Rehavete kapılmamalı, toparlanmalarına izin vermemeliyiz. 16 Nisan gününe kadar her gün, her durakta, sokakta, kahvede yenilgiye uğratmaya devam edeceğiz
Rehavete kapılmamalı, toparlanmalarına izin vermemeliyiz. 16 Nisan gününe kadar her gün, her durakta, sokakta, kahvede yenilgiye uğratmaya devam edeceğiz
Erdoğan, “Şu 16 Nisan bir bitsin, bittikten sonra masaya oturup konuşacağız. Bu devran böyle gitmez” diyerek ve seçim çalışmalarında ısrar etmeyerek Avrupa ülkeleri ile gerilimi bir seviyede tutmak istediği mesajını verdi. Krizin tırmandırılmasının ilk sonuçları, ülkedeki yabancı sermayenin tedirgin edilmesi, Almanya’nın çifte vatandaşlığı kaldırmayı dillendirmesi, Avusturya’nın Avrupa’ya gönderilen her Suriyeli karşılığında iki Türk işçisini işten çıkaracaklarını söylemesi ve daha tehlikeli olanı 15 Temmuz darbesine dair halktan çok daha fazla bilgi sahibi olan yabancı istihbaratların (Alman BND) konuşmaya başlamaları olarak kendini gösterdi. Diğer yandan içeride milliyetçi-dinci bir rüzgar yaratmanın faturasının Avrupa’daki Türkiyeli işçilere çıkartılması ihtimali, Türkiyeliler arasındaki Erdoğan sevgisini fena halde tersine çevirebilir. “Avrupa’da kalmak mı, Erdoğan’ı desteklemek mi?” ikilemine giren Türkiyeli işçilerin tercihi ne olur?
Nereden çıktı bu Almanya sonra Hollanda (aslında Danimarka, Fransa da var ama parlatmadılar) krizi? Sınırsız iktidar anayasasına yeterince destek görülemeyince, (başkaca herhangi bir zafer olanağı da bulunamadığından olacak) bir mağduriyet hikayesi ihtiyacı baş gösterdi. Aslında bir zafer hikayesinin en elverişli yeri Suriye ve Kürtlerdi, ancak orada işler yolunda gitmedi. Suriye karşısında bir mağduriyet hikayesi, milliyetçiliği kışkırtmak bir yana utanç kaynağına dahi dönüşebilir ve bu tehlike henüz geçmedi. Avrupa ile gerilim bu ve başka kötü olasılıkları da katlanılır hale getirmek açısından kullanışlı olabilir; peş peşe açıklanan raporlar, AKP ile yaşanan siyasal çıkar çatışmaları, referandum arifesinde yeni güç durumlar yaratmaya gebe.
Sokaktaki insanın nabzına bakılırsa “evet” sıkıntısı sürüyor ve daha kullanışlı bir hikaye üretilemedikçe “Hilal-Haç savaşı”ndan medet ummaya devam edecekler. Erdoğan, “Bunlar Haçla-Hilal mücadelesini başlattılar” diyerek gerilimin cephesini “Müslüman dünyaya” genişletmek istedi. Aynı şeyi zamanında tahtı sallanan Halife unvanına sahip Abdülhamid de denemişti ancak umursayan olmamıştı.
“Haç-Hilal savaşı”nın tarafları biraz karışıktır ve bu da hikayede inandırıcılık zaaflarına neden oluyor. Dün ABD, İsrail, Suudi, Katar, Nusra, (öfkeli gençler) IŞİD ittifakı ile Suriye ve İran’a karşı savaştaydı. Bugün ABD, Rusya ve İsrail ile marazi de olsa bir ittifak halinde. Hilal’in komutanının Avrupa krizi sırasında Müslüman ülkelerden (AA’nın yarattığı algının aksine Moritanya’dan da destek çıkmadı) hiç destekçisi çıkmadığı gibi düşmanlarının tamamı Müslüman ülke ve toplumlardan oluşuyor: Suriye, İran, Mısır, Irak, Lübnan, Yemen, Suriye’deki cihatçıların önemli bir kısmı, Rotterdam’ın Fas kökenli Müslüman belediye başkanı ve son olarak Bulgaristan Türklerinin en eski partisi Haklar ve Özgürlükler Hareketi (HÖH)! AKP, HÖH’ü böldüğü yetmezmiş gibi, Türkiye’de yaşayan çifte vatandaşlık sahibi Bulgar Türkleriyle seçim toplantıları yapmasına da izin vermemiş (Hollanda faşizmi). Dahası AKP’nin Bulgaristan seçimlerine (26 Mart) müdahale girişimleri Bulgaristan’ın elçisini çekmesine neden oldu ve kriz sürüyor.
