Türkiye’nin göç politikası, AB’nin göç planını görerek ve bunu bir fırsata çevirerek hem siyasal hem de maddi pazarlıkta el yükseltecek görünüyor. AB yönetimi de 28 Mayıs seçimlerinden iktidarı pekiştirerek çıkan Erdoğan yönetimine el uzatarak, mülteci pazarlığı üzerinden “kazan kazan” partnerliğine devam edecek görünüyor
Göle atılan bir taş, halkalar halinde nasıl dalgalanma yaratıyorsa; göç ve iltica haklarını baltalayan Avrupa Konseyi’nin son kararları da Türkiye ve diğer ülkeler üzerinde benzer etki yaratacak görünüyor.
Brüksel’de 8-9 Haziran’da gerçekleşen ve bakanların katıldığı AB Adalet ve İçişleri toplantısı iki kritik karara imza attı. Kararlardan ilki, sığınmacı kabulü ve iltica hakkını esnekleştirerek iyice budadı ve AB sınırına henüz ayak basmış sığınmacıların kitlesel olarak ve hızla geri gönderilmelerinin önünü açtı. İkinci kritik karar, iltica bariyerini aşan mültecilerin AB ülkeleri içinde paylaşılmasına dairdi. Böylece “kelle başı” 20 bin Euro fiyat biçilen mültecilerin, merkez kapitalist ülkeler tarafından daha yoksul AB ülkelerine depo edilmesinin önü açıldı.
Plan aslında yeni değil. Çok öncesinde, 1 Ocak 2021 yılında yürürlüğe konmak üzere ve çok daha kapsamlı olarak hazırlandı. Bu planın adı “AB Yeni Göç ve İltica Planı”ydı[1]. Çok daha kapsamlıydı çünkü içerisinde sınır güvenliği harcamalarının arttırılması ve mültecilerin dijital olarak fişlendiği Eurodac sistemi vardı. Yanı sıra nitelikli göçmen işgücünün ayıklanarak süzülmesi, niteliksiz göçmen işgücünün ise AB ajansları eliyle Türkiye gibi ülkelerde eğitilerek AB pazarına geçici sözleşmeler üzerinden transfer edilmesi vardı. Kısacası AB emperyalizminin yeni göç ve iltica planı hem mültecilere karşı savaşı sertleştiriyor hem de “göç ve göçmenlerle mücadeleyi” sermaye birikimi açısından bir fırsata çevirmek istiyordu. Ne var ki, birlik ülkelerinin tümü tartışmaları birkaç yıldır devam eden bu plan üzerinde görüş birliğine sahip değildi. Bu nedenle AB göç planı uzun süre hayata geçirilemedi. Ta ki, Fransa Devlet Başkanı Macron’un bulduğu ara formüle kadar: “Planın tümü hayata geçmiyorsa adım adım çözülebilir.” İşte 8-9 Haziran toplantısında alınan iki kritik karar, bu ilk adımlar oldu.
Kıta Avrupa’sının egemenleri telaştalar. Çünkü altında AB’nin de imzası olan küresel kapitalist politikalar yerküre üzerindeki göçleri durduramadığı gibi tırmandırıyor. Ukrayna savaşı, küresel iklim değişikliği, kuraklık, su kaynakları, doğa ve yaşam alanlarının talan edilmesi, orman yangınları, pandemi ve diğer bulaşıcı hastalıklar, depremler zorunlu göçlere neden oluyor. Örneğin Sahra altındaki halklar Kuzey Afrika üzerinden Akdeniz’e doğru kaçıyorlar. Alınan tüm “önlemlere” ve insan hakları ayaklar altına alınarak yapılan caydırıcı müdahalelere rağmen orta Akdeniz’deki ölümler geçen yılın ilk 5 ayına göre üçe katlandı! 2022’nin ilk 5 ayında orta Akdeniz’de boğulan mülteci sayısı en az 1000’e ulaştı. Ayrıca AB tarafından yapılan açıklamada, 2022’de Avrupa’ya ayak basan mültecilerin, yüzde 64’lük artışla 330 bine ulaştığı belirtildi. Ekonomik kriz ve sınıfsal uçurum nedeniyle yaşanan açlık ve yokluk göçleri de istikrarlı yükselişini sürdürüyor. Otoriterleşen rejimler, iç çatışma ve gerilimler nedeniyle yaşanan göçlerde de bir azalma eğilimi gözlenmiyor. Dolayısıyla AB’nin şefleri son kararlardan memnun olsa da bu adımların önümüzdeki yıllarda olası büyük ve ani göçler karşısında basit kararnameler olmasından da endişe ediyorlar. Avrupa’nın efendilerinin önünde şimdi Konsey kararlarını Avrupa Parlamentosu’nda oylamak akabinde toplanacak yeni zirvelerle daha sert kararları gündeme getirmek var.
