Tek Adam rejiminin karşısında tüm muhalefet güçlerinin ve “hayır” iradesini örgütleyen halkın sol bir programı ve memleketin kolektif çıkarlarını savunarak birlikte dikilmesi kritik önemdedir
Tek Adam rejiminin karşısında tüm muhalefet güçlerinin ve “hayır” iradesini örgütleyen halkın sol bir programı ve memleketin kolektif çıkarlarını savunarak birlikte dikilmesi, 1 Mayıs sürecinin ve 1 Mayıs gününün bu gücün açığa çıkarıldığı ortak bir duygu ve hedefle örgütlenmesi kritik önemdedir
AKP-MHP ittifakı, bir gece yarısı operasyonu ile “ittifak yasası”nı Meclis’ten geçirdi. “Cumhur ittifakı”nın cumhurdan habersiz, Meclis TV yayınının olmadığı bir gün ve saatte, neredeyse vekillerden de kaçırarak attığı bu adım bir kez daha gösterdi ki meşruiyeti ve kazanma gücüne güveni olmayanın telaşı büyük olurmuş.
“İttifak yasası” ile birlikte iktidar bu telaşı ortaya serdi. Yani mühürsüz oylar, aynı binada oturanların dahi ayrılacağı sandık bölgeleri, kolluğun tehdidi altında ve sandık kurullarının “ittifak” memurlarına bırakıldığı bir seçim sistemini yasalaştırarak, riski gördüğünü, işini kazaya bırakmak istemediğini gösterdi.
Adil ve güvenli bir seçim olanağını tamamen zedeleyen bu yasa gündeme geldiğinde siyasi partilerle “sandık güvenliği” ittifakı kurma görüşmelerini yapan CHP’den başlayarak “sandıklara sahip çıkma” çağrıları ise şimdiden büyümüş durumda. HDP de baskın yasa görüşmeleri sonrasında benzer bir açıklama yapmakla yetindi. Sandık güvenliğinin önemsiz olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır. Ancak 16 Nisan dersleri de ortada duruyor.
Açık ki OHAL’li, mühürsüz, hileli bir seçim sürecini olağanlaştırmayı ve iktidarın çizdiği çerçeve içine sıkışmayı reddedecek olan; halka bir mücadele ve “kazanma” seçeneği yaratmak üzere inisiyatif alacak olan sosyalistlerden başkası değil. Halkın demokratik iradesinin kullanılabilmesinin ve korunmasının tek koşulu Tek Adam rejimini kurumsallaştırmak isteyen iktidar gücüne ve onun her tür dayatmasına karşı halkın sahici bir siyasal güç olarak aktif müdahalesini sağlayabilecek bir mücadele programı, bir mücadele çizgisi yaratmak; halkı politik bir taraf ve bu ülkeyi yeniden kuracak bağımsız bir güç olarak örgütleneceği bir hareketi/örgütlenmeyi kurmaya bugünden başlamaktan geçiyor.
Açık konuşmakta bir sorun yok. Bu hedef ancak sosyalistlerin bugünkü maddi varlığına daralan değil bu varlığı kat kat aşan halkın direniş potansiyelini örgütlemeye yönelen bir anlayışla gerçekleştirilebilir. Bu hedef sol grupların öznel ihtiyaçlarıyla değil, Tek Adam rejimini durdurmaya ve yeni bir ülke kurmaya odaklanan bir anlayışla gerçekleşebilir. Bu hedef, ezber söylemleri tekrarlayarak değil, çözümün sol bir programda olduğunu gösteren ve meşruluğunu buradan alarak bugünün güncel politik çatışması içinde halkın ihtiyaçlarına yanıt veren bir politik hattı söylemiyle, eylemiyle örerek gösterilebilir.
Zorluk çok, ama olanaklar da çok. Bir soru sormak olanakları görmek için yeterlidir. AKP iktidarı ve bugünkü “ittifak ortağı” MHP Türkiye halklarının hangi talebinin temsilcisi olabilir?
Bozkurt işareti ile meydanlarda poz veren, yanına MHP’yi alan, içeride HDP’ye, Irak’ta bağımsızlık referandumu sürecine, Suriye’de Kürtlerin politik varlığına düşmanlıkta bir numaraya oynayan Erdoğan, Kürt sorununda çözüm merci olmadığını/olamayacağını artık ilan etmiştir. Kürt sorununun demokratik çözüm talebini ancak sol bir siyaset temsil edebilir, gerçek kılabilir.
Bu memleketin bugün bir “beka” sorunu var ise bunu yaratan AKP iktidarıdır.
İşte bugün Suriye’de artık yalnız cihatçı “vekiller” ile değil, ülkenin kendisi bizzat savaşın içindedir. Suriye’nin en güvenli bölgelerinden biri olan Afrin’e yönelik harekat, Kürtleri de kendi çözümüne mecbur etmek isteyen Rusya’nın oluru ile başlamış, seyri ABD-Rusya’nın Suriye planlarına dair gerilim/pazarlık süreci ile belirlenmektedir.
