Faust’u oku, sevgili okur ve birinin bu zengin ve tuhaf şiiri, yaşama ve onun şaşırtıcı ve daha geniş boyuttaki olanaklarına tahammül etmek için daha soylu bir cesaretle terk ettiğini hissedip hissetmediğine bir bak!
Faust’u oku, sevgili okur, her iki bölümünü de; ve son uğrakta tıpkı benim gibi, birinin bu zengin ve tuhaf şiiri, yaşama ve onun şaşırtıcı ve daha geniş boyuttaki olanaklarına tahammül etmek için daha soylu bir cesaretle terk ettiğini hissedip hissetmediğine bir bak! Goethe’nin bir kez olsun “foyasının meydana çıkarıldığına” ya da herhangi bir korkunç sarsıntıda kendi iç uyumunun inanç dolu metanetini kaybettiğine ihtimal vermiyorum. Hayır; Goetheci mizaç ve tutum, sözcük mutlak ve bütünsel bir baş eğmeyi muğlâk bir hayata-tapıcılığa taşıdığı için, “evrensel” olarak nitelendirilemez. Goethe’nin samimiyetinde, bunu yaşamıyla birlikte söyleyecek olursam, hiçbir muğlaklık söz konusu değildi. O ve yaşamın, akıllıca ve planlanmış bir ittifak çerçevesinde, birbirini berrak bir şekilde anlaması bir alınyazısıydı.
Johann Wolfgang von Goethe’nin esrarengiz bilgeliği –bu kadar yıl sonra– ve gökyüzümüzden daha parlak meteorların ani geçip gidişlerinden sonra tükenmiş gibidir. Ah! Ben böyle düşünmüyorum. O halen, sütunlarının üzerinde “Lasciate ogni speranza!” yerine “Yaşamak Düşüncesi” yazan gizemli Kapı’nın girişini tutmaktadır. Taşıdığı gök gürültüsüyle yarılmış ama yenilgiyi değil zaferi taşıyan yüreği o geniş, dışarıya fırlamış gözlerinden okunmaktadır! Bir eli, insanoğlunun Bilim’in en hileli araçları ve yorulmak nedir bilmez araştırması sayesinde Doğa’nın bağrının üzerine yükselişinin bütün gizli sembollerinin nakşolduğu kafatasını tutar –nakşolduğu, evet!–, ancak diğeri, asil ve buyur edici biçimde yukarıya kaldırılmış, Hayalgücü’nün zaferinin defneyaprağından tacını taşımaktadır!
Böylece Hayatımızın Efendisi, Gerçek ve Şiir arasında –”im ganzen, guten, schonen / bütünüyle, güzelliğiyle ve iyiliğiyle”– salınır!
Tükenmiş olmak? Goethe’nin bilgeliği mi? Ah hayır! Henüz en üst seviyelerine dahi güç bela ulaşmıştır! Eğer bu ismin ortaya koyduğu etkilerin ve görüşlerin, sırların ve yöntemlerin bütün karmaşık dünyasını kelimelere dökmek gerçekten mümkün olsaydı, Eckermann’dan daha bilgece bir mürit haline gelinirdi. Büyük Kişi kendisini yılların gölgesine karşı parça parça, lokma lokma tanımlamaktadır.
Bu gizemli Adın bizim için ne anlama geldiğini hatırlatmak –ilk izlenim ve tepkileri, ayrıca bunu izleyen izlenim ve tepkileri– boyumuzu fazlasıyla aşan bir iş midir? Kulaklara fısıldanan “evrensel” sözcüğü işitilir. Bugünlerde bu sözcük çok sık işitiliyor. Ancak “evrensel”, Whitmanesk ve modern çağrışımıyla, Goethe’ye uygunluk göstermez. Goethe Dionysosçu bir şiddetle kendisini en uç düzey unsurlara kaptırmaz. Bunu gerçekleştirdiğinde –İlk gençliğinde, İtalya Yolculuğunun durma sürecinden öncesi onu böylesi romantik maceralardan kesin olarak korumuştur– o kadar da yapmacık, aşırı ve modern bir tarza sahip değildi. Şurası açıktır ki delilik ve tutkunluk içinde bazı çılgınlıkları görünmekle birlikte, Frankfurt’ta, Leipsig’te, Strassburg’ta, Weimar’da, berrak, mükemmel ve Apollon’unkine benzer başını her zaman korumuştur!
