“İşçi sınıfının temel sorunu, ücretlerin seviyesi değil, ihtiyaçların ücret gelirine tabi olma düzeyidir. Ücret seviyesi, özellikle yüksek enflasyon koşullarında, piyasaya/paraya/ücrete bağlı yaşamlar için, tabii ki yakıcı bir sorun olacaktır; ancak ücret seviyesi sorunun nedeni değil sonucudur. İşçi sınıfının patlamalı karaktere sahip kendiliğinden eylemliliğinden, yaşadığı sorunun nedenini siyasallaştırması beklenmemeli; o kendiliğinden eylemliliği ile -beklendiği ve tarihi boyunca hep olduğu gibi- sonuçları siyasallaştırıyor”
“Yeni ekonomi yönetimi, işçi direnişleri ve sınıf mücadelesinin seyri” dosyası kapsamındaki sıradaki söyleşimiz emek hareketine dair çalışmalarıyla bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi Prof. Dr. Metin Özuğurlu ile. Özuğurlu iki temel olguya dikkat çekiyor: Birincisi ücretlerin belirlendiği düzlemin ulusal düzeyi aşan dinamiklerle şekillendiği ve ücret politikasındaki değişimin söylemsel düzeyde olduğu. Diğeri ise metalaşmanın genelleşmesi ile ücret gelirinin yaşamsal ihtiyaçlara erişimdeki tek kaynak olması.
Özuğurlu bu iki temel olguya dayanarak ücret artışı talebinin bitimsiz bir talep olduğunu ancak bu talebin nesnel kapsamının oldukça geniş olduğunu, temel ihtiyaçların meta-dışılaştırmaya işaret ettiğini vurguluyor. Ücret düzeyinin düşük olmasının sorunun bir sebebi değil, sonucu olduğunu ifade eden Özuğurlu, asıl sorunun ihtiyaçların ücrete tabi olma düzeyi olduğunun altını çiziyor.
Enflasyonun yüksek olmasına dair Merkez Bankası raporları da Mehmet Şimşek’in açıklamaları da ücretlere işaret ediyor. Ücret politikasına dair önceki döneme nazaran nasıl bir değişimden söz edebiliriz?
Demeç tadında bir yanıtla yetinmeyeceksek, soruyla ilgili olarak kapitalizmin vurgulamamız gereken biri tarihsel diğeri güncel iki eğiliminden söz etmemiz, başlangıç için elzemdir. Öncelikle küresel mal ve hizmet zincirine dahil olan ülkeler bakımından, ücret seviyelerini belirlemeye dönük “ulusal” politika araçları önemli ölçüde işlevsizleşmiştir; söz konusu zincirde dolaşımda olan bütün metalar gibi emekgücünün fiyatı olarak ücretler de fiili olarak ulus ötesi ölçeklerde belirlenmektedir. Ulusal ölçekteki fiyat/ücret politika araçları ise ulus-ötesi belirlenimin gerçekleşme araçları olarak düşünülmelidir. Ücretleri anlamamıza olanak sağlayacak tarihsel eğilimi; yoksullaştırma, mülksüzleştirme, işçileştirme ve metalaşma süreçlerinin birleşik etkisinde görebilir ve onu da kısaca sermayenin “muhtaç kıldığından mahrum bıraktır” stratejisi şeklinde adlandırabiliriz.
Öyle ya, sermaye bakımından tüm insani ihtiyaçlar -barınma, beslenme, sağlık, eğitim, ulaşım, tatil vb. gibi- piyasa malıdır, namı diğer metadır; bunlara erişmek için para, para için iş gerekir. Önce milyonları geçimlik alanlarından kopart, mülksüzleştir, işgücü piyasasına fırlat at, emekgüçlerini satacakları bir işe muhtaç kıl; ardından da hem istihdam alanlarını daralt hem de güvenceden yoksun kıl. Sermayenin tarihsel eğilimlerinin en yalın gerçekleşme biçimlerini -vahşi kapitalizm evresi sonrası- zamanımızda yaşıyoruz. AKP’ye gelince, uzun iktidar yıllarını dönemlere ayırarak analiz etmek son derece yaygın bir eğilim; birçok tema için bu anlamlı da olabilir. Ancak sermayenin yalın birikim eğilimi ve emek üzerindeki gerçek tahakkümü söz konusu edildiğinde, o uzun iktidar yıllarının her bir saniyesinin tam bir sermaye sadakati ile malul olduğu açıktır.
