“Enflasyon döneminde bu şekilde hareketlerin ortaya çıkması son derece olağan fakat asıl yıkımın ücretlerde değil, çalışma koşullarında yaşandığının görülmesine de engel olabiliyor. Bu nedenle önümüzdeki dönemde ücret talepleri kökenli hareketlenmelerin devam etmesiyle birlikte, çalışma koşullarına ilişkin isyanların artacağını düşünüyorum”
“Yeni ekonomi yönetimi, işçi direnişleri ve sınıf mücadelesinin seyri” dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz BirGün gazetesi ekonomi editörü Ozan Gündoğdu ile. Gündoğdu sistemik krizin pandemiyle birlikte daha da görünür hale geldiğini, bunun Erdoğan’ın koltuk koruma telaşıyla bir araya geldiğinde olağanüstü bir ekonomi yönetiminin benimsendiğini ifade ederek ekonomi politikasındaki değişimin arka planına işaret ediyor.
Önümüzdeki dönemde en belirleyici gündemin işsizlik olacağını söyleyen Gündoğdu, işsizlik ve yüksek enflasyon döneminde kötüye gidenin sadece iş dışındaki yaşam olmayacağını, çalışma koşullarının da kötüleşeceğini ekliyor ve buna ilişkin isyanların artacağını öngörüyor.
Şimşek ekibiyle birlikte ekonomi politikasında bir değişimden söz ediliyor. Siz buna katılıyor musunuz? Farklı sermaye kesimlerinin ekonomi politikalarının belirlenme sürecindeki ağırlıklarında bir değişim var mı? Bu anlamda önceki dönemle bu dönem arasında bir süreklilikten veya aksine farklılıktan bahsedebilir miyiz?
Zamanın koşullarını dikkate almadığımızda, seçimden önceki ve sonraki ekonomi yönetimindeki farklılaşmayı doğru değerlendiremeyiz. Bugünden bakıldığında çok daha iyi anlaşılıyor ki, 2020’den itibaren, pandeminin başlamasıyla iyice görünür hale gelen sistemik kriz, Erdoğan’ın koltuğunu koruma telaşıyla bir araya gelmiş ve bu durum olağanüstü bir ekonomi yönetimini şart koşmuştu. Bu olağanüstülüğün nedeni, Erdoğan’ın iktidarını devam ettirme konusundaki tedirginliğiydi. Fakat, bu kişisel tedirginlik, Erdoğan’ın koltuğunun bir devlet rejiminin adına dönüşmesiyle ulusal bir tedirginlik haline getirilebilmiş, böylece devlet mekanizması, bu olağanüstü ekonomi yönetimine kolaylıkla uyum sağlamıştı. Bu iddiayı temellendirmek adına biraz geriye gidelim.
Ekonomi bürokrasisinin ele geçirilmesi 2019 yılında TCMB Başkanı Murat Çetinkaya’nın Temmuz 2019’de görevden alınmasıyla gerçekleşti denebilir. Bu tarihe dek, herhangi bir TCMB Başkanı, yürütmenin başı tarafından görevden alınmamıştı. Üstelik bu görevden almanın nedeni, tümüyle Erdoğan’ın arzu ettiği siyasi hedeflerle uyumlu olmayan para politikasıydı. 2018’in Eylül ayında Rahip Brunson krizi patlamış, dolar 4,5 TL’den 7,5 TL’ye 1 ay içinde yükselince, TCMB zaten yüzde 18’de olduğu için şikayet edilen politika faizini, yüzde 24’e çıkarmış, bu sayede kur şoku bastırılmış, dolar 5,5 TL seviyesine geri çekilebilmişti. Berat Albayrak’ın şive komedisi yapmaya çalıştığı dönem de aynı dönemdi. Fakat sorun şuydu; zaten yüksek olduğu söylenen faizler sert şekilde artırılınca, piyasada kredi talebi neredeyse durmuş, böylece parasal genişlemeye ara verilmişti. Sonuç, yatırımların durma noktasına gelmesi, böylece işsizlik oranının yüzde 15 ile Cumhuriyet rekorunu kırması oldu.