Erdoğan “Afrin operasyonu ile dünyaya Türkiye’nin gücünü gösterdik” diyedursun TSK ve cihatçıların ilerlediği bölgelerden sivil halkın Afrin merkeze çekildiği savaşta gelinen aşamada dünyanın gördüğü; Suriye bayraklarını indirip yerine Türk bayrağı asan cihatçılarla kol kola ilerleyen bir Türk ordusudur. Suriye’nin meşru siyasi otoritesi olan Şam yönetimi de Türkiye’yi işgalci bir güç olarak tanımlamaktadır. Türkiye, uluslararası alanda yüzlerce sivilin öldüğü bir savaşın sorumlusu ve Afrin kent merkezi kuşatması ile onbinlerce sivilin yaşamını tehdit eden ve kitle katliamını göze alan bir güç olarak görülmektedir. YPG/YPJ güçlerinin Afrin kent merkezine çekilmesi ile IŞİD’in yeniden canlanmasının nedeni olarak işaret edilen bir güç olarak görülmektedir. Evet, Erdoğan iktidarı Kürtlerin yalnız ülke içinde değil ülke dışında da her tür kazanımını kendisine tehdit olarak gören, böylece ülke içinde barış ve kardeşçe yaşam olanaklarını da tahrip eden bir “güçtür” ve bu gücün kullanımının “vatan savunması” ile değil AKP-MHP ittifakını kurtarma, Tek Adam rejimini tesis etmeyle ilgili olduğu açıktır. Ne var ki bu güç kullanımının iktidar lehine sonuç üretmeye devam edeceğinin garantisi yoktur. Afrin kent savaşı, Arap ve Kürt güçlerinin alacağı tutuma da bağlı olarak, bugüne kadar ötelenmiş bir dizi sorunun gün yüzüne çıkmasına neden olacaktır. Yaklaşık iki ay kendisi için “sorunsuz” ilerleyen süreç çok sayıda kayıp riski ile birlikte Erdoğan iktidarını, Rusya’dan olur aldıkça ABD-NATO ile S-400 geriliminin arttığı, BM ile ateşkes geriliminin tırmandığı, ABD ile (Çavuşoğlu’nun deyimi ile) “uzlaştıkça” da Rusya’nın hava sahasını kapatma tehdidi ile boğuştuğu bir aralıkta bırakacaktır. Ancak savaş olmadan ülke içinde büyüyen hoşnutsuzluğu bastırma olanakları da daralmaktadır. Mevlüt Çavuşoğlu’nun “mayısa kadar Afrin’de savaşın süreceğini” açıklaması ve her ne kadar Bağdat yönetimi yalanlasa da Irak’ta PKK’ye karşı ortak operasyon niyetini dillendirmesi seçim sürecinin bir biçimde savaş siyaseti ile ayrılmaksızın ilerleyeceğini göstermektedir. Halkın komşuları ile ve kendi içinde barış içinde yaşama, emperyalist güçlerden bağımsız kaderini belirleyebilme talebini ancak sol bir siyaset temsil edebilir ve gerçeğe dönüştürebilir.
“Beka” sorunu elbet yalnız savaş siyaseti ile ilgili değil. Toplumsal parçalanma, her tür ortak değerin çözülmesi, örgütlü dinsel gericiliğin yarattığı tehdit AKP’ye oy veren kimi kesimler arasında dahi hoşnutsuzluğu büyütmeye devam ediyor. Çocuk istismarlarındaki tırmanışın yarattığı tepki üzerine iktidar partisinden gelen çıkışın ardından bu defa 8 Mart haftasında Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız’ın “Kadınların dövülmesinin Allah’ın ve İslam’ın emri” olduğu şeklindeki açıklamasına gönderme yapan Erdoğan “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız” demek zorunda kaldı. Elbette bu çıkışın iki yönü var. Bir yanı konuştuklarında ağızlarından dinsel referanslarla güçlendirilmiş kadın ve çocuk düşmanlığı dökülen tarikat-cemaat şeyhleri, müritleri etkili ve yetkili figürler olarak ortalarda dolaştıkça AKP’li kadınların hoşnutsuzluk ve tepkisi de İslamcı Tek Adam rejimini zaafa uğratacak şekilde büyüyor. Türkiye’de kadın hareketinin yarattığı mücadele dinamizmi, sokaklara on binlerce kadını döken gücü, haklarına, hayatlarına sahip çıkma konusunda kadınların gündelik hayata yayılan direnişin etkisi bu tepkiyi daha güçlü ve görünür kılıyor. İkincisi ise Erdoğan’ın Diyanet’i ısrarla göreve çağırmasından da anlaşılacağı üzerine rejim kuruculuğa girişen Tek Adam, her rejim kurucu gibi dinselleştirmenin sonuçlarını ve ortaya çıkardığı güç odaklarını denetim altında tutma ve kendi iktidar projeksiyonu için sorun çıkardıkları yerde müdahale etme zorunluluğu ile karşı karşıya. Ancak bu konuda da işi kolay değil. “Birçok hoca efendi tefe koyup çalacak şimdi beni” sözü gerçeğe dönüşürken[1] Erdoğan’ın kendisi dahil dört bir koldan sözlerine açıklık getirildi: “Dinde reform aramıyoruz. Dinimiz İslam ve kitabımız Kur’an-ı Kerim Rabbimizin emri gereği kıyamete kadar caridir.” Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ise tarikat/cemaat uleması ile açık bir çatışmaya girmekten kaçınan[2] çekinik tutumu ile konuyu Alevilere, Müslümanların tek ibadet yerinin cami olduğuna getiriverdi. Belli ki tartışmayı egemen mezhep için dinsel odaklar arasındaki çatışmadan çıkarıp Alevilik karşısında Sünni İslam’ın “birleştirici” gücüne sığınmak daha kolay. Açık ki bu ülkede mezhepçiliğe, dinsel gericiliğe karşı halkın laiklik talebini de ancak sol bir siyaset temsil edebilir, gerçeğe dönüştürebilir. Kadınların dinci erkek egemenliğine karşı özgürlük mücadelesinin ise, özgürlük ve eşitlik olmadan kadın isyanının durmayacağını 8 Mart’ta bir kez daha sokakta gösteren kadın hareketinden başka meşru temsilcisi ve öznesi yoktur.
