Erdoğan diktatörlüğüne karşı, salt halk adına konuşan değil, halkı özne olarak tanımlayan ve siyasi bir taraf olarak örgütleyen bir mücadele çizgisinin izlenmesi şarttır
Erdoğan diktatörlüğüne karşı, salt halk adına konuşan değil, halkı özne olarak tanımlayan ve siyasi bir taraf olarak örgütleyen bir mücadele çizgisinin izlenmesi şarttır
ABD’deki davada laf ağızdan çıktı. Reza Zarrab ve eski ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Mali İstihbarat Müsteşarı ve CIA Direktörü Başkan Yardımcısı David Cohen’in ifadelerinde geçen altın ticareti, rüşvet, para aklama, yolsuzluk çarkının “1 numarası”nın Tayyip Erdoğan olduğu 17-25 Aralık operasyonunu yürüten eski polislerden Hüseyin Korkmaz tarafından dile getirildi.
Zarrab, henüz “hain” değil, “ABD tarafından haksız yere tutuklanan hayırsever işadamı” olarak anıldığı Mayıs 2016 tarihindeki kefalet başvurusunda Emine Erdoğan himayesinde faaliyet gösterdiği bilinen Togem-Der’e bağış yaptığını belirtmiş böylece Erdoğan adını davaya bulaştırmıştı. Korkmaz’ın ifadesi ile “aile vakfı” TÜRGEV de zincire eklendi.
Erdoğan bu davayı başından beri “siyasi operasyon”, “Türkiye’ye dönük kumpas”, “yeni bir darbe teşebbüsü”, “17-25 Aralık sürecinde yapılamayanı ABD’de yapıyorlar” sözleriyle ve milli bir seferberlik çağrısı ile karşılamaya çalıştı. Bunun bir siyasi operasyon olduğu doğru ama davanın Türkiye’nin “ortak davası” olduğu yalanın önde gidenidir. ABD emperyalizmi bu dava ile kendisinin iktidara taşıdığı ve bu ülkeye hükmetmesinin aracılarından biri olan Erdoğan’ı sandalyesinden itmese de kulağından tutmaktadır. Sebep elbette Erdoğan’ın “bağımsızlıkçı, halk yararına” çıkışları değildir (Böyle bir çıkışı ara ki bulasın). Sebep, Erdoğan iktidarının ABD’nin hegemonya krizinin yarattığı boşlukta yaptığı manevralardır. Rusya ve İran ile taktiksel işbirliğine soyunması, Suriye’de ürettiği sorunlar, S-400 anlaşması girişimi… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Erdoğan, kendisini Türkiye ile ve kendi kişisel bekasını da ülkenin/devletin bekasıyla özdeşleştirme stratejisini; saldırılara karşı kendi iktidarını koruyup, kitle tabanını konsolide ederken karşısında biriken potansiyeli parçalamak, etkisizleştirmek ve kendi “siyasal operasyonlarına” zemin hazırlamak üzere kullanmaya devam etmektedir. Haziran İsyanı’ndan itibaren dış düşman ve iç düşman retoriğinin iç içe geçirildiği bu seyir hiç değiştirmemiştir. Sertleştirmiş, hedefleri genişletmiştir. “Faiz lobisi” ve “uluslararası şer odakları” ile ilişkilendirilen Gezicilere HDP, HDP’ye gazeteciler, akademisyenler, onlara Cemaatçiler, Cemaatçilere giderek “ana ihanet partisi” olarak tanımladığı CHP eklenmektedir.
Ancak artık paçalarından akan çürüme, emperyalizm işbirlikçiliğinin sonuçları, yürüttükleri neoliberal program, bunların yarattığı toplumsal yıkım ve buna eşlik eden kişiselleşmiş iktidar ve para ilişkisi, hepsi ile iç içe şişirdikleri yalan balonu o noktaya gelmiştir ki ses giderek yükselse de kendi çıkarını “ortak dava” olarak sunması zorlaşmakta, ayağını bastığı zemin sıvılaşmaktadır.
Zarrab davası ile Erdoğan’ın bizzat kefil olduğu Süleyman Aslan, Zafer Çağlayan gibi isimlerin odağında olduğu 50 milyon avroluk rüşvetler ve kişisel kazançlar yeniden ortaya döküldü. Aynı anda Erdoğan’ın kendi çocuklarının, kardeşlerinin, eniştesinin isminin geçtiği 1 sterlinlik şirkete vergi kaçırmak üzere 15 milyon dolar aktarıldığı Kılıçdaroğlu tarafından “Man Adası belgeleri” ile açıklandı ve iktidar cephesi her kafadan ayrı bir sesin çıktığı bir kakafoni yaşadı. Telaş ve öfke CHP’ye yönelik beklenen “siyasi operasyonun” bir “yolsuzluk operasyonu” kisvesi altında başlatılarak erkene çekilmesine yol açtı. AKP’ye göre CHP, Erdoğan’ı hedefe koyarak “Türkiye’ye Türk milletine” ihanet etmektedir(!) Yolsuzluk mu dediniz, onu da asıl olarak CHP yapmaktadır(!)