Tarihi ballandırmayı pek seven Erdoğan, Boşnakların uğradığı soykırımdan Hollanda’yı sorumlu tutarak Hilal cephesini büyütmeye çalışırken, Bosna’ya yardım paralarını eski partisinin iç etme olayının da hatırlanacağını düşünmemişe benziyor. Boşnak yorumcu Hasan Nuhanoviç’in yaptığı değerlendirme bu açıdan aydınlatıcı: “Boşnakların, Hollanda-Türkiye arasında yaşanan gerginlikle bir ilgisi yok. (Çavuşoğlu) Hollanda’ya inseydi, Srebrenitsa soykırımını hatırlayacak mıydınız? Türkiye, Hollanda’yla sorununu kendisi çözsün ve bizi, yani Srebrenitsa soykırımını, rahat bıraksın?”
Kısacası Hilal’in komutanı, Suriye, Mısır, Irak, Yemen, Lübnan, İran ile papaz olmuşken arkasına da herhangi bir Müslüman ülke de alabilmiş değil.
Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül ve Melih Gökçek’in paniği de “evet sıkıntısından” kaynaklanıyor (Gökçek’in hesapları AKP’yi de aşan boyutlara sahip). Karagül, “Kırgın olabiliriz, küskün olabiliriz, iftiraya uğramış olabiliriz, haksızlığa uğramış olabiliriz. Siyasetin öncü isimleri, AK Parti’nin akil isimleri, medyanın ‘keskin’ kalemleri, kamuoyunun kanaat önderleri, AK Parti hükümetleri döneminde en çok kazananlar, sizler neredesiniz? Neden sesinizi duyamıyoruz? Neden en önde değilsiniz? Neden ortalarda yoksunuz?” diyerek “eskileri” desteğe çağırırken; Gökçek, Bülent Arınç üzerinden kenarda duran herkesi tehdit ediyor. “Ya evet’e çalışırsınız ya da hapse girersiniz” demeye getiriyor. İşe de yaramış görünüyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın eski bakanlarla kahvaltılı toplantısına Arınç, “tıpış tıpış” gitmek zorunda kaldı. Ancak tehditlere rağmen Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu gitmemiş. Onlar daha yukarılardan, daha büyük teklif(ler) bekliyorlar anlaşılan.
“Evet” kampanyasının başından beri Erdoğan, “hayır” diyenleri “terör”, “ihanet” cephesinde tanımlamaya devam ederken kendisini de tarihteki tüm “zaferlerin” mirasçısı olarak sunmaya çalışıyor. Çanakkale zaferinin yıldönümünde yine aynı şeyi tekrarladı, Almanya’ya Çanakkale’den meydan okudu; oysa Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı ve Hristiyan Almanya müttefiktiler ve komuta kademesinde bile Alman subaylar görev yaptı, Osmanlı ordusunda gayrimüslimler de savaştı; yani dini bir savaş değildi. Buna karşın şehre gitmeden “hayır”cıların gözaltına alınıp hareket edemez hale getirildiği Çanakkale’yi de başkanlık modeline bağladı.
Tarafsızlık yemini (koşullar değişse de çiğnenmemesi gereken) ortada dururken, cumhurbaşkanı kamu kaynaklarını kullanarak “evet” çalışması yapmaya, “hayır”cıları hedef göstermeye devam ediyor. Üsluplarından anlaşıldığı kadarıyla AKP tabanı “hayır”cılara saldırtılmaya çalışılıyor. Oysa AKP tabanının, nasıl bir şey olduğunu, niçin ihtiyaç duyulduğunu anlamadığı “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” için kavga etmeye ne niyeti ne de cesareti var. Bunun için yer yer daha mobilize çeteleri harekete geçirme çabaları görülüyor.
“Evet” gücünü para, devlet olanakları ve polisin engellemelerinden alıyor. Devlet olanakları sadece propagandada kullanılmıyor. Esnafa faizini devletin ödeyeceği kredi, inşaatta KDV’nin kaldırılması, torun maaşı gibi faturası tüm halka çıkacak kıyaklara bir de Kürtlerden ”evet” çıkartmak için “bölgede terörden mağdur olan” çiftçilerin borçlarının ertelenmesi eklendi. Tarım sezonunun sonunda alınması gereken bu kararın sezon başında alınması, akıllara (seçimden önce) yaz başında kömür dağıtımını, elektriği olmayan köye çamaşır makinesi dağıtımını getiriyor. “Hayır” ve “Na” pankartlarının damga vurduğu 2017 Newroz’unun geçen yıla göre daha da kalabalık geçmesi, Kürtlerin algı operasyonlarıyla yönetilme sınırını çoktan aştıklarını ve direnişin dipten sürmekte olduğunu gösteriyor.