Goethe’nin bir kez olsun “foyasının meydana çıkarıldığına” ya da herhangi bir korkunç sarsıntıda kendi iç uyumunun inanç dolu metanetini kaybettiğine ihtimal vermiyorum. Hayır; Goetheci mizaç ve tutum, sözcük mutlak ve bütünsel bir baş eğmeyi muğlâk bir hayata-tapıcılığa taşıdığı için, “evrensel” olarak nitelendirilemez. Goethe’nin samimiyetinde, bunu yaşamıyla birlikte söyleyecek olursam, hiçbir muğlaklık söz konusu değildi. O ve yaşamın, akıllıca ve planlanmış bir ittifak çerçevesinde, birbirini berrak bir şekilde anlaması bir alınyazısıydı.
Evrene yönelik Goetheci tutum, tümüyle vazgeçişe işaret eden herhangi bir sözcük tarafından layıkıyla betimlenmek için, kendi içinde fazlasıyla dengeli ve ben-merkezcidir. Bu –nasıl demeli– bir bakıma kucaklaşmaların devasa kasırgalarını anlatan bir sözcükle özetlenemeyecek kadar, sinsice ve kötücül, büyük Ana’nın küçük sırlarının içinde gömülüdür. Yine de diğer yandan, Goethe’nin görkemliliği konusunda aşırılığa kaçmak oldukça kolaydır. Bu, onun içindeki şey, çok ileri götürüldüğünde sıra dışı karakteristikte bir şey, Parnasist bir dumanın ince akıntısı gibi, uçup gider.
Bunun ne olduğunu nasıl ifade edebilirim? Bu belki de onun içindeki “Alman”dır. Nietzsche’nin bu üst-insanı Akdenizlileştirmesine karşın, Goethe ciddi ve derin bir biçimde Alman idi. Rhine’li bakireler onu beşiğinde salladılar ve onun Roma’ya, Truva’ya ya da Kartaca’ya seyahat edebileceğini düşündüler, onun yaptığı yolculuk ise Rhine’li bakirelere dönüş yapmakla gerçekleşmiş oldu. Evet, onu en iyi anlayanların, dünyaya müdana etmeyi sürdürenler ve kulağına muhteşem olduğunu fısıldayanlar olduğunu düşünmüyorum!
En azından Keltik bir zihne göre, Goethe’de, oldukça garip bir biçimde, tüm o zengin, olgun ve hatta dünyevi bilgeliğinin içine katılmış mizahi bir saflık ve çocukluk bulunduğunu söylemekle, ayrımcılığın bu olağanüstü mum ışığını çok mu ileri götürüyorum? Şimdi ya da sonra, biri onu geride bırakır, görülmemiş bir sadeliğe bulanan küçük acıklı maceralarda, neredeyse büyük bir çocuk-orman tanrısı gibi, “Kategorik Zorunluluklar”ımızın zorlu hecelerini öğrenmek için çok ciddi bir şekilde çalışarak bir bakıma onu gafil avlar! Evrenin büyüsü kendisine doğru yönelirken, Dünyanın-çocuğunu, ibadet ettiği gizemli Varoluşun görünüşünden ve Ölümden sonra sürdüreceği şahsi yaşantısından bu kadar kendinden emin bulduğumuzda, o kendisini zaman zaman, sonu belirsiz bir meseleye bağlı olarak tuhaf, sönük bir umuda sahip hissediyordur!
Yeryüzünün tarihi boyunca, Leonardo Da Vinci dışında bize, dünyada kimseye bağışlanmamış gizli bir aydınlığın sahibi olduğu hissini veren kimse olmamıştır. Bu konuda, belki de görülebildiğinden daha büyük bir güvence vardır. “Kendi buzdan mağaralarında” belki Leonardo da kendisini baş düşmanı tarafından alt edilemez buluyordu. Akla yaşlı Glanville’in sözü geliyor: “İnsan kendini ölüme bırakmaz – kendi sonlu iradesinin zayıflığı tarafından olmadığı sürece.