MHP’yi önce kasetlerle budayıp sonra bölünmeye götüren “siyasi operasyon”la kendi varlığına bağımlılaştırarak Bahçeli’yi borazanı haline getiren, HDP’yi eş genel başkanları, vekilleri tutuklayarak ve 94 belediyesine kayyum atayarak etkisizleştirmeye soyunan Erdoğan’ın CHP’ye yönelik operasyonu kimse için sürpriz değildir. Bizzat Erdoğan, AKP’li belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine kendi seçtiği isimleri atarken sıranın CHP’li belediyelere geleceğini söylemiştir. CHP’li Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgezdi’nin görevden alınması ile başlayan operasyonun ilk elden 6 belediyeye daha yayılacağı söylenmektedir. Ancak Erdoğan’ın başındaki bela, çatışmanın dozunu hızla yükseltmiştir. En zayıf yere, rant, yolsuzluk ve çıkar ilişkileri nedeniyle arkasında durulmasında zorluk çekileceğini bildiği CHP belediyelere vurarak başlayacağı operasyon, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Kılıçdaroğlu’nu “Sen bittin” diyerek tehdit ettiği anda gelmiştir. Sonuçta belediyeler üzerinden yaşananın “siyasi bir operasyon” olduğunu anlatmak için dil dökmeye gerek kalmamıştır. Karşı çıkışı, Kılıçdaroğlu’nun kendisinin de inanmadığı belediye başkanlarının “temizliği” üzerine kurmanın ise bir manası yoktur. CHP’nin sınıf tabiatı gereği Haziran İsyanı’ndan bu yana egemen sınıflara ve emperyalist merkezlere “uyum” vadederek diktatörlüğü durdurma iddiasının eksenini de egemen sınıflar içi çelişkilere oturtan; belgelerle konuşan ama belgeli suçlara karşı halkı harekete geçirmeyen, halkın Erdoğan diktatörlüğüne karşı direniş potansiyelinin sandık siyasetinde soğurulmasına yol açan siyaseti halkı politik etkisizliğe hapseden bir eylemsizlik yaklaşımıdır ve yenilgiye mahkûmdur. Bu “siyasi operasyon” karşısında, Erdoğan’ın istediğini yargı sopası ile, istediğini tek bir emirle, istediğini bir KHK ile görevden aldığı ve her birinde halkın iradesini yok saydığı yönetme biçimine, yani Erdoğan diktatörlüğüne karşı, salt halk adına konuşan değil, halkı özne olarak tanımlayan ve siyasi bir taraf olarak örgütleyen bir mücadele çizgisinin izlenmesi şarttır.
Erdoğan’ın kendisini “Türkiye” olarak sunma, kendi bekası ile ülkenin bekasını özdeşleştirme siyasetini yırtıp atmanın, Türkiye emekçi halklarının, gençliğin, kadınların çıkarları ile Tek Adam’ın ve onun diktatörlüğünün çıkarlarının birbiri ile uzlaşma imkânı olmadığını somut bir program ve eylem çizgisi ile göstermenin olanakları vardır.
Ücretli emekçiden, esnaftan, emekliden vergi toplayıp, halkın her kesimine aldıkları her mal ve hizmet için KDV, ÖTV ödetenler nereden kazandıklarını açıklayamadıkları paraları bir de vergi kaçırmak için yurtdışına aktaranlardır. Yolsuzluk ve rüşvetle, devlet olanaklarını kullanarak milyon dolarları cebe atanlar, aile fertlerinin üzerine bu ülkenin zenginliklerini tapulayanlar, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda asgari ücretliden “fedakârlık” beklediklerini söyleyenlerdir. 2017’de asgari ücrete yapılan zam yüzde 7,9, enflasyon yüzde 12,98. Asgari ücretlinin kaybı yüzde 5’e yakın.