Burada bir parantez açmak gerekir. Erdoğan’ın oy oranlarını işsizliğin daha çok etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Sadece bu değil, konuya ilişkin birçok saha çalışması, bir o kadar da tez var. Özellikle, otoriter eğilimi yüksek, dünya kamuoyuyla teması sınırlı ülkelerin genelinde, sağcı rejimlerin korkulu rüyası işsizlik ve Erdoğan, faizler yükseldiğinde, işsizliğin artığını biliyordu. Faizlerin düştüğünde işsizliğin azalacağını da anlamıştı. Fiyat istikrarı ise 2019 Türkiye’sinde gözden çıkarılabilir, tali bir konuya dönüşmüştü. Buna karşın Merkez Bankası’nın kanundan gelen birincil hedefinin fiyat istikrarı olması, Erdoğan’ın kısa vadeli siyasi hedefleriyle TCMB’nin kısa vadeli ekonomik hedeflerinin çatışmasına neden oldu.
Böylece yüksek faiz, kontrol altında bir kur ama yüksek işsizlikle Mart 2019 Yerel Seçimlerine gidildi. Erdoğan’ın tahmini gerçekleşti, seçimler İstanbul’un ve Ankara’nın kaybedilmesiyle sonuçlandı.
İstanbul Seçimi 23 Haziran 2019’da tekrar edildi. Sonuç tam bir fiyaskoydu. 2 hafta sonra TCMB Başkanı Murat Çetinkaya görevden alındı. Bu hadise Cumhuriyet tarihinde bir ilkti. Erdoğan grup toplantısında “Görevden aldık, çünkü söz dinlemiyordu” diyecekti.
Murat Çetinkaya’nın yerine getirilen Murat Uysal ise beklendiği üzere faizleri sert şekilde indirmeye başladı. Piyasada henüz dolar şokunun etkileri geçmeden yapılan bu hamle, ithalatı, kredi ve dolayısıyla döviz talebini patlattı. Ama döviz kurlarında bir hareketlilik yaşanmıyordu. Türkiye’nin büyüme motorları tam gaz çalışmaya başlamıştı, tüm tasarruflar dövize akıyor ama döviz kurunda bir hareketlenme olmuyordu. 2019 Aralık’ta Kerim Rota’nın ParaAnaliz’de yazdığı, “Con Ahmet’in Devri Daim Makinası” yazısından anladık ki, TCMB rezervleri aracılığıyla piyasanın döviz talebini karşılıyor, boşalan rezervleri de swap kanalları yoluyla dolduruyordu. Bu durumun tüm Türkiye tarafından anlaşılması için 6-7 ay kadar beklemek gerekecekti. “128 milyar dolar nerede?” sorusu 2020 yazında sorulmaya başlandı.
Uysal yönetimindeki TCMB’nin düşük faize rağmen fiyat istikrarını sağlama yöntemi, rezervler aracılığıyla kura müdahale etmekti. Ama bunun sürdürülebilir olmadığı ortadaydı. Cahil değiller, onlar da biliyordu. Yapılan şey aslında bir deneydi. Rezervleri eriterek kuru sonsuza dek kontrol etmek mümkün değildi ama seçimleri kurtaracak kadar da rezerv vardı. Beklenmedik bir şey olmazsa, bu politika Türkiye’yi 3-4 yıl ekonomik bir büyüme patikasında tutabilirdi.
Fakat beklenmedik çok büyük bir şey oldu. Pandemi tüm dünyayı kasıp kavurdu. Böylece 3-4 yıl yetecek barut, 1 yılın sonunda tükendi. Son 2 yıl ise enflasyonu kabullenerek geçti.
Ancak biraz önce de dediğim gibi, bu yapılanın sürdürülebilir olmadığı açıktı. Nitekim, seçimler bitti ve politika tümüyle değişti.
