Açık ki 24 Haziran yine Türkiye halklarının Erdoğan diktatörlüğüne karşıtlığını göstereceği bir tür referanduma dönüşecektir
Açık ki 24 Haziran yine Türkiye halklarının Erdoğan diktatörlüğüne karşıtlığını göstereceği bir tür referanduma dönüşecektir
Erdoğan, Bahçeli’nin “3 Kasım 2019’a kadar ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır” çıkışını ikiletmedi, seçim tarihini 24 Haziran olarak açıkladı. Neden ikiletsin? Kendi ifadesi ile “24 Haziran’ı bir çeşit depreme hazırlık faaliyeti” olarak görüyor.
Bu “baskın seçim” kararı 2019 sürecinde Erdoğan’ın bugünden daha avantajlı bir anın yaşanmayacağını gördüğünün işaretidir.
Erdoğan tarafından düşünelim. Fiilen kurduğunuz “Erdoğan diktatörlüğü”ne anayasal statü kazandırmaya, yani yeni bir rejimin inşasına girişmişsiniz. Neye dayanarak? Sonucunun hırsızlıkla belirlendiği açık olan gayri meşruluğun ilanı 16 Nisan referandumuna. Toplumun yarısından fazlası referandumda “Hayır” demiş.
Bir yıl boyunca fiili olarak Tek Adam rejimini işletmişsiniz. 16 Nisan’da halka vaat ettiklerinizden hiçbiri gerçekleşmemiş. Siyasi, toplumsal, ekonomik kriz derinleşmiş. “Hayır” diyenler ne dediyse doğru çıkmış, ortada ne Meclis ne hukuk kalmış, ne refah ne de huzur artmış. Kadro alacağını uman taşeron işçi işsiz kalmış, iğneden ipliğe zam gelmiş, işsizlik azalmamış, çocuk istismarına ve kadın kıyımına tepki büyümüş, bir gecede aldığınız kararla onbinlerce çocuk okulsuz kalmış… “Hayır” diyenlerin sayısı bir tık azalmamış ama “evet” diyenlerden homurtular yükselmeye başlamış. İstanbul’da en çok oy aldığınız ilçelerden birinde otobüs üzerinde seçim nutku çekmeye heveslenirken yuhalanır olmuşsunuz. Desteklediğiniz takım bir anda ülkenin en sevilmeyen takımı oluvermiş. Afrin’e “yerleşme” harekatı da beklediğiniz sonucu vermemiş, sağın birliğini kurma hamlesi tamamına ermemiş. “Münbiç’e de gideceğiz, Kobanê’ye de…” diyen sesiniz hafif kısılmış. Afrin’de yolunuzu açan Rusya’nın hilafına ABD, Fransa, İngiltere operasyonunu alkışlamışsınız ama operasyon umduğunuz gibi gitmemiş. “Yerini belirle” diyen ses yükselmiş. ABD’den Rusya ile yaptığınız S-400 anlaşmasına ilişkin “yaptırım” tehdidi almışsınız.
İşin en kritik yönü ise “Tek Adam” olsanız da piyasalara sözünüzü dinletemiyorsunuz. Daha Bahçeli seçim çağrısı yapmadan dört gün önce uluslararası yatırım bankası Goldman Sachs “Lira düşerken risk artıyor” başlıklı raporunda “Erken seçim ihtimali güçlenirken hükümet üzerinde büyüme yanlısı bir program izleme baskısı artıyor” diye yazmış. Kısaca uluslararası sermaye bu defa Bahçeli’den erken ötmüş. Borç verecek duruma geldiğinizi ilan edip bunu seçim propagandası haline getirdiğiniz IMF, “Para politikasını sıkılaştırın, yapısal reformları hayata geçirin” açıklaması ile yani yeni “kemer sıkma” önerisi ile “Ben buradayım” demiş. Merkez Bankası etkileri ekonomik yavaşlama olarak görülecek faiz artışına mecbur hale gelmiş.
Bir de ittifakınız var ki korumak zorundasınız, hem MHP’yi erimekten korumak hem “birliğinizi” yerel seçim merkezli çıkar kavgalarından korumak hem de 1,5 yıl içinde yaşanabilecek “krizlerin” devlet aygıtına yansımasından korunmak zorundasınız.
İşte tüm bu koşullarda tarihin akışı hızlanmıştır. “Biz her şeyimizi, senaryomuzu vesaire, kendimize göre belirleriz, karşımızdakiler kendilerini bize göre ayarlasın”[1] diyen Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı ile birlikte Meclis’te de çoğunluğu sağlayacağı bir senaryoyu hayata geçirmek üzere harekete geçmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki bu senaryoda, ittifaka dahil edemediği Saadet Partisi’ni, İyi Parti’yi ve HDP’yi Meclis dışında bırakma planları da vardır. Tam da bu nedenle CHP’nin 15 vekili transfer ederek İyi Parti’ye seçime girme güvencesini sağlaması Erdoğan’ın ayarını bozmuş, “YSK, cumartesi kararı almış olsaydı, belki ‘15’ler olayı’ olmazdı” deyivermiştir.
