Saldırarak kendini savunan Erdoğan’ın “cüreti”, kaybetme korkusundan geliyor, bizimki halkların eşitlik, özgürlük, barış iddiasının, sosyalizmi kurma iddiasının cüreti…
Devrimcilerin derdi her yanından çürümüşlük akan bu düzeni de kendi mevcut pozisyonlarını da korumak değil. Ancak saldırarak kendini savunan Erdoğan’ın “cüreti”, kaybetme korkusundan geliyor, bizimki ise egemenlerin bataklığa sapladığı bu ülkede halkların eşitlik, özgürlük, barış sorununu çözme iddiasının, sosyalizmi kurma iddiasının cüreti…
Anlaşılan o ki Erdoğan’ın acelesi var. “Güçlü olmak için, sürekli krizlere yol açan mevcut sistem yerine istikrarın ve güvenin garantisi başkanlık sistemi” diyor. Acelesi var çünkü Kürt savaşında bataklığa saplandı. Savaşın bilançosu ağır; son on ayda yaşanan kayıplar 14 yıllık AKP iktidarı döneminde yaşanan kayıpların yaklaşık yarısı kadar. Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş Sur, Silopi, Cizre, İdil ve Yüksekova ilçelerinde yıkılan toplam bina sayısının 6 bin 320 olduğunu söyledi. Kürt savaşı Kürt sorununu çözmeyecek. Ama Erdoğan’ın diktatörlüğünü kurumsallaştırması için karşısındaki potansiyel bloku politik olarak parçalayıp etkisizleştirmeye yarıyor. Ortadoğu politikasındaki yenilgisini de en azından şimdilik içeride perdelemeye yarıyor.
Suriye siyasetinde ise yeni bir döneme girildi. Saray/AKP iktidarının tamamen devre dışı kaldığı bir dönem bu. Erdoğan’ın ABD dönüşünde AKP’nin “muhalif” cihatçı çeteler aracılığıyla yaptığı operasyon ellerine yüzlerine bulaştı. Hemen ardından Demokratik Suriye Güçleri tarafından koalisyon güçlerinin de havadan destek verdiği Rakka operasyonu başlatıldı. “Rakka operasyonu” yalnızca bir kod. ABD askerlerinin YPG üniforması giyerek fotoğraf verdiği, Kürt güçlerinin bir yandan “Rakka” derken asıl olarak Afrin ve Kobanê’yi birleştirme yönünde adımlar attığı yeni bir sürecin kodu. IŞİD, AKP destekli cihatçıları ezerken Azez’in güneyindeki Mare kasabasının yanında Şeyh İsa YPG eline geçti. Afrin’deki YPG güçleri şu anda IŞİD’le karşı karşıya ve Cerablus’a doğru doğudan harekete geçme gerekçeleri var. Fırat’ın batısında da Münbiç’e doğru yönelmeleri muhtemel. Rakka operasyonunun başarılı olması Erdoğan’ın Suriye politikalarında bir şekilde etkili olma umutlarını tamamen bitirecek. Ortadoğu denklemine girme çabalarından geriye Erdoğan’ın her kürsüye çıktığında yakınışı kalacak; “Ben miyim ortağın yoksa Kobanê’deki terörist miiii…”
Suriye politikası da Kürt politikası da değişime zorlanıyor ama kapasite sorunu var. Erdoğan iktidarında Suriye politikasından da Kürt politikasından da dönüş imkansız. Öyle ki iktidar, Suriye savaşında öldürülen her bir Suriyelinin kanı ellerinde olan emperyalistlerin, bölgesel işbirlikçilerinin, savaş yüzünden evini yurdunu terk etmek zorunda kalanlar üzerinden kirli pazarlıklar yürütenlerin toplandığı ikiyüzlülerin zirvesi “Dünya İnsani Zirvesi”nin sonunda imzalanan “Çatışma bölgelerinde insani hukukun uygulanması” bildirisine bile imza atamadı.
