“O kadını oraya ben koymadım, eline o değneği ben vermedim, jandarmayı oraya ben getirmedim, yani bir set kurmadık biz orada. O duruş gerçekti ve o insanların hoşuna gitti. İlla bir şey hissediyorsam o insanlara teşekkür etmem lazım o duruşu bize verdikleri için benim şansım sadece orada olmaktı. Başka bir arkadaşımız da orada olsaydı eminim aynı fotoğrafı çekecekti. Çünkü orası gerçek. O fotoğraf orada duruyor. O insanlar hala aynı fotoğrafı vermeye devam ediyor”
Rize’nin İkizdere ilçesinde 21 Nisan’dan beri tüm Türkiye’nin dikkatini üstünde toplayan bir direniş sürüyor. Köylüler İşkencedere Vadisi’ni Cengiz İnşaat’ın taş ocağı projesine karşı korumaya çalışıyor.
Vadilerine taş ocağı açılmasını istemeyen köy halkı haftalardır sürdürdükleri direnişle seslerini duyurmaya çalışıyor. Jandarma doğayla halk arasında barikat oluyor. Saldırılar, yasaklar, demir kapılar, gözaltılar… Yine de köylüler pes etmiyor.
İkizdere Direnişi’nde köylülerin kararlılığı hafızalara kazınan fotoğraflara yansıyor. Özellikle bir tanesi, patika yolda, elinde değneğiyle, jandarma barikatının karşısında dimdik duran kadının fotoğrafı da direnişin simgelerinden birine dönüştü.
O fotoğrafı, direnişçilerin seslerini duyurmak için köy halkına başından bu yana destek veren ekoloji aktivisti, yerel gazeteci Eren Dağıstanlı çekmişti. Dağıstanlı’nın “Bir avuç cesur insanın onurlu mücadelesi” notuyla paylaştığı fotoğraf binlerce kez paylaşıldı, anonimleşti, unutulmazlar arasına girdi. Dağıstanlı o fotoğrafın öyküsünü ve İkizdere Direnişi’ni Sendika.Org’a anlattı. Dağıstanlı’nın deyimiyle, “Her seferinde hem fiillen hem politik olarak nefessiz kaldığımız bir ortamda” ortaya çıktı bu fotoğraf.
“O fotoğraf orada duruyor. O insanlar hala aynı fotoğrafı vermeye devam ediyor” diyor Dağıstanlı. İşte o fotoğrafın hikayesi, işte “Bir avuç cesur insanın onurlu mücadelesi…”
Ceylan Bulut: Öncelikle seni tanıyabilir miyiz?
Eren Dağıstanlı: Artvin Hopalıyım. Yaklaşık 4-5 yıldır Hopa’da yaşıyorum. Buraya yerleştim, daha önce İstanbul’daydım. 2008-2009’dan itibaren aktif olarak ekolojik mücadelenin içerisinde yer alıyorum. Aynı zamanda da son birkaç yıldır memlekette iletişim ve medya işleriyle uğraşıyorum. Özel haberler dosya işler çıkarıyorum ya da sosyal medyada bu işleri takip etmeye çalışıyorum bir şekilde. Artvinden.com adlı yerel bir internet sitesinin editörlüğünü yapıyorum ama gazeteci miyim, bilmiyorum. Ekoloji aktivistiyim. Gazetecilik bence çok büyük bir kavram olduğu için o büyüklüğü henüz kaldırabilecek kıvamda değilim ama bir şeyler yapmaya çalışıyorum.
Başından beri direnişe destek veriyorsun. İkizdere’deki direnişe dair senin gözlemlerini merak ediyoruz. Orada neler oluyor? Direnişe bölge halkından ciddi bir destek var mı?
Rize’nin İyidere ilçesinde “İyidere Lojistik Limanı” diye bir proje var. Bu lojistik liman, deniz doldurularak yapılacak. Dolgu için taşa ihtiyaç var. İkizdere’de mevcut bazalt taş ocağı diye geçen bir proje bu. Şu anda Ethone (Gürdere) Köyü’nde insanlar taş ocağına karşı yaklaşık kırk günü aşkın süredir fiili olarak direniyor. Tabiî bunun öncesi var. Bir hazırlık ve dava süreci vardı. Ne zaman ki bu insanların vadisine Eskencedere (yerel ağızda İşkencedere’ye Eskencedere de deniliyor) dediğimiz bölgeye kepçeler yol çalışması için gelmeye başladı, insanlar fiili olarak direnişe geçti. Yanlış hatırlamıyorsam 21 Nisan’a tekabül ediyor başladığı gün. Çalışmalar ise henüz taş ocağı için yol açma aşamasında. Bizler de oradaki insanlarla dayanışmak, buluşmak, onların dertlerini dinlemek ve onların sesini duyurmak için bölgeye gittik. Aynı zamanda fotoğraf ve videolar çekerek oradaki direnişi gündem yapmak, bir yandan da onlardan öğrenmeye gittik.