Fosiller, kristaller ve taş katmanı örnekleri toplayan Goethe; botanik bahçelerini ziyaret eden ve bitkilerin metamorfozu üzerine kafa yoran Goethe; Strassburg Katedrali’nin çan kulesine tırmanan Goethe; Frederika’nın kollarından döndüğünde kendi hayaletiyle karşılaşan Goethe; “Ateş Hattı”ndan geçme “tecrübesini tadan” Goethe; Eckermann’a değerli insanın herhangi bir “büyük” edebî eserin sorumluluğunu almaktan kaçınmasının daha iyi olacağını “bildiren” Goethe; kahvaltı masasından Frau von Stein’a sosisler gönderen Goethe; fırtınada Lucifer’in doğum yıldızını gözlemleyerek kendi kendini avutan ve Galilee Gölü’nü düşünen Goethe; bunlar insanı yaşam denen komediyi sürdürmeye razı eden soylu ve mizahi bir hatıralar bütününün çeşitli resimleridir!
Genç Werther’in Acıları’nı Messrs tarafından basılan küçük ve “değersiz” nüshasından ilk okuduğum zamanlar – affınıza sığınarak söylüyorum – nasıl da canlı bir biçimde aklımda duruyor. O zaman, üç at tarafından çekilen bir filikada, Somerset bölgesinde Langport ve Bridgewater arasında bir yerde, nehrin üstündeydim! Arkadaş çevremin çoğunu her zamanki gibi, köhne bir meyhanede hafif bira içen hoş mizaçlı, âlemci erkek fatmalar oluşturuyordu. Ancak bunlardan biri – bu tam yirmi beş sene önce oldu sevgili okur! Söğütten koparılma kabuğu soyulmuş bir değnek kadar kırılgan bir kız, tam da dostluk rüzgârları eserken – filikanın kıç tarafında, büyük bir tentenin altında, bizi koruyan rehberler tarafından kaba şakalarla taciz edildi. Merak ediyorum; o kız şimdi nerede? Hayatta mı? Somersetshire kıyılarına çöken nazik sis perdesinin altından bir saatlik kötü bir üne, üstelik böyle tatlılıkla yükseltildiği için öfkeden gözleri kararacak mı? Kim söyleyebilir? Sisin üzerini örttüğü filikalarda herkes hızla ya da yavaş yavaş birbirine geçiyor. O bir ruh, bir gölge, ortadan kaybolan bir hayalet: ama yıllar sonra ona el sallıyorum! O aklıma daima Lotte’yi getiriyor; ve ben tentenin o kendine has kokusunu her duyduğumda aklıma “Genç Werther’in Acıları” gelir.
“Werther”de kesin olarak gençliğin o taze tutkusunun çöküşü ve hayreti mevcuttur. İnsanın, kuşkucu ve yaşlı bir hâle geldiği zaman, ellerini o saf, belki biraz bulanık akan çeşmede yıkaması iyidir. “Wilhelm Meister”a geçecek olursak kendimizi oldukça farklı bir dünyada buluruz. Bu kitabın önceki bölümünde Goethe tarzındaki “hakikat ve şiir”in damgası bulunur. Bu bölüm harika “Otobiyografi”yle birlikte okunabilir ve orada insanı yaratıcılık ve gerçeklik konusunda ikna eden o keskin iç görü ve hikmetli bilgeliğe aynı yoğunlukta rastlanabilir. Goethe’nin hikâyelerindeki tüm o hayalî kişilikler ne kadar da kolay tanınan, eşsiz karakterler! Kurgudaki başka herhangi bir insandan oldukça farklılar! Bu fark nerede yatıyor? Yanıtlaması zor. Bir bakıma, onlar daha çok yaşıyor gibi ve âdeta gerçekler. Bir başka açıdan bakarsak, daha fantastik yönleri de var. Bazen gerçek oyuncak bebekler gibi görünüyorlar –kendi kukla şovundaki figürler gibi– ve kelimenin tam anlamıyla “kuklaların oynayışını görebiliriz”.