İktidarın enflasyonu düşürme hedefli politikalarını yöntem ve etkileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Önümüzdeki dönemde bizi ne bekliyor?
İşsizlik… Biz TÜİK’in işsizlik oranlarını 2 ay gecikmeli takip ediyoruz. Henüz veriler elimize geçmedi ama ekim ayından itibaren işten çıkarmalar başladı. İşsizlik dalga dalga ve çok daha sert yükselecek. Önümüzdeki yıl Türkiye’nin en temel gündemi işsizlik olacak. Henüz hissetmemizin nedeni, seçimden önce kredi mekanizmasının durmasıydı. Bankacılık kesimi, belirsizlik ortamının da etkisiyle, ticari kredileri fiilen durdurmuştu. Seçimden sonra faizler yükselmeye başlayınca, Şimşek’in iletişiminin de etkisiyle kredi muslukları yeniden açıldı. Böylece hem faizlerin yükseldiği, hem de kredi genişlemesinin yaşandığı tuhaf birkaç ay yaşadık. Halbuki yaşanan tıkalı hortumun açılmasına benzerdi. Şimdi o ilk püskürme geride kaldı. Kredi mekanizması bu sefer talep kaynaklı yavaşladı hatta durdu. Bu, henüz ekim ayında yaşanmaya başladı ve etkilerini hemen hissettik. Ekim, kasım ve aralık ayı işsizlik verileri geldiğinde bu durum teyit edilecektir. Kış aylarında ise işsizlik yüzde 13-14 bandına tırmanacaktır. Bu, 1 milyondan fazla insanın önümüzdeki 5-6 ay içinde işsiz kalması anlamına gelir.
KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerde artışla ne hedeflendiğini düşünüyorsunuz? Bu artışların fiyatlardaki yükselişe etki ettiği Merkez Bankası’nca ifade ettiği görülüyor. Bu durum enflasyon hedeflemesi açısından bir çelişki barındırıyor mu?
Yeni ekonomi yönetiminin anlattığını anlayalım. Denen şu; piyasadaki para miktarını ne ölçüde azaltırsak, enflasyon o ölçüde düşer. Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olguysa, acılı ama şart olanı yapmak gerekir. Bunun için 3 temel politikanın 3’ü de kullanılır.
Birinci politika, para politikası. TCMB faizleri artırarak kredi talebini kıstı. Böylece bankacılık kesiminin yarattığı paranın öne geçti.
İkinci politika, gelirler politikası. Bu noktada ücretler üzerinde kamu gücünün olanakları kullanılıyor. Emekli ve memur maaşları ayrıca asgari ücret tespit komisyonu üzerindeki kamu gücü bu politikanın araçlarından. Son 6 aylık tecrübe gösteriyor ki, ekonomi yönetimi gelirler politikasında da daraltıcı bir yol izliyor.
Üçüncü politika ise maliye ya da bütçe politikası. Burada daraltıcı yöntemin adı, harcamaların kısılması ve vergilerin artırılması. Ağustos ayından yayınlanan genelgeyle, 2024-2026 arasında yeni yatırım projelerinin programa alınmaması kararlaştırıldı. Bütçe daralmaya, yatırımlardan başladı. Neoliberal kitaba göre yatırımların kısılmasını sosyal harcamalar takip edecektir.
Beraberinde vergilerin artırılması da gerekir. Bu noktada neoliberal programa uygun olan da dolaylı vergilerin artırılmasıdır. Zira talep üzerinde doğrudan etkisi olduğu düşünülür. Üstelik geniş kesimlerden yaygın olarak toplanacağı için etkilidir. Başlangıçta enflasyonist yan etkileri olsa da, ardından gelen etkisi dezenflasyonisttir.