Köylünün büyük bir bölümü direnişe destek veriyor. Özellikle ilk günlerde alanda bir karşı karşıya geliş vardı. Jandarmanın halka dönük biber gazlı müdahalesi, gözaltı yapmaları, barikatların kurulması ilk bir hafta böyle geçti. Ondan sonraki günlerde kapanma dönemiyle birlikte kapanma bir fırsat bilinerek oradaki insanlar iyice yalnızlaştırıldı ve yasaklardan dolayı bir kısmı evlerinden çıkamaz oldular. Sayıca bir azalmaya rağmen insanlar patika yollardan iki ila iki buçuk saat yürüyerek alana gelişlerini sürdürdü.
Çalışmayı durdurmaya çalışan insanların alana girişlerini engellemek için vadi girişine demir kapı yapılarak resmi olarak oranın şantiye alanı olduğu ilan edildi ve insanların demir kapının ilerisine geçmeleri fiili olarak yasaklandı.
O dönem milletvekilleri gelip alana girmeye çalıştı. Hem çalışmayı incelemeye hem yavaşlatmaya çalıştılar. Oradaki hukuksuzlukların tespiti yapılarak bunlarla ilgili suç duyuruları yapıldı. Bu sırada AKP’nin milletvekilleri köylüleri ikna etmek için geldi. Olmadı, arkasından Ulaştırma ve Altyapı Bakanı geldi. Bu çok sık rastlanan bir durum değil bir bakanın taş ocağı için alana gitmesi. O süreçte bazı manipülatif bilgiler yayılmaya başladı, köylü ikna edildi gibi. O süreçte direniş de sekteye uğramadı değil ama köylüler kendi aralarında toplantılar yaparak işin aslını astarını tartıştılar ve yeniden birlik halinde mücadeleye devam ettiler.
Şu anda da demir kapının beş yüz ila altı yüz metre kadar aşağısında bir alan var. Köylünün tapulu arazisi, bir ceviz ağacı var. O ceviz ağacının altında pasif olarak direnişlerine devam ediyorlar. Bazen şarkı söylüyorlar, bazen ıslık çalıyorlar, bazen ağaçlara çıkıyorlar. Yine bir şekilde direnmeye çalışıyorlar. Ama bir yandan da bazen fiili olarak patikalardan giderek ağaçlara çıkıp çalışmayı durdurabiliyorlar. Bazen de bu imkan olmuyor ve bir şekilde yol çalışması devam ediyor. Ayrıca çalışma esnasında bölgede bir heyelan meydana geldi. Uzunca bir süre de o heyelanı kaldırmaya çalıştılar. Aslında doğa da bir yandan uyarıyor, “Burası doğru yer değil, burada çalışma yapılmasın” diyor. Ama her şeye rağmen yol çalışması devam ediyor.
Çalışmayı durdurmak için ne yapılabilir?
Normal şartlarda bu çalışmayı durduracak olan şey hukuktur, bir mahkeme süreci var. Köylülerin birinci talebi bu sürecin beklenmesiydi. Ama süreç beklenmeden çalışmalara başlandı. Şu anda mahkeme süreci devam ediyor bir yandan. Aslında öncelikle bu sesi duyması gereken yer Rize İdare Mahkemesi. Herkes duydu, bir Rize İdare Mahkemesi duymuyor. Karar vermemekte ısrar ediyor. Olumlu ya da olumsuz bir karar verirse köylülerin en azından direnişlerinin ne şekilde sonuçlanacağı ya da neye evrileceği bence belli olacak.
Bu projenin zaten birçok hukuksuzluğu var ve bu hukuksuzluklara rağmen devam etmesi düşünülemez. Gerek Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinde gerek ihale sürecinde kendi belirtikleri raporlarda bile bir sürü çelişki ve hukuksuzluk var. Bunlardan bir tanesi, “Burası İyidere Lojistik Limanı için yapılan bir taş ocağı” ifadesi ama İyidere Lojistik Limanı’nın ÇED raporunda, “Biz herhangi bir taş ocağı kurmayacağız, mevcutlardan alınacaktır” diyor. “O zaman buradaki taş ocağı ne?” diye sorduğumuzda herhangi bir cevap verilmiyor. Bu da hukuksuzluklardan bir tanesi. Çünkü eğer İyidere Lojistik Limanı’nda böyle bir şey yapılsaydı, yeni taş ocakları kurulacak denseydi, bunun için de bir ÇED süreci işletilecekti. Şu anda İkizdere’de Cevizlik Bazalt Ocağı için ÇED süreci de işletilmedi. Bu arada devletin bir kurumu diğerine yalan söyledi. Yani Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na “Biz taş ocağı kurmayacağız” demiş. Halbuki kuruyorlar, ortada bir oyun dönüyor.