Jarno bir insanın sahip olabileceği en garip dostlardan birisidir. Bu bayan, kendisine hiç âşık olup olmadığı sorulduğunda, “ya hep ya hiç” diye yanıtlamışsa ne çıkar? Phillina oldukça sevecen ve aşırı derecede hayat dolu bir genç kızdı. Goethe’nin sıradan ahlaki endişeler konusundaki büyük bilinçsizliği bu abartılı derecede fingirdek kızın hikâyesinde, hiçbir hikâyesinde olmadığı kadar iyi gözlemlenir. Ayrıca, hepsinin yanı sıra, zavallı Mignon’un dikkat çekici, küçük muğlâk figüründe! Onun –saf lirik şiirin çocuğunun bu garip, sıkıcı ve çirkin ilişkide ne işi var? Estetiğe önem veren “Amca” tarafından oldukça dikkatli biçimde düzenlenmiş olan Mignon’un cenaze törenine ilişkin ayrıntılı tasvir, Goethe tarzının eşsiz niteliklerinin tüm özelliklerini –(soğukkanlılıkla yürüttüğü “sanatsal” uğraş doğrultusunda) Doğa’nın asli gerçeğini algılayan önsezili kavrayış gücü, hassas ironisi, gerçekçi detaylar yönündeki takıntısı– yansıtmaz. Sözünü ettiğim “hassas ironi”nin, “Güzel Ruh” ya da “Dürüst Aziz” hesabına bir elverişliliği yoktur. Yeri geldiğinde sevimli bir cesedin, cana yakın biri olan ihtiyar Doktor tarafından yapılan titiz tahlilinde bu durum anlaşılır.
Ancak benim için en değerli olan bölüm Stajyerin “Sözleşmesi”dir. Öyle sanıyorum ki insanların kaleme alabilecekleri hiçbir yazıda böylesi yoğun bir bilgelik bulunamaz. “Eylemek kolaydır, düşünmek zordur!”. Bu ne kadar da sıra dışı bir hakikat! Ancak bu zamanımızın hararetli vaizlerinin belirgin üslubunu yansıtmaz! Övgüye değer Abbé tarafından yönetilen “pedagojik uzmanlık” düşüncesi Goethe’nin bilgeliğinde ve basit tarzında oldukça zarif bir şekilde kendini gösterir! “Üç Ulular” ve “İtikat” hakkındaki bölüm, bir defasında Eckerman’a kendi inancı hakkında ettiği şaşırtıcı söz kadar egemen dinin üstesinden gelmenin görkemli Spinozacı yolu doğrultusunda iyi bir örnek teşkil eder: “Bilimsel bütünlüğü arzuladığım zaman, panteistim. Şiirsel çeşitliliği arzuladığım zaman, politeistim. Ve ahlaki doğam Kişisel bir Tanrı istediği zaman… Bunun için de bir olasılık var mı?
Faust hakkında konuşulmaya başlandığı zaman, bu büyük adamın başyapıtı hakkında yardımcısına sarf ettiği sözcükleri hatırlamak gerekir. Eckermann kendisine, gelen yorumlar konusunda takılmıştır. Goethe’ye “Şiirdeki ana fikir nedir?” demiştir. Üstat “Sence içine, yaşamam için gerekli olan kanı koyduğum şey, bir fikir gibi, dar ve sınırlı herhangi bir şeyin içinde toplanabilir mi?”
Kişisel olarak ben, Faust’u, insan zihninden türemiş bütün eserler arasında en kalıcı biçimde ilginç olanı şeklinde değerlendirdiğimi söylemekten çekinmiyorum.
Onun yaşama yönelik tutumu, bildiğim başka herhangi bir şeyden daha fazla, sonunda kuvvet bulmaya, sürdürmeye ve cesaret göstermeye meyilli bir tutumdur. Onun yaşam felsefesinin Faust felsefesi olduğunu söyleyecek biriyle karşılaşırsam, önünde alçakgönüllü bir şekilde eğilirim. Aslında böyle bir adamla bir defasında karşılaşmıştım. Sanırım Buffalo’dan gelen bir satış elemanıydı.