Türkiye’de uzun zamandır hiçbir sektörde “sosyal ücret” söz konusu değil ki, ücretlerin enflasyonist etkisinden söz edilebilsin. Sakıp Sabancı, Kayserili şivesi ile ücretlerin sosyal boyutuna “dana ücret” der, “dana ücret ana ücreti geçti” diye yakınır dururdu. 12 Eylül 1980 darbesinden AKP’ye uzanan yıllar içinde “dana”yı dillim dilim doğradılar, attılar. Bugün var olan, uluslararası belirlenime tabi piyasa ücretidir. Sabancı’nın sosyal ücretten yakındığı yıllarda, insani ihtiyaçların karşılanmasında belli düzeylerde geleneksel ve/veya kamusal meta-dışı olanaklar mevcuttu, dolayısıyla işçilerin piyasa bağımlılık düzeyleri daha düşüktü. Bugün tümüyle ceplerindeki para kadar var olabiliyorlar. Devlet aygıtı ortaklaşa paylaşılan varlıklar alanını (kamusallığı) yurttaşlarının altından çekip almış vaziyette. Emeğin yaşam alanları piyasa tarafından zapt edildikçe, medeni, siyasi, sosyal hak bileşkesi üzerine yükselen yurttaşlık kurumu da çatırdıyor.
Özetle yeni Maliye Bakanı ile ücret rejimi değişmeyecek, sadece yanlış bir adlandırma ile popülist denilen ve seçime dönük olarak uygulamaya konan kaynak dağıtım mekanizmalarına rağbet edilmeyeceği söyleniyor. O mekanizmalar içinde kredi teşvikleri ve sosyal yardımlar çok daha ön planda idi.
Temmuzdan itibaren çok sayıda yerde çoğunlukla zammın düşük bulunmasına karşı işçi eylemleri oldu. Enflasyon etkisinin uzun dönemli olması durumunda bu hareketlenmenin uzun vadede etkisinin ne olacağını ve nereye varacağını düşünüyorsunuz?
Ücretlerin genel seviyesinin belirlendiği ölçek ulus-ötesine uzanmış ve emeğin yeniden üretiminin piyasa bağımlılığı derinleşmiş iken işçi sınıfının ücret artış talebi, bitimsiz bir talep olmak durumundadır; zira sözü edilen koşulları sahiplenen ve sürdüren iktidarların bu talebi makul bir süre için karşılama (örneğin 1989 Bahar Eylemlerinin ardından olduğu gibi) olasılığı söz konusu değildir. O halde, bitimsiz ücret artışı talebi şeklindeki görüngünün ardında yatan gerçek talebi görmek gerekir; o da insanca yaşam için gerekli olan ihtiyaçların meta-dışı bir karakter kazanması ve birer piyasa malı olmaktan çıkartılması talebidir.
1990’ların sonlarına doğru otomotiv sektöründe sendikada örgütlü işçilere bir anket uygulamıştık. Sorulardan biri “Öncelikli talebiniz ücret artışı mı, iş güvencesi mi?” şeklinde idi. İş güvencesi seçeneği ağır basmıştı, şaşırmıştık. Vasıf sahibi, güvenceli, örgütlü merkez işgücü için, ücret talebinin ikincilleşmesi, şaşırtıcı idi. Bugün bu soruyu sorsak ağırlıklı yanıt ücret artışı şeklinde olur; zira istihdam artık her eğitim ve vasıf düzeyi bakımından zaten güvencesiz bir kalıba oturmuş durumda. Üstelik, organize sanayi bölgeleri başta olmak üzere proletaryanın demografik dönüşümü, göçmen işgücü lehine gerçekleşiyor ve işsizlik ile ücretleri baskılayan yüksek emekgücü arzı, istihdam ve çalışma koşullarında iyileşme umudunu ortadan kaldırıyor.
Benzeştirme yapmak gerekirse, bu ortamda işçilerin ücret artış talebi, ummanda boğulmakta olan kişinin can simidi talebini fazlasıyla andırıyor. İhtiyaçları piyasa malı haline gelmiş ve onlara ancak emekgücü karşılığında aldığı ücretle erişebilir durumdaki bir kişi için artan ücretinden bir önceki kuşak gibi tasarruf yapabilmesi mümkün mü? Arttırılan ücretler bugün bir refah göstergesi midir? Asla! İhtiyaçlara meta-dışı mekanizmalarla erişim sağlanabildiği ölçüde, ücretler de tasarruf edilebilir gelir kalemi haline gelecektir.