Baskın seçim kararı alındığı andan itibaren gündem egemen siyaset aktörleri bakımından her gün yeni hamlelerin birbirini izlediği bir seyir almıştır. Muhalefetin hem Erdoğan’a karşı hem de birbirlerine yönelik çeşitli hamlelere devam edeceği görülüyor. En azından tablo netleşene kadar…
İlk anda CHP’nin İyi Parti ile yaptığı görüşme vekil aktarımı ile sonuçlandı. Bunun hemen ardından “ilk turda ortak aday” tartışması başta Saadet Partisi ve zamanın AKP destekçisi “Yetmez ama Evet”çileri şimdinin mecburi muhalifleri liberaller ve HAS Parti’den devşirme Bekaroğlu’nun sözcülüğünü yaptığı ve belli ki CHP yönetiminin de “yol verdiği” bir kesim tarafından Abdullah Gül ismi öne sürüldü. Bu öneri 25 Nisan’da “spekülasyon” diye reddedilene kadar da ciddi ciddi tartışıldı. “Sağın alternatifi sağ”dır anlayışından “Erdoğan’ın alternatifi Gül’dür”e varan bu mantığın 16 yıldır neoliberal İslamcı AKP iktidarının yarattığı yıkımla cebelleşen topluma verildiği mesaj şudur: Neoliberal-İslamcı “çözüm” dışında çözüm mümkün değildir. Oysa “Erdoğan diktatörlüğüne” geçiş zorlamasının arkasında Erdoğan öznelliğinin yanı sıra AKP eliyle yürütülen emperyalizm işbirlikçisi neoliberal-İslamcı politikanın tarihsel iflası bulunmaktadır. Ve “sağ”ın hele de AKP politikalarından doğrudan sorumlu isimlerin bu ülkede görülmemiş bir çöküşü hazırlayan bu toplam “programla” bir sorunu olmadığı gibi “çözüm” olma ihtimali de yoktur.
HDP ise özellikle ikinci tura kalındığında anahtar aktörlerden biri olacağı ve seçim sürecinde muhalefet tarafından bir tür açık ya da örtük ittifaka davet edileceği (ya da edildiği) bilgisiyle davranmaktadır. HDP’nin kendi adayıyla -şimdilik öne çıkan tek aday Demirtaş’tır- gireceğini açıkladığı seçimlerde, kimi sözcülerinin ifadelerinden Abdullah Gül’ün adaylığına da kerhen onay verildiği görülmektedir.
Kılıçdaroğlu “Geniş bir ittifakı sağlamalıyız” derken taktiğini Cumhurbaşkanlığı adaylığı dışında ve asıl olarak “sıfır baraj” tartışması ile tüm partilerin parlamentoda yerini almasına göre kuracağını belirtmiştir. HDP’ye de ışık yakarak bir tür “kurucu meclis” göndermesi yapmaktadır.
Şimdi her yerde birinci ve ikinci turda neler olabileceği hesap kitabı yapılmaktadır. Biz burada bir duralım. Sosyalistler açık ki öncelikle “hatırlatma” görevi yapmakla yükümlüdür. Hem kendilerine hem de baskın seçim açıklandığı anda “Hodri meydan” diyerek ortaya çıkan ve bir biçimde “solda” yer alan muhalefete de.
“Seçime hazırız, seçimden kaçmayız, kazanacağız” demek seçime girmek üzere kurulmuş tüm partilerin “görevi” gibi algılanabilir. Ama öncelikle Erdoğan diktatörlüğünün kurumsallaşmasına giden bir süreci “olağan” bir seçim süreci olarak algılatıp meşrulaştıracak bir “hava” yaratmaya hacet yoktur. “Umut ve cesaret” sadece söylem ile değil eylemle, bu sürecin gereklerine uygun davranıldığına dair bir güven vererek yayılacaktır. Nereden bakılırsa bakılsın OHAL ve savaş koşulları altında, Anayasa’nın fiilen yürürlükten kaldırıldığı, Meclis’in yasama ve denetleme yetkilerinin tasfiye edildiği, Erdoğan’ın tüm devlet olanaklarını ve zor gücünü, medyayı elinde tuttuğu, propaganda, ifade, gösteri ve basın özgürlüğünün olmadığı bir ortamda yapılan bu seçim “meşru değildir”. Gerçeğin adını koymak ve dillendirmek gerekir.
İkinci olarak ise sandıkta kazanmanın yetmediğini 7 Haziran’da, ülkedeki siyasal güç dengesinin hangi araç ve yöntemlerle değiştirildiğini 7 Haziran-1 Kasım arasında, sandık sonuçlarının nasıl gasp edilebileceğini 16 Nisan’da deneyimlemiş bu topraklarda Erdoğan’ın politik iflasının siyasi ve hukuki bedelinden kaçmak için herhangi bir sandık yenilgisi tatmamak, eğer yenilirse de çamura yatmak üzere elinden geleni ardına koymayacağını bilerek, yani 24 Haziran’ı öncesi ve sonrasıyla görerek plan yapmak gerekmektedir. Elbette sandıkta Erdoğan’ı yenilgiye uğratma hedefi konulacaktır. Ama asıl mesele faşist saldırganlık ve ayak oyunları karşısında direnmek, kazanımı koruma becerisi göstermektir. Bu bakımdan sandık taktiği belirlemekle, sandıkta bir adaya oy vermeyi Erdoğan’a karşı mücadelenin tek alanı olarak belirlemek arasındaki farkın altını da çizmek gereklidir.