Goethe Faust’ta, günahkârlık problemini –tabii eğer bu bir problemse– nasıl da bilgece ele alır. Öyle görünüyor ki onun düşüncesi, günahın –“husule gelen her şey arasındaki hiçliğin bir parçası”– gücünün dünyada kesinlikle temel bir yer teşkil ettiği yönündeydi. “Günah yoluyla Tanrı arzu ettiği her şeyi gerçekleştirir”. Faust zavallı küçük Gretchen’i baştan çıkarmamış mıydı? Ateşleyici rolünü üstlendiği sürece asla ilerleyemeyecekti ve kurbanının ruhu –ayın üstüne yüceltilişinde– son kertede Faust’u gökyüzüne taşımak için “orada” olmayacaktı.
Ancak yine de hiç kimse Goethe’nin, Faust’un suçunun büyüklüğünü hafife aldığını söyleyemez. Geceleyin, o “kara atların” üstünde, zindana doğru telaşla giderken Mephistopheles’in ağza alınmaz “Bu kız ilk değil” yanıtı, çetin azabı içinde öfke ve şefkatin özünü de aynı anda taşımaktadır. Mephistopheles’in kendisi de şeytanların en ilginç olanıdır.
Kaos’un garip çocuğu – yenilgiye mahkûm olduğunu bildiği hâlde, kötülük yapmayı sürdürdüğü ve –İlkel hiçliğinden sıyrılmayı asla başarmamanın daha iyi olduğunu düşündüğü– Yaşam’ın büyük akıntısına direnmeye devam ettiği için kendi tavrını değiştirmez.
Sonuç olarak bu adına “Tanrı” dediğimiz şey hakkında yapılan tartışmalara Goethe’nin bir katkısıdır. İsim asla önemli değildir. “Her şeyin başı hissetmektir. İsim sesten ve dumandan ibarettir”. “Tanrı” ya da “İyi”, Goethe’ye göre, giderek daha fazla çalışarak, bilinmeyen hedeflere doğru yönelmenin; basitçe yaşamın sonsuz akıntısıdır. Kendini bu yaşam akıntısının karşısına koyan her şey kötücüldür. Ahlak, insan eliyle hazırlanmış bu sınırlı sözleşme, o büyük Kuvvet’i destekleyen ve verimsiz kalışını veya yok oluşunu önleyen mevcut beceriksiz metodumuzdur. Bu yaşam-akışının doğası konusundaki anlayışı içinde Goethe, Nietzsche’den daha açık fikirli ve daha inceliklidir.
Kendinin farkında olmak mı? Kesinlikle! Bu, yegâne maksadı, kendisi de itiraf etmiş olduğu üzere, mümkün olan en büyük zemin üzerinde “Varoluşun Piramidini inşa etmek” olan o büyük Egoist tarafından unutulmuş gibi görünmeyen bakış açısının bir boyutudur. Fakat söz konusu olan yalnızca kendinin farkında olmak değildir. Hıristiyanların “Yaşamak için ölmek” ve Platoncuların “bedenin üstesinden gelmek” düşünceleri de bu noktada yerlerini alır. Çileciliğin kendisi, bütün tutkusal ve felsefi saflığının dereceleriyle birlikte, tıpkı diğeri gibi –Şeylerin oluşturduğu Sistemin esas doğasına dair– maddi gücün akla getirilmesi unsurunu taşır.
“İnkârcı ruhu” dönüştürmeyi arzulamak, son kertede elbette, fazlasıyla çılgınca bir ümittir. O da, Tanrı katında, yaşam-akışının yardakçısıdır. Tıpkı su altındaki taşlardan yapılma bir dalgakıranın gelgitin taşıdığı suyu daha da köpüren bir öfkeyle etrafa saçması gibi, kendine karşı koymasına rağmen sürecin devamlılığına katkı sağlar!
