Ülkemizin, bölgemizin, halkımızın içine sürüklendiği bu felaketin durdurulması için Saray ve AKP’de cisimleşen emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı mücadeleyi örgütleme görevi sosyalistlerin omzundadır
Ülkemizin, bölgemizin, halkımızın içine sürüklendiği bu felaketin durdurulması için Saray ve AKP’de cisimleşen emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı mücadeleyi örgütleme görevi solun, sosyalistlerin omzundadır
Ramazan “bereket”iyle geldi, geçti. Meydanlar, oteller kalabalık zengin iftar sofraları ile doldu taştı. Bu sofralara oturmak isteyen Suriyeli aç çocuklar kovalandılar. Din bezirgânları1, TV canlı yayınlarında soru yanıtlamamaları için Diyanet’ten gelen “rica”yı reyting düşer diye reddettiler. En yüksek reyting sahiplerinden N. Hatipoğlu, dini gösterilerden “götürdüğü parayı” sorgulayanlara beddua etti ama ne kadar götürdüğünü yine söylemedi. Bir önceki sezona göre yüzde 80’den fazla gerileyen turizm gelirlerine biraz destek için bayram tatili dokuz güne çıkartılarak, Ramazan “bereket”inden turizm esnafı da faydalandırıldı. Tabii ki kent yağmasını “minare gölgesinde” gerçekleştirmenin yanında bunların lafı bile olmaz. Memlekette her suç artık din adına işleniyor. Kentler din adına yağmalanıyor, rüşvetler din adına alınıyor, bombalar din adına patlatılıyor, Kürtler din adına bodrumlarda yakılıyor, Aleviler din adına saldırıya uğruyor, kadınlar din adına öldürülüyor, işçiler din adına ölümüne çalıştırılıyor, Türkiye din adına komşularıyla çatışıyor, yine din adına geri adım atıyor2. “Van Minut” da, “Bana mı sordunuz” da din adına. Çünkü en tepede başkan olmak isteyen cihatçı bir cumhurbaşkanı var.
IŞİD, Atatürk Havalimanı’nda (AHL) saldırıyor, 45 insan hayatını kaybedip yüzlercesi yaralanırken, Saray ve hempası köprü açılışında bayram ediyordu3. Başbakan, Rusya özrü ile gelecek turistler için bayram müjdesi verirken IŞİD ise, başka bir katliam kampanyasının haberini veriyordu. AHL’den sonra Bangladeş, Bağdat, Suriye, Suudi Arabistan’daki bombalı intihar saldırılarında yüzlerce insan katledildi.
Bayramı da içine alan iki hafta hem Türkiye ve Ortadoğu’da hem de dünyada hareketli geçti.
NATO toplantısı, emperyalistler arası gerilimin oldukça yüksek seviyeye tırmanmış olduğunu açığa çıkardı. Suriye’de zar zor kırılgan bir mutabakat sağlayan ABD ve Rusya arasında Karadeniz’de ve Doğu Akdeniz’deki gerilimlerin ciddi seviyede olduğu su yüzüne çıktı. NATO toplantısının kritik özelliği Rusya üzerinde “caydırıcı” bir baskıyı açıkça ifade etmiş olması ve buna dönük silahlanma ve askeri varlığını arttırma kararının alınmış olmasıdır. Aslında ABD’nin Rusya ve Çin’i (yanı sıra İran) “tehditkar” ülkeler olarak tanımlaması eskiye dayanıyor. 8 Kasım 2015’te, ABD’li savunma sektörünün üst düzey isimlerine konuşan Savunma Bakanı Ashton Carter, “Bazı aktörler ilkelerimizi yıpratmaya ve bu ilkeleri destekleyen uluslararası düzenin altını oymaya niyetli görünüyor. Tabii ki ne Rusya ne de Çin bu düzeni değiştirebilir. Ama her iki ülke de düzeni zorluyor. Rusya’yı kendimize düşman etmek istemiyoruz. Ama yanlış anlaşılma olmasın. ABD çıkarlarını, müttefiklerini, uluslararası düzenin ilkelerini ve bu düzenin bize vaat ettiği pozitif geleceği koruyacaktır” diyordu. Üç ay sonra 3 Şubat 2016’da da “Rusya’nın saldırgan tavrına karşı NATO müttefiklerimizi korumak için Avrupa’daki varlığımızı kuvvetlendiriyoruz” diyerek bu alana geçtiğimiz yılın 4 katı olan 3.4 milyar dolar ayrılacağını duyuruyordu. Savunma Bakanı Carter, 2017 yılı savunma bütçesini ise 583 milyar dolar olarak açıklıyor (Sabah, 03 Şubat 2016), Avrupa ülkelerine bütçelerinden savunmaya daha fazla kaynak ayırmaları çağrısı yapıyordu (3 Mayıs 2016). Singapur’da düzenlenen ve Asya Pasifik Güvenlik Zirvesi olarak da bilinen 15. Shangri La Diyalog Toplantısı’nın son gününde konuşan Çin Genelkurmay Başkan Yardımcısı, ABD’yi Asya-Pasifik bölgesinde askeri varlığını artırma ve ittifakını güçlendirerek bölgeyi istikrarsızlaştırmakla suçluyordu (5 Haziran 2016).