Süreç aslında 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin “adım adım” tasfiye edilmesi şeklinde ilerliyor. Avrupa Konseyi içinde üye devletlerin muhalefeti de söz konusu. Nitekim son iki karar 27 üye ülkeye karşılık 15 üye ülkenin “nitelikli çoğunluğu” sayesinde alınabildi. Macaristan ve Polonya ret oyu kullandı. Çekimser kalan ülkeler de sonucu değiştiremedi. Ret oyu veren ya da çekimser kalan devletlerin tek derdi var, o da “göçmen deposu” olmamak. Ukrayna savaşından sonra Ukrayna göçünün depo ülkesi haline getirilen Çekya da oldukça tedirgin. Bu ülkelerde hem yabancı düşmanlığı hem de aşırı sağ yükselişte. Avrupa genelinde de benzer bir siyasal eğilim görmek mümkün. Almanya, Fransa, Hollanda gibi öncü ülkeler bu durumu bildikleri için, “parayla göçmen depolama” taktiğini Türkiye’den sonra kendi üye ülkelerinin de gündemi haline getirmeyi başladılar. Ekonomik zorluk yaşayan AB’nin Balkan ülkeleri, bu plana euro pazarlığı sayesinde dahil edilecek görünüyor. Bu arada Akdeniz rotasında göçün yığınak noktası haline gelen İtalya ve Yunanistan da görece rahatlatılmaya çalışılıyor.
Avrupa Konseyi içinde bu kararların alınması hiç de kolay olmadı ve kulis bilgilerine göre sert tartışmalara yol açtı. Aynı süreçte Fransa’da bir parkta “Mesih” diye bağıran Suriyeli sapkın tarafından 6 çocuk ve bebeğin bıçaklanması, atmosferi kararın oylanması lehine çeviren faktörlerden biri oldu. Vahşet olay soru işaretleriyle dolu ve henüz aydınlatılmış değil.
Gelelim Avrupa Konseyi göç kararlarının Türkiye ve diğer ülkeler üzerinde yaratacağı etkiye. Kendi içinde dahi “göçmen deposu borsası” açan AB karşısında, çevre ülkeler (Euro pazarlığı karşılığında) artık daha rahat ve daha çok “mülteci depolama” talebinde bulunacaklar. Türkiye’de iç kamuoyunu baskılamak AKP hükümeti açısından biraz daha rahat hale gelecek. Türkiye, mülteci deposu rekabetinin öncü gücü olarak öne çıkarılacak. Çevre ülkeler demişken; “depo ülkelerin” doğuda Türkiye’den İran, Pakistan ve Afganistan’a uzanacağını, aşağıda ise Kuzey Afrika ülkelerinden sahra altı Afrika’ya kadar ineceğini söyleyebiliriz.
Kısa süre önce Dışişleri Bakanlığı’nı devreden Mevlüt Çavuşoğlu’nun, 21 Mayıs tarihli Habertürk yayınında dile getirdiği beyanat da bu konuda ip uçları veriyor: “…Esad’la işbirliği yaparak (Suriye’ye) geri göndereceğiz. Afganlıların önemli kısmını geri gönderdik. Çalışmayı İçişleri Bakanlığı yapıyor biz de Dışişleri Bakanlığı olarak Afganistan’la iş birliği yapıyoruz. Pakistan’la da bir geri kabul anlaşması imzalamak için müzakere ediyoruz”[2]. Yani kademeli olarak AB Türkiye’ye, Türkiye de Suriye, İran ve Afganistan’a mültecileri geri göndermeye başlıyor. Her ülkede ayrıca depolama hazırlıkları/pazarlıkları gündemde olacak.