Senin direniş alanında çektiğin bir fotoğraf çok beğenildi, çok paylaşıldı. Adeta İkizdere’deki direnişin simgesi haline geldi. Bunlar sana neler hissettirdi? Bize biraz o fotoğrafın hikayesinden bahseder misin?
Bir gün önce çok sert bir müdahale olmuştu. Biz orada değildik o gün. Sonraki gün oraya gidildi. Hem dayanışmaya hem de mesele nedir ne değildir diye oradaki insanlardan dinlemeye gittik. Patikalardan alana doğru giderken kadınlar öndeydi. Ben de o sırada hemen onların arkasındaydım. Henüz kalabalık yoktu, o ablamız aşağı doğru yürüdü, ben de peşinden gittim. Aslında biraz da korktum, bir şey olur endişeyle gittim. Orada veryansın ediyordu, “Bize niye bunu yapıyorsunuz? Niye şirketin korumalığını yapıyorsunuz? Biz burada taş ocağı istemiyoruz, burası bizim doğamız, ağaçlarımız, yaşam alanlarımız, yapmayın etmeyin” diye isyan ederken ben de o fotoğrafı çektim.
O an paylaşamadım, zaten o alandan bir şey paylaşmak çok zor. Öncelikli olarak oradan videoları kamuoyuna iletmeye çalışıyorduk bilgilendirmek için. O günün akşamında, “Bir avuç cesur insanın onurlu mücadelesi” notuyla paylaştım. Bu kadar etkileşim alacağını düşünmemiştim. Çünkü bu ilk defa olan bir şey değildi son defa olan da bir şey değil. Ekoloji mücadelesi Türkiye’de böyle çok fazla ana şahit oldu. Özellikle yerellerden böyle çok fotoğraf çıktı. Sanırım o fotoğrafın bu kadar paylaşılmasının sebebi çok nefessiz kaldığımız bir ortamda, ben öyle tarif ediyorum, her seferinde hem fiilen hem politik olarak nefessiz kaldığımız bir ortamda, ortaya çıkmasındandı. Maskelerle gezdiğimiz bir ortamda o duruş sanırım bize nefes aldırdı. Hem nefes almaya hem o cesur duruşa ihtiyacımız vardı. Hepimizin buna ihtiyacı varmış ki bu kadar çok paylaşıldı. Açıkçası ben beklemiyordum, bunu samimi olarak söylüyorum.
Direnişin duyulması görülmesi açısından ben çok mutlu oldum. Başkasının fotoğrafı olsaydı da yine mutlu olurdum. Önemli olan bu sesin büyümesi bizler için. Sonuçta var olmayan bir şeyi ben yaratmadım. O kadını oraya ben koymadım, eline o değneği ben vermedim, jandarmayı oraya ben getirmedim, yani bir set kurmadık biz orada. O duruş gerçekti ve o insanların hoşuna gitti. İlla bir şey hissediyorsam o insanlara teşekkür etmem lazım o duruşu bize verdikleri için benim şansım sadece orada olmaktı. Başka bir arkadaşımız da orada olsaydı eminim aynı fotoğrafı çekecekti. Çünkü orası gerçek. O fotoğraf orada duruyor. O insanlar hala aynı fotoğrafı vermeye devam ediyor.
Yakın zamanda yerel basın kartının olmasına rağmen vadiye alınmadığını ve ifade için karakola çağırıldığını yazmıştın. Neden ifadeye çağırıldın?
Sokağa çıkma yasakları bittikten sonra alana gittiğimizde valilik yasakları konuşuluyordu. Kolluk kuvvetleri gelip kimlik kontrolü yaptılar. Ben de kurum kartımı gösterdim. Beni jandarma eşliğinde demir kapı olan yere kadar aldılar. Fotoğraflar çektim ve bunları da yayımladık. Ama o gün enteresan olaylar yaşandı. Hapşırıyor diye birine GBT (Genel Bilgi Toplama uygulaması) yaptılar. Maskesi yüzünde yokmuş ve hapşırmış diye. Olay benim önümde oldu ben de doğal olarak sordum, dedim ki “niye GBT yapıyorsunuz?” Koronavirüs falan dendi. Ben de HES kodu da sorabilirsiniz dedim. Olmuyor mu acaba diye gerçekten de merak ettim. Nasıl bir işleyiş var bilmediğim için de sordum. Bu sanırım hoş karşılanmadı. Bizi almak için henüz seyir halinde olmayan yol kenarında bekleyen arkadaşımıza emniyet kemeri takmadığı gerekçesiyle para cezası kesildi. Bunun sebebi sorulduğunda ise “Bize işimizi yaptırmıyorlar” cevabı verildi. Ama iş yaptırmama gibi bir durum söz konusu değildi. Direnişe destek verildiği içindi.