Özetle işçi sınıfının temel sorunu, ücretlerin seviyesi değil, ihtiyaçların ücret gelirine tabi olma düzeyidir. Ücret seviyesi, özellikle yüksek enflasyon koşullarında, piyasaya/paraya/ücrete bağlı yaşamlar için, tabi ki yakıcı bir sorun olacaktır; ancak ücret seviyesi sorunun nedeni değil sonucudur. İşçi sınıfının patlamalı karaktere sahip kendiliğinden eylemliliğinden, yaşadığı sorunun nedenini siyasallaştırması beklenmemeli; o kendiliğinden eylemliliği ile -beklendiği ve tarihi boyunca hep olduğu gibi- sonuçları siyasallaştırıyor. Lakin içinde bulunduğumuz zamanın karakteri gereği, ücret artışı şeklindeki bitimsiz öznel talebin nesnel kapsamı çok geniş. Örneğin “Bahar Eylemleri” adıyla anılan ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile bastırılmış ücretlerin telafisini amaçlayan 1989 kamu işçi eylemlerinin nesnel kapsamı, iktisat politikası ve ardındaki birikim rejimini değiştirmeye uzanıyordu. 89 Bahar Eylemleri, nesnel kapsama uzanan bir siyasallaşma ile sonuçlanmadı, bastırılmış ücretler telafi edilirken, buna yaslanan ihracata dayalı büyüme politikası da sonlandırılmış oldu; ancak neoliberal sermaye gündemi yeni politika araçları ile işçilerin yaşamlarını tahrip etmeyi sürdürdü.
İşçi eylemlerinin analizinde kullandığım “öznel-nesnel kapsam” kavramsallaştırmasına açıklık getirmem gerekirse; eylemlerde talep edileni -burada ücret artışı- mücadelenin öznel kapsamı, taleplere doğrudan neden olan faktörlerin (insani ihtiyaçların metalaşması) hedeflenmesi ise mücadelenin nesnel kapsamı (insani ihtiyaçların ya da emeğin yeniden üretim alanlarının meta-dışılaşması) olarak görülebilir. Ben bu kavramsallaştırmayı, günümüz kapitalizminin özellikleri çerçevesinde “ekonomik-siyasi mücadele” ayrımına kıyasla çok daha açıklayıcı buluyorum. Bu ara notu, öznel ve nesnel kapsam arasındaki alanın, sınıflar mücadelesinin asli alanı olduğunu vurgulayarak kapatayım ve sorularınıza geçeyim.
Toplu iş sözleşmesi yapılabilen yerlerde dahi kısa süre içerisinde yüksek enflasyondan dolayı ücretlerde hızlı bir erime yaşanıyor. Toplu sözleşme süreçlerinde ücret artışı talebi yeterli mi, ücret artışı talebinin yetersiz kaldığı noktada taleplerin içeriği nasıl genişletilebilir, nasıl bir strateji izlenebilir?
Sendikacılık hareketine, uluslararası birliklerini de dahil ederek baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: Ortaya koydukları sorunların politik iması ile önerdikleri çözümler arasında büyük bir açıklık mevcut; tanımladıkları sorunlar devrimi çağırırken, çözüm önerileri diyalogda kalıyor. Bu paradoksu, hadi bizimkiler pek umursamıyor olabilir ama ETUC’un, ITUC’un yöneticileri görmüyor mu? Tarihsel kapitalizmin çağdaş işleyişinde sendikacılık hareketi yapısal bir zorlanma ile karşı karşıya; işçiyi sadece ücretli olarak kavradığında, yaşadığı ve tanımladığı sorunlara çözüm üretebilmesi mümkün görünmüyor. Zira, en temel mücadele aracı olan toplu sözleşme düzeneği, ücretlerin genel seviyesinin belirlendiği ölçekte (uluslararası ölçek) kurulu değil.
Bu yapısal zorluğu aşmanın yolunu Gramsci bir önceki yüzyılın başlarında ortaya koymuştu; işçi sınıfını salt ücretli olarak değil, üretici olarak kavrayacak ve böylece işçi örgütünü, salt üye işçi birliği olarak değil, kolektif emek örgütü olarak işletecek bir perspektif. Gramsci için bu örgüt formu fabrika konseyleri idi. Bugün için örgüt formu üzerinden işçi sınıfı içi farklılaşmaları kaşımanın bir yararı olduğunu sanmıyorum. Ücret meselesini ve somut işçinin öznel sorun ve beklentilerini ikincilleştirmeden, sendikal işleyişi, mal ve hizmet üreten kolektif işçinin varlığına yaslayan -ki Çetin Uygur’lu Yeraltı-Maden İş deneyimi bu topraklara aittir- çalışma tarzı esas alınmak durumundadır. Dikkat edin, işçiyi salt ücretli değil, üretici olarak da kavrayan alternatif işçi örgütlenmeleri, daha büyük bir etkiye ve dolayısıyla ilgiye konu oluyorlar.