Peki ya iş, aş, sağlıklı yaşam sorunu? İşte 696 sayılı KHK ile Şeker Kurumu’nun kapatılmasının ardından 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi gündemde. Erdoğan onbinlerce tarım emekçisini, şeker pancarı üreticisini, binlerce işçiyi ve elbette pancardan üretilen şekerden mahrum kalarak nişasta bazlı şeker üreten Cargill gibi tekellere terk edilecek halkın tamamını ilgilendiren bu konuda jölelinin beklentisinin aksine “Devletin sırtında yük ve zarar ediyor” diyerek kestirip attı. Türk Telekom, TÜPRAŞ, PETKİM, TEKEL, SEKA, fabrikalar, limanlar, madenler saymakla bitmez… 15 yılda 125 büyük özelleştirme, haraç mezat satış, daha fazla işsizlik, açlık, yoksulluk, sağlıksızlık, eğitimsizlik… İşte Erdoğan iktidarının karşısında “Memleketin sırtındaki asıl yük sensin” diyecek ve uluslararası tekeller ve yerel sermaye karşısında halkın ortak varlıklarını savunacak olan da; insanca yaşam, güvenceli çalışma talebini temsil edecek ve gerçek kılacak olan da sol siyasettir.
Elbette bahsettiğimiz halkın gerçek taleplerinin sol siyasetle temsili, kendini temsilci ilan etmekle olmaz. Bir gerçek hareketin, halkın özneleştiği bir mücadelenin örgütçülüğüne soyunmakla, temenniden ve iddiadan öteye geçmek ise direnişçi ve kurucu niteliği birlikte kazanan bir kolektif irade oluşturmakla, bunun zeminlerini inşa etmekle mümkündür. Ve elbette her tür toplumsal mücadele ve muhalefet zeminini Tek Adam rejiminin karşısında halkı politik bir cephe olarak çıkaracak biçimde ele almakla… Örneğin 2018 1 Mayıs’ının nasıl örgütleneceği bugünün konusudur. Tek Adam rejiminin karşısında tüm muhalefet güçlerinin ve “Hayır” iradesini örgütleyen halkın sol bir programı ve memleketin kolektif çıkarlarını savunarak birlikte dikilmesi, 1 Mayıs sürecinin ve 1 Mayıs gününün bu gücün açığa çıkarıldığı ortak bir duygu ve hedefle örgütlenmesi kritik önemdedir.
Her parlak fikir, her politik iddia kavganın içinde sınanır. Her gün yeni sınamalardan geçeceğimiz kavga günleri bizi bekliyor.
*
[1] Erdoğan, 8 Mart konuşmasından hemen önce Saray’da ağırladığı Nur Cemaati önde gelen isimlerinden Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Erdoğan’ın sözlerine “Muhterem Cumhurbaşkanım! Haddinizi aşarak şer’î meselelerde fikir beyan etmeyiniz! Zira ne müctehid ve ne de fıkıhçısınız! Ehil olmadığınız konularda ve hele de şer’î konularda görüş beyân etmeniz tamamen şahsınızı felakete sürükleyebilir… Sözlerinizin maksadını aştığını hüsnüzanla yorumluyorum” diyerek Nurettin Yıldız’a sahip çıktığı gibi Akit’ten Karar gazetesine İslami kesimden türlü tepkiler yükseldi.
[2] “Bizim ilim geleneğimizde böyle konular sadece ilim ortamlarında tartışılır, müzakere edilir, netliğe kavuşturulur. Ondan sonra insanlara ulaştırılır. Böyle ulu orta olmaz. İhtilaflı ve yanlış anlaşılmaya müsait konuları ekranlara taşıyan hocalar ve onlara o zemini hazırlayan medya vebal altındadır.”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.