Açık ki 24 Haziran yine Türkiye halklarının Erdoğan diktatörlüğüne karşıtlığını göstereceği bir tür referanduma dönüşecektir. “Ülke benim” diyen Erdoğan’a karşı “Memleket biziz” diyenlerin seçim sürecine, anına ve sonrasına müdahale etmesini sağlayacak kitle seferberliği organları yaratmak önemlidir. Toplumun giderek büyüyen çoğunluğunun onun gerici, ırkçı, piyasacı, kadın ve emek düşmanı, savaş düşkünü diktatörlüğüne karşı çıktığı göstermek için örgütlü bir halk seferberliği yaratılması da öyle. Yani işin bir yönü Erdoğan’a “Hayır” diyenleri artırmak ve onların irade beyanını güçlendirmektir.
Ancak eğer Erdoğan diktatörlüğüne karşı mücadele 25 Haziran’ı da gören biçimde planlanacaksa, “sol” değerleri savunan kesimleri her koşulda mücadeleye çekecek kanalları, zeminleri yaratmak, kalıcılaşacak örgütlenmeler oluşturmak, eylem biçimleri yaratmak önemli olacaktır.
Meclislerden sandık güvenliği çalışmalarına[2], mahalle ve gençlik örgütlenmelerine tüm kitle örgütlenmelerini aynı zamanda halkın kendi iradesine sahip çıkma ve Erdoğan’ın saldırganlığına karşı direnme organları olarak şekillendirmek hedeflenmelidir.
“Seçim meşru değildir” demek sahadan çekilmek anlamına gelmez. Tam tersine meydanı Erdoğan’a bırakmamak anlamına gelir. Mücadele bu gayri meşruluğu oluşturan tüm koşullara, uygulamalara karşı mücadeleyi, sahtekârlığın, hilenin, hırsızlıkların, kamu olanaklarının kullanımının, iktidar tarafından işlenecek suçların karşısına dikilmeyi içermelidir. Örneğin, Erdoğan’ın 23 Nisan Meclis oturumunda kendisine yüklenen CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel’e “El kol hareketini AKP Başkanı’na yapabilirsin ama cumhurbaşkanına yapamazsın” sözü sistematik olarak işleyeceği bir suçu ifade etmektedir. Cumhurbaşkanlığı makamına (devleti elinde tutmanın imkânına) yaslanarak adaylar arasında kendine “üstünlük” yaratmak. O zaman yapılacak ilk işlerden biri “Yukarda oturuyordum yoksa haddini bildirirdim” diyen Erdoğan’ı “aşağıya” indirmektir. “Recep Tayyip Erdoğan”ın “cumhurbaşkanı” zırhına sığınamayacağını, adaylar arasında bir aday, üstelik ülkenin yaşadığı krizin, çöküşün sorumlusu ve istenmeyen adam olduğunu göstermektir.
Biliyoruz ki Erdoğan’ı durdurmayı hedefleyenler bu iktidarın yarattığı tahribatı aşma, yeni bir Türkiye kurma sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Neoliberal İslamcı Erdoğan diktatörlüğüne karşı duran halk iradesini gerçeğe dönüştürecek olan ise sol değerlerin kılavuzluğudur. Türkiye’de yıllardır Erdoğan iktidarı karşıtı halkın kolektif çıkarlarını temel alarak süren mücadelenin gerçek öznesi “sol”dur. Bu mücadelenin, Haziran İsyanı’ndan 7 Haziran’a, 16 Nisan’a tüm kitle seferberliği momentlerinde de; halkın, emeğin, kadınların ve doğanın hakları için verilen direnişlerde de kendisini eşitlik, barış, laiklik, özgürlük eksenli bir sol programa işaret ettiğini biliyoruz. Egemen siyasetin izlediği çizginin bugün bu düzen karşıtı potansiyeli sağın hegemonyası altına sokmaya çalıştığını da… Sandığın sağcı bir kuşatmaya dönüştüğü yerde, sol adına siyasetin diğer yöntemleri devreye sokulur. Erdoğan karşısında itirazını sol değerler ekseninde ifade eden halk kesimlerinin sürece müdahale edeceği bir mücadele çizgisi yaratma görevi devrimcilerin omuzlarındadır.
1 Mayıs’ta verilecek yanıt bu bakımdan özel önem taşıyor. Erdoğan gönderilene, bu neoliberal İslamcı-milliyetçi ittifakı iktidardan topyekûn uzaklaştırılana kadar yürütülecek kesintisiz bir mücadelemiz var.
Dipnot:
1- 24 Nisan grup toplantısı sonrası.
2- Sandıkları güvence altına alacak, YSK’yi hukuka ve gerçeğe uymaya zorlayacak bir ortak güç mutlaka oluşturulmalıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.