Goethe’nin, bizi daha “ileriye taşıyan” “Ölümsüz Kadınsılık” fikri hiçbir şekilde, Nietzsche’nin düşündüğü duygusal saçmalıklarla ilişkili değildir. Daha derin bir anlamda, bu kesinlikle doğrudur. Öte yandan, içimizdeki nispeten daha anti-feminist bir sesin bu Hakikatten korkmasına gerek yoktur. Şeytanın kendisinin, bizi “ileriye taşıyan” bir araç, hem de oldukça temel bir araç, olduğunu görmüş bulunuyoruz.
Goethe kesinlikle haklıdır. “Kadınlara duyulan aşk”, “sanat” ve “felsefenin” belli türleriyle ilişkilendiği sürece, yıkıcı ya da dehşet verici bir kuvvet olsa bile, Varoluşun bütün o büyük düzeni hesaba katıldığında “yaratıcılığa kışkırtmak” dışında bir şey olarak görülemez.
Ben şahsen Goethe’nin Panteizmini oldukça anlaşılır buluyorum. Onun inandığı varlık basitçe, Yaşam okyanusunun ardında yatan “herhangi bir gizem”dir. Peki ya bu Yaşam okyanusunun ardında hiçbir “gizem” yatmıyorsa?! Goetheci bir düşünce bu durumda, ardında hiçbir gizem saklamayan Yaşamın kendisine inanabilir! Evrensel panoramik bir sırayla bu dünyayı ziyaret etmiş olan tüm tanrıları, yarı tanrıları, melekleri ve şeytanları –Faust’un ikinci bölümünde olduğu gibi– hor görmek daha ziyade zeki, sinir bozucu insanlar arasında gelenektir. Bense hor görmüyorum. Bunu asla anlamsız bir şey olarak görmedim. “Kalın otlar Lethe’nin rıhtımındaki gibi kendini çürütürken” bu Denizkızları, Kantaronlar, Ölmüşlerin Ruhları, Larva, Cabiri ve Phorkyad’lar konusunda ilginç ve cazip hiçbir şey bulmayan adam duygusuz bulunabilir mi?! Ben, bazılarının oldukça acıklı bulduğu “Kutsanmış Çocuklar”ın oluşturduğu topluluğa bile doğru dürüst tahammül gösteremem. Sonuç olarak üzerine güller yağdıran küçük Kutsal Kelebeklere “uygunsuz teklifler” yapan Şeytan’a gelecek olursa, bu bile benim aklımı karıştırmaz ve hislerimi değiştirmez. Bu “Ay’ın diğer yüzüdür” – evrensel komedinin maskesi altında duran şeydir ve Dr. Faust’un tesadüfî kurtuluşu, bu büyük ve çılgın oyunda daha temel bir yer tutmaz!
Faust’u oku, sevgili okur, her iki bölümünü de; ve son uğrakta tıpkı benim gibi, birinin bu zengin ve tuhaf şiiri, yaşama ve onun şaşırtıcı ve daha geniş boyuttaki olanaklarına tahammül etmek için daha soylu bir cesaretle terk ettiğini hissedip hissetmediğine bir bak!
Goethe’nin “Seçici Yakınlıklar” adlı ilginç romanının, hak ettiği kadar büyük bir dikkatle okunup okunmadığını merak ediyorum. İnsanların sıra dışı ilişkisi! Goethe’nin, bahçelerin tasarlanışında, kilise avlularının güzelleştirilmesinde, bizi dâhil ettiği azimli ve olağanüstü ilgisi! Ya “Kaptan” ve “Mimar” – o hayret verici iki kadını burada belirtmeye bile gerek görmüyorum? Onlar insanın en uzak çocukluk anılarındaki fantastik figürleri ortaya koymuyorlar mı? Sanırım vakur ve insanüstü bir ilgiyle tüm kaygılarımızı izleyen Goethe gibi bir Dünya-çocuğuna göre, hepimiz o insanların tatlı gösterişinden –sessiz zihinlerimizin içinde garip bir düğümle, “Kaptanlardan” ve “Mimarlardan”– bir şeyler taşıyoruz.