Asker, polis, mahkeme, cezaevi, para, iktidar her şey ellerinde ama mağdurlar! Sanki terör örgütleri tüm ülkelerle dost, sadece Türkiye’ye düşman. Sanki tekelci sermaye sadece Türkiye’yi sömürmeye çalışıyor. ABD, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda hepsi sadece Türkiye ile rekabet ediyorlar. “Terör örgütleri Avrupa’yla aramızı bozmaya çalışıyor” diyor Zeybekci. Avrupa’ya “Nazi, faşist” diyerek aramızı bozan terör örgütleri sanki. Yönetememenin adı mağduriyet olmuş, bakalım halka bir kez daha yedirebilecekler mi?
Bu kadar gürültü, patırtı arasında Anayasa’nın içeriğinin tartışılması önlenebilir; yabancıların, yabancı kredilerle finanse edilen Büyük Türkiye’nin “büyük projelerini kıskandıkları” masalı anlatılabilir oluyor. Kendine inanıp oy verenleri bu kadar hakir gören başka parti olmadı. Oy istedikleri Anayasa’nın içeriğini gizleyip, çarpıtıyorlar. Mega projelerin gerçek yüzünü gizliyorlar. AKP’ye güvenen ve inanan insanlar köprülerin, tünellerin, havaalanlarının, şehir hastanelerinin maliyetinin halkın cebinden çıktığını bilmiyor. Köprülere, yollara, tünellere Hazine’den verilen garantileri ve 20-30 yıl -gelecek kuşakların da- borçlandığımızı bilmiyorlar.
Resmi rakamlara güvenirsek dahi; Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden taahhüt edilenden az geçen araçlar nedeniyle yıllık en az 35 milyon dolar artı para vereceğimizi bilmiyorlar. Osmangazi Köprüsü için yıllık 300 milyon dolar; Avrasya Tüneli için yıllık 85 milyon dolarının bütçeden verileceğini; aynı şekilde 3. havalimanının da uçak garantili olduğunu ve farkı halkın ödeyeceğini; şehir hastanelerinin de hasta garantili olduğunu insanlarımız az hastalandığında farkın hazineden ödeneceğini; halka tasarruf nasihati veren AKP hükümetinin zaten fazla olan 8,3 milyon TL’lik taşıt kiralama bedelinin sekiz kat artarak ocak ayında 66,5 milyon TL’ye çıktığını; bu taşıt kiralamalarından hangi yandaşların cebinin dolduğunu bilmiyorlar. AKP’nin hükümet sistemi budur; Erdoğan halkın neyi ne kadar bilmesini isterse halk onu o kadar bilecek.
Bizim bir başka işimiz ise bilinmesi istenmeyen şeyleri anlatmak.
“Evet”in gücünün para ve iktidarda olduğunu söylemiştik. “Hayır”ın gücü emeğimizde ve yaratıcılığımızda. Önümüzde yaklaşık üç hafta kaldı. Bu noktada A. Selvi’ye kulak verelim: “Erken bir zamanda yelkenlerini şişiren ‘hayır’ cephesinde son 10 gündür bir durgunluk gözleniyor. Oy oranında bir artış yok, ‘hayır’ rüzgârı varlığını koruyor ama yeni bir rüzgâr estiremiyor.” Selvi, lehimize konuşuyorsa şüphe edelim, aleyhimize konuşuyorsa ciddiye alalım.
Hayır oyu verecek kimi insanlarda, AKP-Erdoğan cephesinin nasıl olsa bir hamleyle, sandıklara bir müdahale ile bir yolunu bulup kazanacaklarına dair umutsuzluğa rastlanabiliyor. Bunun gibi, bugünün çalışma temposunu düşüren, hareketsizliğe ve yılgınlığa neden olan başkaca tutumları gidermek de bizim görevimiz.
Son düzlükte devrimciler her gün sabahın altısında işe gidiş saatinde çalışmaya başlamalı ve üç hafta boyunca tempo artırarak gerçekleri anlatmaya devam etmeli. Çünkü Tek Adam gücünü para ve iktidardan (TV, gazete, reklam vs), “hayır” ise halktan, emekten alıyor. İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Trabzon, Samsun gibi büyük illerde “hayır”ı yüksek çıkartmak zorundayız! AKP’nin başkanlık savaşı 16 Nisan günü yenilgiye uğratılmayacak! O günü beklemek AKP’ye yapılacak en büyük iyiliktir. Referandum halkın gündemine geldiği günden beri her gün yenilgiye uğrattığımızı kendileri de itiraf ediyor. Ve rehavete kapılmamalı, toparlanmalarına izin vermemeliyiz, 16 Nisan gününe kadar her gün, her durakta, sokakta, kahvede yenilgiye uğratmaya devam edeceğiz. 16 Nisan günü sadece yenilgilerinin sayısal sonucunu öğreneceğiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.