gibi illerde kendiliğinden harekete geçiyor, talebi patronların teklifinin bir tık üstünde olsa da birlikte hareket ederek onu kazanmış olmanın doğal bilincini yaşıyor. Patronlar da işçilerin talebi kendi tekliflerinin sadece bir tık üstünde olmasına rağmen “talep etmelerine” bile tahammül edemeyecek bir saldırganlıkla hareket ediyor.
Sonuç olarak bu karşılıklı bir sınıf tutumu oluşturmayı, bunu bilince dönüştürmeyi de getiriyor. Bu eylemlerin uzun vadedeki en önemli getirisi birlikte hareket edildiğinde, samimi öncü güçlerle buluşulduğunda kazanılabileceği duygusu yaratmış olmasıdır. İşçi sınıfı bu duyguları biriktiriyor.
Fakat bu sürecin düz bir çizgi halinde gelişip kendiliğinden büyük patlamalara dönüşeceği şeklinde bir hayale de kapılmamak lâzım. Bu tipik bir kendiliğindencilik olmakla kalmaz, iktidarın ve burjuvazinin manevra yeteneklerini hafife alan siyasal bir aymazlık olur. Mayıs seçimleri sürecinde “Boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur” beklentisinin sonra nasıl büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandığı, hatta işçi düşmanlığı gerekçesi yapıldığı unutulmamalıdır.
2022 Ocak ve Şubat aylarında da çok sayıda yerde yine ağırlıkla ücret zamlarının düşük bulunmasına karşı eylemler olmuştu. Bu yılki eylemlerle kıyaslarsak benzerlikler ve farklılıklar açısından ne söyleyebilirsiniz?
2022 Ocak eylemleri daha yaygın, daha dalgasal bir nitelik kazanmıştı. Sektörel olarak da çeşitlilik vardı. En önemlisi de sokağa yansıma biçimleriyle bir çeşit rüzgar yaratmışlardır. Bu yılki eylemler daha lokal kaldı. Antep gibi bir sömürü üssü ve tekstil-konfeksiyon işçilerinin ağırlıklı olduğu eylemler bölgesel bir etki yarattı kuşkusuz. Genel anlamda da sınıfın öncü bölükleri için moral oldu. Fakat yaygınlaşmamaları için havza düzeyinde ve aslında iktidarın doğrudan müdahalesiyle “yatıştırılmaya” çalışıldılar. Antep’te Belediye Başkanı Fatma Şahin’in devreye girmesi bu açıdan çarpıcıydı.
Öte yandan polis gücü bu eylemlerde daha açık kullanıldı. Öncü işçilere, sendika önderlerine yönelik daha sert bir politikaya geçildi.
Diğer taraftan mesela sendikalı işyerlerinde de sendikaların denetiminde ücret eylemleri yapıldı. Ancak bunlar kendi sınırları içinde ve lokal kaldığı oranda sınıfın gündemine çok giremedi. Mesela sendikalar aynı anda çeşitli biçimlerle toplu eylemlere gitmek yerine, kontrolü kaybetmeme kaygısından olsa gerek, fabrika fabrika ve üretimi etkilemeyecek sembolik eylemlerle ücretlerin sefalet düzeyine inmesine karşı birikmiş öfkeyi aslında “yatıştırdılar”. Bazı yerlerde kıyımlar da oldu ama sendikaların tutumu buna karşı bile ya sınırlı kaldı ya da geçiştirmek biçiminde oldu.
Şantiyelerde de yer yer ücret eylemleri yapıldı ancak bunu örgütlülüğün zayıf olduğu bu işkolunda genel bir eyleme dönüştürmek mümkün olmadı.
Toplu iş sözleşmesi yapılabilen yerlerde dahi kısa süre içerisinde yüksek enflasyondan dolayı ücretlerde hızlı bir erime yaşanıyor. Toplu sözleşme masası olsun ya da olmasın, ücret artışı talebi yeterli mi, ücret artışı talebinin yetersiz kaldığı noktada taleplerin içeriği nasıl genişletilebilir, nasıl bir strateji izlenebilir?
Ücretli kölelik düzeninde özellikle de bu enflasyon karşısında ücret artışının en hafif ifadeyle nasıl bir aldanma ve bir aldatmaca olduğunu yaşayıp görüyoruz. Ama bu gerçek tabii ki ücret artışı, daha doğrusu insanca yaşanabilecek bir ücret için mücadele edilmemesi anlamına gelmiyor. Bu açıdan ücret talebinin yoksulluk sınırına göre belirlenmesi ve reel enflasyon oranına paralel olarak artırılması uğruna dövüşülmesi gerekiyor.
Ama bu da yetmez. Ücret artışı için mücadele tek başına bir amaç olamaz. O, insanca bir yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması anlamında emeğin korunması kapsamında ele alınması gereken temel taleplerden sadece biridir. Ücretlerin işçinin ailesiyle birlikte insanca yaşamasına yetecek bir düzeye getirilmesi için mücadele, işçinin posasını çıkaran ağır ve uzun mesai saatlerinin aşağı çekilmesi için mücadele ile iç içe örülmelidir. Her gün onlarca işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği gerçeği dikkate alınarak bütün sektörlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği için mücadeleyle birlikte düşünülmelidir. İşçilerin barınma, beslenme ve çalışma koşullarının insan onuruna yakışır düzeye getirilmesinden gıda, ulaşım, kira, elektrik, su, çocukların eğitim harcamaları gibi işçi ve ailesinin temel ihtiyaçlarının yükünü hafifletecek ek ödenek-sosyal hak gibi destek mekanizmaları talebiyle birleştirilmelidir.