28 Mayıs seçimlerinden sonra Erdoğan öncülüğünde yapılan ilk MGK toplantısında öne çıkan gündemlerden biri yine mültecilerin geri gönderilmesiydi. MGK bildirisinde şu ifadeler yer buldu: “Suriye’nin toprak bütünlüğünün muhafazası ile kalıcı barış ve istikrarın tesisinin terör örgütlerinden temizlenmesi ile mümkün olacağı belirtilmiştir. Çatışmalardan kaçan Suriyelilerin gönüllü, güvenli ve onurlu bir şekilde yurtlarına dönerek hayatlarını huzur ve refah içinde idame ettirebilmesi için gösterilen gayretlere katkı sağlayacak uluslararası iş birliğinin önemine dikkat çekilmiştir”[3]. MGK’nın yaptığı uluslararası işbirliği çağrısı AB’nin göç planı ile önemli ölçüde uyumlu görünüyor. Ayrıca AKP hükümetinin Suriye’nin kuzeyinde cep bölgeler oluşturarak mültecileri buralara yığmak istediği de biliniyor. Dolayısıyla Türkiye’nin göç politikası, AB’nin göç planını görerek ve bunu bir fırsata çevirerek hem siyasal hem de maddi pazarlıkta el yükseltecek görünüyor. AB yönetimi de 28 Mayıs seçimlerinden iktidarı pekiştirerek çıkan Erdoğan yönetimine el uzatarak, mülteci pazarlığı üzerinden “kazan kazan” partnerliğine devam edecek görünüyor.
Avrupa Birliği modern anlamda “göçmen depolama” feyzini büyük oranda Avustralya’dan aldı. Zira Avustralya denizaşırı ülkelerden gelen göçmen ve sığınmacıları, daha ana karaya ayak basmadan önce adalarda muhafaza ederek sert iltica prosedürlerini uyguluyordu. İşte 8-9 Haziran’da yapılan Avrupa Konseyi toplantısı benzer prosedürü kendi sınır uçlarına taşıdı. Şayet kararlar Avrupa Parlamentosu’nda onaylanırsa, yakın gelecekte Avrupa’nın sınır uçlarında ve adalarında “mülteci toplama kamplarına” da tanıklık etmiş olacağız. Mülteci ailelerin uzun sürecek tutsaklık süresi de onları geldikleri ülkelere geri göndermek için caydırıcı işkence olarak kullanılacak. Böylece Dublin Sözleşmesi’nin ruhuna da El Fatiha okunacak. Dublin Sözleşmesi hak savunucuları tarafından eleştirilmekle birlikte, zorunlu göç eden kişinin ilk giriş yaptığı yerde (burası merkez Avrupa ülkelerinden biri de olabilir) sığınma prosedürleriyle karşılaşmasını bir hak olarak tanıyordu. Yeni göç planı “ikna edici ve nitelikli olmayan” iltica taleplerini rafa kaldırarak, bu kapsamdaki kişileri hızla sınır boylarındaki kamplara, sonrasında geldikleri ülkelere yahut Türkiye gibi ara ülkelere sevk etmeyi ön görüyor.
Sonuç olarak, Türkiye’deki göç sorunu hem mülteciler hem de yerli halk bakımından ağır ve büyük bir sorun. Fakat sorunun kendisi kapitalizmin eylem planlarından bağımsız değil. Bu nedenle Türkiye’deki toplumsal muhalefetin AB Göç ve İltica Planı’nı “adım adım” takip etmesi ve bu planlara karşı kardeş halklarla birlikte enternasyonal bir mücadele kanalı açması gerekiyor.
[1] https://www.evrensel.net/yazi/87237/abnin-multecilerle-savasi-10-soruda-yeni-goc-ve-iltica-plani
[2] https://www.haberturk.com/disisleri-bakani-mevlut-cavusoglu-ndan-haberturk-e-aciklamalar-3593519
[3] https://m.bianet.org/bianet/siyaset/280061-mgk-bildirisinde-suriyelilerin-onurlu-ve-guvenli-geri-donusu-ne-vurgu
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.