Ne Bakanlar Kurulu ne de Milli Güvenlik Kurulu’nu Saray’da toplaması da, sermaye yararına vahşi emek sömürüsünü getiren, kiralık işçilik vb. yasalar başta olmak üzere her istediğini Meclis’ten geçirebilmesi de yetmiyor. Neoliberal politikaları, bu sömürü, yağma ve talan politikalarını sürdürebilmek için artık tek başına dinci gericilikle rıza üretme mekanizmalarının da yetmediği görülüyor. Bu nedenle Erdoğan, aynı zamanda sistemin krizi haline getirdiği kendi iktidar krizini aşmak için başkanlık sistemine giden yolda gaza basmış durumda. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin Anayasa değişikliği hızla Meclis’ten geçiriliyor, Davutoğlu görevden alınıp hükümet değiştirilerek “AKP içi” yeniden dizayn ediliyor, Yargıtay ve Danıştay’ı yeniden dizayn eden yasa tasarısı hazırlanıyor, yüksek yargı(!) başkanları Erdoğan ile birlikte yurtiçi gezilerinde boy gösteriyor. Saray’ın verdiği mesaj net: “Yasama, yürütme, yargı bende birleşti. Genelkurmay başkanını düğünüme getirtirim, yasamaya dokunulmazlıkları kaldırtırım, yargıyı yanıma takar ister çay toplatırım ister zeytin, muhalefet partilerini eleştirip ‘Milletvekillerine gereğini yargı yapacak’ sözlerimi alkışlattırırım. Başbakanı istifa ettirir, yeni başbakanı ben konuşurken arkamda koruma gibi ayakta dikerim.” Eskilerden geriye yanında kim kaldı? Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Deniz Otobüsleri İşletmeleri Genel Müdürü olan Pamukova hızlı tren faciasının başsorumlusu Binali Yıldırım, konuşurken başbakan olduğunu unutacak kadar etkisiz bir figür. Ve 2003’de Akbil yolsuzluğu davasında beraat kararı veren, mükafatını da 2004’de Yargıtay üyeliğine, 2011’de Yargıtay 13. Ceza Dairesi Başkanlığı’na seçilip, 2015’de ise Yargıtay’ın başına getirilerek alan İsmail Rüştü Cirit. Verilen pozlardaki aktörler tamamen bir “dava” uğruna bir araya getirilmişlerden oluşuyor. Ama bu dava bizim bildiğimiz gibi “ortak bir dava” değil. Ortada tek bir kişinin davası var; ister “partili cumhurbaşkanlığı” ister “başkanlık sistemi” yoluyla diktatörlüğünü kalıcılaştırmak. Geri kalanı ise kirli çıkar ve rant ağı davası…
Saray’ın yeni dönem ihtiyaçlarına göre oluşturulan hükümetin tek hedefi başkanlık sistemine geçiş adı altında diktatörlüğün yasallaşmasını sağlamak. Bu ulvi amaç gerçekleşene kadar da “Saray’la uyumlu” olarak o ülkeyi yönetirken fonda dikilmek. Yeni kurulan kabinede çözüm sürecini yürüten ekip yok artık. Çünkü önümüzdeki dönem takiyeye ihtiyacı yok. Hükümet programında ne çözüm süreci var ne de cemevlerine statü. Ama cemaate ve Kürtlere karşı savaşta orduyla sağlanan bir ittifak var. Şeffaf gibi görünmeye de gerek yok. “Uyumlu” Başbakan Binali Yıldırım’ın ilk icraatı “yolsuzlukla mücadele komisyonu”nu kaldırmak oluyor. Sanki komisyon varken çalıştırılıyormuş gibi. Ama olsun böyle bir komisyonun varlığı bile bir tehdit.
Kırılganlar… Tahammülsüzler… O yüzden bindirilmiş kıtalarla yaptıkları kitle toplantılarında kuracağı rejimi kutsallaştırmak, muhalefeti tehdit, kutuplaştırma siyaseti ile sağı kendi arkasında konsolide etmek, ritüeller-bayramlar icat etmek, sürekli şov yapmak zorundalar. Devletin tüm olanaklarını seferber ederek yaptıkları İstanbul’un Fethi kutlamalarında sloganları “Yeniden diriliş, yeniden Yükseliş” oldu. 14 yıldır iktidardasın, neyin dirilişi? Neyin yükselişi? Bundan sonrası yükseliş değil yüksekten düşüş olacak.