Tutarlı bir sınıf sendikacılığı anlayışı açısından bütün bunlar aslında sendikal mücadelenin sınırları içinde kalan, o konuda da asgari olanı ifade eden taleplerdir. Yine bu sınırlar içinde kalarak fabrikalar, şantiyeler ve işyerlerinde işçilerin onurunu kıracak davranışlara, küfür, taciz, mobbing uygulamalarına net bir tavır alarak bunlara sınıfın diliyle yanıt verilmesini önemli bir talep ve hedef olarak görmek zorundayız.
İstanbul Finans Merkezi şantiyesinde çok sayıda direniş örgütlediniz. Sonuncusu da Limak Holding’in Merkez Bankası şantiyesindeki direnişinizdi. Bu direnişlerin güçlü ve zayıf yönleri açısından ne söyleyebilirsiniz. Bir sonraki direniş için hangi dersleri çıkarıyorsunuz?
İşkolunda yıllardır örgütlenme çalışması yürütüyoruz. Bu çalışma asıl olarak eylemli bir süreç içinde gerçekleşiyor. Sonuçları da inşaat işçisinde genel bir sendikal bilinç oluşturmakla sınırlı şimdilik. Yani işçilerin önemli bir kısmı işkolunda çalışma yürüten, hak gasplarına karşı onlarla birlikte kafası da kırılsa gözü de morarsa sonuna kadar direnen bir İnşaat-İş ve Dev Yapı-İş’in var olduğu bilinci/bilgisi yaygınlaştı.
Fakat bu bilgi/bilinç henüz kurumsallaşmış, derinleşmiş bir örgütlü muhteva kazanamadı. İşçiler sendikaları biliyor, başları derde girdiğinde, hakları gasp edildiğinde akıllarına ilk gelen bu sendikaların kapısını çalmak oluyor. Bu kadarı bile özellikle bizim işkolumuz açısından son derece önemli, anlamlı. Ama yeterli değil. İşkolunun fiziki koşulları daha derinleşmiş bir örgütlenmeye elverişli olmasa da bu konuda daha ısrarcı olmadığımızı, olanaklarımızın da sınırlılığıyla daha derinleşmiş bir örgütlenmeye dönüştüremediğimizi söyleyebiliriz.
Her direnişimizde bu konuda şapkamızı önümüze koyup düşünüyoruz. “Daha fazla, daha farklı ne yapmalıyız?” diye… Bu konuda daha ileri adımlar attığımız oranda toplu sözleşme hakkı, baraj vs. resmi prosedürlere takılmadan büyük şantiyelerden başlayarak çift bordronun kaldırılması, dolayısıyla sigorta primlerinin asıl ücret üzerinden ödenmesi, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin işçilerin de katılımıyla denetlenmesi, ücret bandının yükseltilmesi, barınma-beslenme koşullarının bu berbat halden çıkarılması gibi yakıcı sorunları kapsayan dalgasal eylemler gerçekleştirmek isteriz. Fiili meşru mücadele hattında yürüyerek orman kanunlarının geçerli olduğu bu işkolunda en azından belli kuralları yasal güvence altına alacak bir dalgasal hareket…
Şimdilik esas olarak ücret ve hak gaspları temelinde gelişiyor eylemlerimiz. Ama bu eylemlerin sonuçları onunla sınırlı kalmıyor. Özel olarak yoğunlaştığımız ve Dev Yapı-İş’le birlikte emeklerimizi birleştirdiğimiz Finans Merkezi şantiyesinde patronları ücretten barına, beslenme ile işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerine kadar pek çok konuda adım atmaya zorladık, düzelmeler oldu. Bizi görmezden gelerek adım atmak konusunda eskisinden daha fazla düşündüklerinden emin olabilirsiniz. Hatta öyle ki, birçok uyuşmazlıkta harekete geçeceğimiz duyurusunu yapmamız bile patronların paçasını tutuşturmaya yetiyor. Taşeronların bağlı olduğu ana firma yetkilileri hemen devreye girip sorunu eyleme başvurmadan çözmek üzere biz sendikaları görüşmeye davet ediyorlar.
Son direnişimiz bu açıdan manidardı. Orada sorun ücret değildi. İşçinin işyerinden, çalışma koşullarından memnun olmaması sonucu haklı fesih vererek kıdem tazminatına hak kazanma meselesiydi. Limak bize, bizim de basıncımızla “Ben çift bordroyu kaldırdım, şimdi haklı fesih sonucu tazminat da ödersem burada iş yapamam” dedi. Oldukça net bir duruştu bu. Düşünsenize, işçinin yasal haklarını gözümüzün içine baka baka “Bunu verdim ama bunu veremem” diyerek gasp etmeye çalışıyor. Direnişimizle bu yasadışılığı değiştirdik. İşçiler tüm haklarını aldılar.
O direnişte de diğerlerinde de hep yukarda özetlediğimiz duyguları yaşıyoruz. Daha derinleşmiş-yaygınlaşmış bir örgütlenme yaratma hedefi konusunda kendimizi motive ediyoruz.