Belli ki ABD’ye, sadece “terör örgütleriyle mücadele” gerekçesiyle yapılan askeri harcamalar, silahlanma yatırımları ve silah satışları yetmiyor, daha fazla sermaye emecek bir stratejiye ihtiyaç duyuyor. Bu da büyük kuvvetler arası (devletlerarası) bir gerilimi gerekli kılıyor.
NATO toplantısının Türkiye için ilginç sonuçları oldu; Türkiye’nin altında ezileceği kararların ardı ardına alınmasını Erdoğan sessizce dinledi (Erdoğan’ın tek hamlesi, Merkel’den iç politika malzemesi olarak kullanmak için Alman Meclisi’nin aldığı Ermeni Soykırımı kararını tanımamasını istemek oldu. Ondan da istediği sonucu alamamış, hatta Türkiye’ye konuşlanacak AWACS erken uyarı uçaklarının gelişini de riske sokmuş. Yani şapkadan bir dış politika şovu çıkartamamış).
NATO toplantısında Esad ve destekçileri kınamanın yanı sıra “IŞİD, El Nusra ve BM tarafından terör örgütü olarak kabul edilen diğer grupların ayrım gözetmeyen şiddetini de kınıyoruz” kararını Erdoğan, “IŞİD’e karşı savaşan Nusra’ya neden terörist diyorsun eyyy NATO” diyemeden imzalamış.
Toplantıda, NATO’ya hem doğudan hem de güneyden gelen tehditlerin hem devletler hem de devlet dışı çeşitli saldırılardan oluştuğunun vurgulanması ile Türkiye fiilen tampon ülke olarak tanımlanmış oldu. Karadeniz’de Rusya’nın etkisinin kırılması kararı, Türkiye’yi ilişkileri düzeltmeye çalıştığı Rusya ile daha ciddi gerilimlere sokacak. Rusya’nın Ortadoğu’da artan etkisinin tehdit olarak tanımlanması benzer başka sonuçları üretecek. Yani Karadeniz gibi, Doğu Akdeniz de gerilim bölgesi haline dönüşüyor. Rusya’dan özür dileyerek sıkışmışlığını hafifletmeye çabalayan Erdoğan, NATO toplantısına giderken bunların olacağını biliyordu. Ancak mezhepçi bir ideolojiye dayalı dış politikanın yerine yenisini koyamadığından, Varşova’ya Türkiye’nin “milli” çıkarlarına dair argüman taşıyamadı.
Erdoğan’ın kendi ağzından durum: “Sınır güvenliği noktasında, yaptığımız ikili görüşmelerde hepsi bizi destekleyeceklerini söylüyorlar. Ancak Varşova’daki toplantının gündeminde daha çok küresel sınamalar karşısında NATO’nun neler yapılabileceği, Ukrayna, Afganistan gibi meseleler üzerinde duruldu. Suriye konusunu da gündeme getirdim. DAİŞ, üzerinde ısrarla durulan bir konu. Ama ben DAİŞ’in yanında PKK’yı, PYD’yi, YPG’yi, DHKP-C’yi özellikle gündeme getirdim…” Ama ciddiye alan çıkmamış, “Sorunu biz ortaya koyarız sen sana vereceğimiz rolü bekle” demeye getirmişler.
“(ABD’nin HIMARS füze sistemleri için) teslimatı maalesef bize verdiği tarihte gerçekleştiremedi. Ta mayıs için söz vermişlerdi, birer ay birer ay ertelediler. Tabii onunla bizim Fırtına obüslerimizle arasındaki fark sadece menzilden kaynaklanıyor. Kendileriyle konuştuğumuzda, göndereceklerini, vereceklerini söylüyorlar” ama artık Türkiye’nin Suriye’ye karışmasını istemedikleri için vermiyorlar. Bunlar, AKP’nin Kürtlerin bölgede güçlenmesini engellemeye daralmış yegane siyasetinin de ciddi tıkanmalar yaşadığını gösteriyor. AKP’nin Türkiye’yi soktuğu bu bataklığın faturasını emeğiyle, alınteriyle, canıyla, kanıyla halklarımıza ödeteceği ortadadır.
Bütün bunlara karşın Başbakan Binali Yıldırım espri yaparcasına “Biz dostluklarımızı arttıracağız, düşmanlıklarımızı azaltacağız. Yeni dönemde bu kutlu yürüyüşte en önemli dış politika hedefimiz budur. İçeride de dostluklarımızı arttıracağız. Zaman kaybettiren, anlamsız boş konuşmalardan uzak duracağız. Biz bütün ülkeleri dost olarak görüyoruz. Bundan sonra Karadeniz’i, Akdeniz’i çevreleyen bütün ülkeler ile dostluklarımızı ilerleteceğiz. Anlaşmazlıklarımızı asgari düzeye indireceğiz” diye demeç verebiliyor.