Ertesi gün yine gittik aynı kartı göstermeme rağmen alana alınmayacağım söylendi. Ben de sebebini sorduğumda, “Basını almıyoruz” dendi. Başka gazeteciler de vardı onları da almadılar. Peki dedik. Öbür gün sadece benim alınmamam gibi bir duruma geçildi. Diğerleri bir şekilde girebiliyordu. Ben keyfi bir şekilde alınmadım. Ve en son alana gittiğimde yine alınmadım kimlik kontrolünden sonra karakola ifadeye çağrıldığımı söylediler. Şaşırdım açıkçası çünkü ifadelik bir durum olmadı hiç. Oraya gittiğimde anladım ki 19 Mayıs’ta köylüler ve gençler orada bir mesaj yayımlamıştı. Ben de onların 19 Mayıs kutlama mesajını çekip basına yollamıştım. Bunu eylem ve etkinlik yasağı kapsamında değerlendirmişler, bana “O kitleyi oraya sen mi çıkardın?” diye bir soru sordular. Ben de “Ben çıkarmadım, kendileri böyle bir şeye karar vermişler, ben çekmeye gittim” dedim. Bunu anlattım ifadede. Zaten bir bayramı kutlamak da bir eylem yasağı üzerinden yasaklanacak bir şey değil. Kaldı ki Rize Valiliği’nin eylem ve etkinlik yasakları komple hukuksuz. Beni zaten ifadeye çağıracaklarmış da bunu bulmuşlar gibi hissettim açıkçası ama çok önemli bir durum değil, gittik ifademizi verdik.
İkizdereli köylülerle ilgili “AKP’ye oy veriyorlar yine verecekler, beter olsunlar” gibi söylemler kullananlar da oldu. Senin orada direnen köy halkıyla birebir temasların oldu. Bize biraz oradaki tablodan bahseder misin? Onlar bu tarz söylemlerden haberdar mı, ne düşünüyorlar?
Bir kısmı biliyor bir kısmı bilmiyor. Ama bir şekilde haberleri oldu tabiî bu kadar yaygınlaşınca mesele. Bunu çok anlattık, bu sadece İkizdere için değil Soma için de deniliyor, “Çayda sömürüye son” diyen insanlara da deniliyor. Elinde seçim haritasıyla bekleyen bir kitle var, ne olsa seçim sonuçlarını gösteriyorlar. Hopa’daki çay üreticisinin videosunu paylaşıyoruz. Rize seçim sonuçlarını gösteriyorlar. Yani o kadar olaydan kopuklar ki o kadar yukarıdan bakıyorlar ki birçok şeyin farkında bile değiller. Onlar için Karadeniz silme AKP’ye oy veren, silme milliyetçi, silme muhafazakar bir yer. Ama her partiye oy vermiş karma bir topluluk var orada. Velev ki AKP’ye oy vermiş olsun, çok düz bir mantıkla soruyorum, insanlar oy verdikleri partiyi eleştiremezler mi?
O kadar her şeyden koptuk ki o kadar normallerden koptuk ki… İkizdere bize normal olan şeyleri hatırlatıyor. Demokrasiyi, kaybettiğimiz değerleri hatırlatıyor. Demokrasilerde normalde insanlar oy verdikleri partiyi eleştirebilir. Yani İstanbul’da Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy vermiş biri Ekrem İmamoğlu’nun yanlış bir icraatını eleştiremeyecek mi? Buna karşı duruş sergileyemeyecekler mi? Oy verdi diye buna mahkum mu kalacaklar? “Oh olsuncular” için ben şunu söylüyorum, CHP’li belediyelerde insanlara greve gidince AKP varken niçin yapmadın diyorlar ya da eylem yapmayın AKP’ye yarar diyorlar. AKP’ye ya da MHP’ye oy vermiş insanlar eylem yapınca “Oh olsun” diyorlar. Ee ne olacak insanlar oturup bekleyecek, sadece oy kullanmaya mı gidecek bu ülkede? En temel hak ve özgürlüklerini kullanmasınlar mı? Hiç mi sesleri çıkmasın? Nasıl bir ortak yaşam kurguluyoruz bizler? Ayrıca yaşam hakkı gibi meseleler seçime, sandığa indirgenecek bir şey değil. Ekoloji mücadelesi olarak baktığımızda gürgen ağacının oy kullandığını görmedim. Kurdun kuşun yaşam hakkı var bir yandan da bu savunuluyor. Sadece insan merkezli bir yaklaşımla bakamayız buna. Bu insanlara umut olmamız gerekiyor, başka bir memleketi göstermemiz gerekiyor ve bunu “Oh olsun” diyerek yapamayız.
Söyleşi: Ceylan Bulut