Gerici propagandada gaza basması, kadın düşmanlığı ve Batı’dan, ateistlerden, sosyalistlerden, zerdüştlerden vs. bir karşı cephe tarif ederek saflaşma yaratmaya çalışması, nüfus kontrolünden boşanma komisyonuna kadar dört koldan isyancı özneyi; kadını bastırma siyaseti, aslında olası muhalefete ve sistem içi sorgulamalara karşı bir savunma stratejisi.
Diktatörlüğe karşı bir muhalefet merkezi ise oluşturulamıyor. Saray/AKP karşıtı siyasi partileri Kürt sorunu ekseninde bölerek etkisizleştirdi. Parlamentoyu tamamen etkisizleştirerek diktatörlüğünü kurumsallaştırmanın taşlarını döşemede önemli bir adım olarak dokunulmazlıkların kaldırılması oylamasında CHP yönetiminin içine düştüğü durum HDP ile yan yana görünmemek için diktatörlüğe “evet” demek oldu. Ayrıca çözüm süreci boyunca Kürt sorununun çözüm adresi olarak parlamentoyu gösteren CHP genel başkanı, dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” diyerek Kürt sorununun demokratik siyasal çözümünde hiçbir şekilde inisiyatif alma kapasitesi olmadığını da gösterdi. Tüm bunlara ilerici emek örgütlerinin Saray/AKP iktidarının saldırı biçimine yanıt veremediği, solun düzen içine sıkışmışlığı da eklendiğinde Saray/AKP’nin yürüttüğü ekonomik-siyasal programa karşı sistematik ve kapsamlı bir muhalefet odağı ve hareket oluşmadığı/oluşturulamadığı doğru. Ancak bir başka doğru, egemen medyanın görmezden geldiği yüzlerce direniş odağının kendi kendine yanmaya devam eden mini yanardağlar oluşturduğu gerçeği. Zonguldak’ta kendini madene kilitleyen açlık grevci işçilerinin kararlılığı, gençlerin tüm polis şiddeti ve baskılara rağmen coşkulu mücadelesi, kadınların susmayan sesi, kent rantına, gerici eğitime siyasal İslam dayatmalarına karşı laiklik, demokrasi ve barış talepli hareketlerde kısmi de olsa yaşanan kıpırdanmalar Gezi’nin 3. yılında da hayaletinin her yerde dolaştığını gösteriyor.
O zaman yapılması gereken bir politik merkez olarak/politik merkez misyonunu yüklenerek çalışmak; ülkenin temel sorunlarına yönelik çözümü dışarıya, “büyük siyasi güçlere”, pop muhalefet ikonlarına havale etmeden halkı özne gören bir anlayışla bir politik program ilan etmek, diktatörlüğün karşısında her düzeyde ve yarattığı her soruna karşı mücadeleyi örgütlemek, bütün merkezi mücadele araçlarını en etkin şekilde kullanmak ve aynı zamanda yoğun bir ideolojik mücadele yürütmek. Diktatörlüğün tüm uygulamalarının karşısında alanların; işçilerin, kamu çalışanlarının, hukukçuların, kadınların, gençlerin vb. güçlü bir muhalefetini oluşturmak; halk neredeyse, sorun neredeyse, kavga neredeyse orada olmak. Sinoplular, Ankaralı kadınlar gibi sokaklarımızda gericilerin propaganda yapmasına izin vermemek… Hataylı veliler gibi, laik eğitime sahip çıkmak, okullarımızdan gerici kadroları def etmek, gerici etkinlikleri engellemek, iktidarın Gezi korkusunu her fırsatta harlamak… Mücadelenin gereği neyse ona göre konum almak. Ve tüm bu dinamiklerin politik olarak diktatörlüğü yıkma hedefi ile donanmasını ve hareketin bu ortak hedefe uygun biçimler almasını sağlamak.
Devrimcilerin derdi her yanından çürümüşlük akan bu düzeni de kendi mevcut pozisyonlarını da korumak değil. Ancak saldırarak kendini savunan Erdoğan’ın “cüreti”, kaybetme korkusundan geliyor, bizimki ise egemenlerin bataklığa sapladığı bu ülkede halkların eşitlik, özgürlük, barış sorununu çözme iddiasının, sosyalizmi kurma iddiasının cüreti…