Bu haliyle, tutarlı bir ekonomi yönetimiyle karşı karşıyayız. Ama tutarlı olması, geniş halk kesimlerinin faydasına olduğu anlamına gelmiyor. Bu nedenle eleştiriler çok daha derinlikli ve dünya görüşüne ilişkin olmalı diye düşünüyorum. Nureddin Nebati’yi ya da Berat Albayrak’ı tutarsızlıkla eleştirebilirdik ama Mehmet Şimşek on yıllardır gördüğümüz bir yıkım programının çerçevesi içinde hareket ediyor. Çelişki yok…
Geçtiğimiz dönemde de yüksek enflasyon vardı. Ama yoksulluk tartışmasına dair konulan şerhler istihdam politikasına dairdi. Orta Vadeli Program ve Kalkınma Planı’nı da göz önünde bulundurarak yeni dönemde istihdam politikasında bir değişimden söz edebilir miyiz? Buna paralel olarak yoksulluğun yaşanma biçiminde ve kapsamında bir değişimden söz edebilir miyiz?
İki olasılıktan iki ayrı yol haritası çıkarılabilir. Birinci olasılık, enflasyon gelecek yıl bu dönemde hedefe yakınsayacak. İkinci olasılık, enflasyon gelecek yıl bu dönemde hedefe yakınsamayacak. Eğer önümüzdeki aylarda yeni bir kur şoku yaşarsak, 2024 yıl sonu hedefleri suya düşer. Bu iki olasılık istihdam politikasını da doğrudan etkiler. Eğer enflasyona ilişkin hedeflere yaklaşılırsa, önümüzdeki aylarda işsiz kalacak kitleler, 2025’in ilk yarısı itibariyle ucuz işgücü olarak kendisini imalat sanayiine atacaktır. Yani Türkiye’nin yeniden bir büyüme patikasına girmesi için en az 1 yıla ihtiyaç var.
Eğer hedeflere yaklaşılmazsa, bu yeni bir kur şoku yaşadığımız anlamına gelir ki, şimdiden bu olasılığın sonuçlarına ilişkin bir şey söylemek zor.
Son 30-40 yıla damgasını vuran piyasalaştırma ve özelleştirme politikalarının yarattığı temel hizmetlerin paralı hale gelmesi, yaşam maliyetinin artması gibi etkenler sizce yeni dönemde ücret taleplerini ve ücret politikalarını nasıl etkiledi? Bugünkü ücret taleplerini bu açıdan değerlendirirsek neler söylenebilir?
Daha önce kamu hizmeti olarak kavranan “malların” bir “metaya” dönüşmesi süreci, toplumsal düzenin de değişmesine neden oldu. Hizmeti talep eden yurttaşın, kendisini de müşteri olarak kavramasıyla sonuçlanan bu dönüşümde, artık halk, ulus gibi terimler, 20’nci yüzyılda kalmaya başladı. Bu büyük dönüşüm Türkiye’de tamamlandı fakat günün sonunda sadece ekonomik olmayan, kendisini ekonomide de hissettiren bir sistemik krizle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, temel hizmetlerin paralılaşması, ulus bilincini de aşındıran çok daha büyük bir şemsiyenin altında daha iyi anlaşılabiliyor. Ücret taleplerini bu başlıkla kavramak gerekir.
Mutlak yoksulluğun altına düştüğünde mutlak yoksulluğun üzerine çıkmak için çabalayan ama orada duran çeşitli hareketlerin ortaya çıkmasına bence çok büyük anlamlar yüklememek gerekir. Enflasyon döneminde bu şekilde hareketlerin ortaya çıkması son derece olağan fakat asıl yıkımın ücretlerde değil, çalışma koşullarında yaşandığının görülmesine de engel olabiliyor. Hele ki, önümüzdeki dönemin işsizlik dönemi olduğu düşünülürse, yedek işgücü ordusunun büyümesiyle, geniş emekçi kesimlerin yaşam koşulları daha da kötüleşecektir. Sadece işyerinin dışındaki tüketimi değil, işyerindeki koşulları da değişecektir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde ücret talepleri kökenli hareketlenmelerin devam etmesiyle birlikte, çalışma koşullarına ilişkin isyanların artacağını düşünüyorum.