OHAL döneminde sermayeye ekonomik teşvikler, borç yapılandırmaları ve yüklü kredi destekleri verip patronlar için krizi öteleyenler şimdi de Zarrab davasından bankalara çıkacak olası cezaları “halledeceklerini” açıklamaktadır. Kimin parası ile? Halkın. Kimin suçunun cezası için? Erdoğan ve şebekesinin. “Türkiye büyük ekonomi” diyenler 2017 üçüncü çeyrekte geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 11,1 büyüme rekorundan bahsetmektedir. TÜİK’in milli gelir hesaplarındaki büyümeyi şişiren istatistiki müdahalelerini, bu oranın geçtiğimiz yıl yaşanan 1,3 küçülme dönemi ile kıyaslandığını, Kredi Garanti Fonu ile 350 bin şirkete dağıtılan desteğin etkisini bir kenara bırakıp soralım, bu “büyüme”den kim faydalanmıştır? Tarım ürünlerinde gümrüksüz ithalat ile bitirilen çiftçi mi, hayvan ithalatı ile bitirilen köylü mü, AKP döneminde milli gelirden aldığı pay yüzde 30 gerileyen asgari ücretli mi? Sayısı 6 milyona çıkan işsiz mi? Patron örgütü MESS’in yüzde 3,2 zam dayattığı metal işçisi mi? Yıllardır ihaleyle alınıp satıldıktan sonra beklediği kadro “sınav” ve güvenlik soruşturması şartına bağlanan ve AKP onayı almadıkça işsizlikle yüzleşecek taşeron işçi mi? Dolar ve avro artışı ile zam üstüne zam gelen ilaçlarını alamayan hasta mı? Son bir yılda iş cinayetlerinde yaşamını yitiren 2 bin işçi mi? Yediği “zamlı” yemeklerden zehirlenen üniversiteli mi? Kocaya ve babaya bağımlı kılınmış, ekonomik şiddetle yaşamaya zorlanan milyonlarca kadın mı? Erdoğan sülalesi ile inşaat sermayesi, enerji sermayesi kârına kâr katsın diye ormanından, koyundan, mahallesinden olanlar mı? Peki 421 milyar dolar dış borç stokunu, 40 milyar doların üzerindeki cari açığı yaratan kim? Emeği ile geçinen milyonlar mı? Yoksa ülkeyi 15 senedir yöneten Erdoğan mı? Erdoğan ile Türkiye halklarının “bekası” da, çıkarı da ortak değildir. Bunu göstermenin bin bir yolu var. “Hırsızlıkla, rüşvetle, emekçinin sırtına binerek, yönetemezsiniz” eylemini örgütlerken aynı zamanda Erdoğan diktatörlüğün maddi temelini oluşturan emperyalist sömürgecilik programının; Erdoğan sülalesinin de içinde serpildiği sömürü-yağma-talan programının piyasacı-işbirlikçilik ilkesinin karşısına halkın kolektif çıkarlarını, insanca yaşam özlemini dikmeliyiz. Bugünün anti-emperyalizmi bu çizginin içinde kurulacaktır, bu çizginin ne ABD emperyalizminden bir beklentisi ne de “ABD’nin değirmenine su mu taşıyoruz” diye en ufak bir endişesi vardır.
Erdoğan diktatörlüğünün yalnız Türkiye değil, Ortadoğu halkları ile de çıkarları ortak değildir. Erdoğan, Zarrab davası için “Muhatabımız Sayın Trump’tır” dedikten tam 5 gün sonra, Trump resmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımış, Erdoğan “Eyyy Trump” diye bağırmaya başlamıştır. Erdoğan, Trump’ın İsrail işgaline tam destek verdiğinden ve Kudüs’ün seçim vaatlerinden biri olduğundan elbette bihaber değildir. Bu gündemi iç politikadaki sıkışmışlığını aşmak ve “Kudüs İslam’ındır” gibi söylemlerle İslamcı tabanı kendi etrafında hareketlendirmekte “Allah’ın bir lütfu” gibi değerlendirmek istese de ne kendisi “One minute” şovunu yaptığı andaki gibi İslam dünyasının liderliğine soyunduğu günlerdedir ne de “başkanı” olarak toplayıp karar aldıracağını söylediği, ABD işbirlikçisi gerici rejimlerden müteşekkil İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan ABD karşıtı bir karar çıkabilir. Bölgenin tüm gerici rejimleri tıpkı Erdoğan gibi Filistin davasını satmıştır. “One minute” şovundan sonra İsrail’in OECD üyeliğine onay veren, 9 yurttaşının katledildiği Mavi Marmara saldırısı sonrası ülkeyi İsrail ile en çok ticaret yapan 5. ülke durumuna getiren, askeri ilişkileri sürdüren Erdoğan iktidarıdır. Üstelik, Mavi Marmara davasından vazgeçip imza attığı “normalleşme” anlaşmasında Trump’tan önce Kudüs’e “İsrail’in başkenti” muamelesi yapan bizzat kendisidir. Erdoğan ile İsrail’i birbirine bağlayan eksen ise ABD işbirlikçiliğidir. Tam da bu nedenle Erdoğan her türlü İslamcı örgütün eyleminin serbest olduğu “OHAL” koşullarında sadece ABD-İsrail-Erdoğan işbirliğini dile getiren, Filistin halkının özgürlüğü için İsrail ile tüm ilişkilerin kesilmesini isteyen devrimcilere, devrimci gençlere saldırılmaktadır. Erdoğan’ın “illüzyonunun” bozulduğu yer sokaktır. Orada olacağız.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.