Birden fazla ilişkiyi yürüten farklı âşıklar arasında ve onların “seçici yakınlıklarını” takip eden kurulu bağlantılarının örtüsü ardında bu sahnelerin, aşırı uygunsuzluk düzeyinde gösterdiği, onurlu ahlaksızlığı, tutucu bir okuru hayrete düşürecek türdendir. Tutucu okur esasen, tıpkı yaşlı Carlyle gibi, derin ve anlaşılmaz bilgelikleri ve müstehcen ayrıntılarıyla arsız ve sıkıcı bulunan kayıtları tuzla buz edecek ölçüde ortadan kaldırmaya özendirilecektir. Ancak kendini tutmak daha büyük bir bilgeliktir. Hepsi bir yana, hiç kimse işlerin böyle yürüdüğünü kendisinden saklayamaz – ve eğer yeryüzünün tuhaf bir köşesindeki iğrenç bataklıklardan yükselen sırtlan uluması ve ağzından sızan yoğun salyası midemizde yapmacık bir tiksinti uyandırıyorsa, kendimize olan saygımıza leke sürüyorsa, “Cennete Girişi” tasarrufu altında tutan Tanrı’nın, yaşam denen çöplükte leş yiyicilerin kendiişlerine bakmasını dilediği yolun bu olduğunu hatırlamalıyız.
Modern algılarımıza itici gelen şey, muhtemelen Goethe’deki belirli şeylerin bu türden “uygunsuzluğu” olmayacaktır; olsa olsa kendisine ait sanatsal, teatral ve mimari detaylarla bezeli oldukça nesnel, kati, ilginç ve ciddi endişeler olabilir!
Goethe’nin şu muhteşem söyleyişi hatırlanmalıdır: “Yalnızca içtenlik yaşamı Sonsuz yapabilir”. Sanat hakkında söylediği, Sanatın esas amaç olarak “Geçiciliği” “Ölümsüzlüğe” taşıyan bir unsur olduğu yönündeki deyişi de ayrıca önemlidir! Eğer Geçicilik gerçekten Ölümsüzlüğe taşınabilirse, kendimizi ve işlerimizi gerçekten ciddiye almak durumundayız!
Böylesi yüksek, azimli ve usanmaz bir “ciddiyet”, sonuç olarak, Goethe’nin küstah ve hayalperest kuşağımıza vasiyetidir. O, en derin kuşkumuzun, en rahatsız edici şüpheciliğimizin yeterince farkındadır. Uzun zaman önce “tüm bu şüphelerin ortasında kalmıştır”. O, –kibirli bir “yüzeyselliğe” Nietzsche gibi hiddetli, alaycı ve dramatik bir haykırışla olmamakla beraber– karşı durmuştur. Dünyanın sunduğu tüm gerçek olanaklara, “yüzeysel” ve bundan başka tüm garip meşgaleleri bütünüyle ve dosdoğru “sanat eserine” dönüştürmek adına yüzünü dönmüştür. “Kötücüllüğü” sessizce ve ironik bir biçimde reddetmeliyiz; insan ahlakı tarafından mahkûm edildiği için değil, “yapacak kendi işlerimiz olduğu için”! “İyilik” ve “hakikat” içinde yaşamalıyız; ancak bunu bir “görev” saydığımız için değil, yalnızca “kötü annelerin” “heyecansız enerjisini” meydana getiren bu muayyen çizgi, kendisiyle bizim emeğimiz arasında bir köprü oluşturduğu için.
Böylece, Mignon’un mezarı başındaki talihsiz çocuklar gibi, Yaşama ve Yaşamın uğraşına geri döneriz. Yalnızca orada, tanrıların bize bağışladığı haz alma, idrak, güç, yöntem şeytani dehanın boyun eğmez gelişiminde, “evrensel sırrı” bulmak mümkündür. İnsan olarak elimizde bulunanlar bundan, kaderin bu işlenebilir şeyden bizler için hazırladığından ibarettir – ve “karşılığında bizi sevemeyen”, Özgür-İrade aldatmacamızı kendi evrensel Maksadının parçası yapan o Varlık’a karşı duyduğumuz sevgiyi ancak onu becerikli ve usanmaz biçimde kullanarak gösterebiliriz!
* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının sekizinci bölümüdür.
[Süreyya Özgör tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.