Oynamak istediği Ortadoğu’dan ana aktörler tarafından saha dışına atıldıktan sonra, sahayı, oyunları, oyuncuları yeniden tanımlayan ana aktörlerin yanında nasıl bir rol kapacağını bilmeyen alık bir tavırla bekleme halindeler. Mezhepçi bir ideolojiye dayalı dış politika iflas ettiğinde ortaya çıkacak büyük ideolojik krizlerin ilk işaretleri kendini göstermeye başladı. Ancak işleri kolay değil, bakalım muhtaç oldukları kudreti ruhlarındaki aktif taşeronlukla elde edebilecekler mi?
Tabii başka kudretleri daha var, neoliberalizmin pervasız, ahlaksız uygulayıcılığında başı çekmek. Çin’de yapılan G20 Ekonomi Bakanları toplantısında (Zirve Eylül 2016’da), Türkiye’nin talebiyle göçmenlerin ekonomi ve ticarete katkısı için çalışmalar yapılması sonuç bildirisinde yer aldı. Bugüne kadar mültecilerin kazandığı evrensel hakların yok edilip, kölelik koşullarına mahkum edilme sürecinin başını Türkiye çekiyor. Suriyelilere vatandaşlık verilmesi laflarının arkasında kölece sömürü hamleleri olduğu 24 saat geçmeden Erdoğan’ın (nitelikli ucuz işgücü), TOKİ başkanının (elde kalan konutların satılması) açıklamalarıyla ifşa oldu. Suriyelilere mülteci statüsü tanımayıp, ülkedeki toplumsal fay hatlarını gerecek şekilde (demografik yapıyla oynayacak şekilde) bir iskan politikası içeren açıklamalarıyla ırkçılığı kaşımaktadırlar. Mültecilik hakkı tanınmayan göçmenlere, ya statüsüz ve hiçbir hakları olmadan belirsiz bir yaşam ya da zorunlu Türkiye vatandaşlığı başvurusu dayatılmış oluyor.
Diğer yandan Panama Belgeleri sessiz sedasız geçiştirilse de; görüldü ki ne kadar vergi hırsızı-vatan haini varsa Erdoğan sevdalısı imiş. Topbaş ailesi, Remzi Gür, Mehmet Cengiz, Çalık, Fettah Tamimce, Cihan Kamer… Ve ilişkilerinin “tamamen duygusal” olduğunu offshore hesaplarından anlıyoruz. Duyguların karşılıklı olduğuna dair şüphe kırıntıları da kara paranın ülkeye girebilmesi için yasal düzenleme çabasındaki Bakanlar Kurulu tarafından giderilmiş oluyor.
Saray-AKP iktidarının, yağma ve faşizm siyaseti sürekliliğini koruyor. Cemil Çiçek’in başlattığı, başbakanın da tekrar ettiği “İçeride de dostluklarımızı arttıracağız” türü barışçıl lafların muhatabının işçiler, emekçiler, kadınlar, laikler, bilim insanları, Kürtler, Aleviler, sol olmadığı çok açık. Aksine AKP, üzerinden iktidarını tahkim ettiği katliamları perdelemeye devam ediyor. Suruç Katliamı Davası hala sürüncemede ve dosyada gizlilik sürüyor, 10 Ekim Katliamı iddianamesinin devlet görevlilerinin sorumluluğunu örtbas etme hevesi ile hazırlandığı ortaya çıktı. Kürtlerin talepleri kanla bastırılmaya devam ediliyor. Kayyum düzenlemesi ile toplantı gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten yargılanan muhtarlar bile görevden alınıyor. Gericileştirme dalgası başta eğitim olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında sürdürülüyor. Yağma bayram, tatil demeden devam ediyor. TBMM içtüzüğü değişikliği, muhalefetin sesini daha da kısmak üzere yeniden düzenleniyor. Yargı bağımlılığı yeni bir aşamaya taşındı. Türkiye’de yüzlerce insanın katledilmesinden sorumlu bir örgüt olan IŞİD’in üyesi olmaktan yakalananların somut eylemi yoksa serbest bırakılıyor. Yeni kontrgerilla yapılanmaları oluşturulduğu ortaya çıkıyor.
Ülkemizin, bölgemizin, halkımızın içine sürüklendiği bu felaketin durdurulması için Saray ve AKP’de cisimleşen emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı mücadeleyi örgütleme görevi solun, sosyalistlerin omzundadır.
Dipnot:
1 Bezirgân: Mesleğini sadece kazanç için kullanan kimse (TDK)
2 Bu sırada da “Gerçek İslam” hangisi tartışmaları sürüp gidiyor.
3 Çürümüş Suudi Kralı için bir günlük yas ilan eden paragözler, AHL için de bir günlük yas ilan ettiler, çünkü köprü açılış bayramı vardı. Paris Katliamı sonrası Fransa üç günlük yas ilan etti, Brüksel Katliamı için Belçika üç günlük yas ilan etti.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.