Erdoğan diktatörlüğünü engellemek için mutlaka bir devrimci irade gereklidir. Diktatörlüğe karşı topyekün bir direniş sürdürülecektir
Bu dönemin devrimci iradesi kendisini sadece var olanı korumaya çalışmakla sınırlandıramaz. Unutulmamalıdır ki var olan zaten bizlerin değiştirmeye çalıştığı idi. Eğer Tayyip Erdoğan’ın AKP’si başarılı olursa bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en köklü dönüşümünün yaşandığı bir dönem olacaktır. Devrimciler de düzenin farklı bir biçimde yeniden tesis edilmesine izin vermeyecekleri gibi kendilerinin sahip oldukları “siyasal ve toplumsal projeleri” hayata geçirme olanağı yakalayacaklardır. Savaşın iki cephesine hazır olmalıyız
Herhangi bir gün yok ki Tayyip Erdoğan gazete ve televizyonlarda boy göstermesin! Görüntü hep aynı; uydurulmuş gerekçelerle düzenlenen kapalı ya da açık toplantılarda Tayyip Erdoğan kendi safında olmadığını düşündüğü herkese hakaret ediyor, herkesi tehdit ediyor. Bu tiyatro oyunun her gün ve her gün sahnelenmesiyle toplumsal algıda yerleştirmeye çalıştığı izlenim açık; “Gündemi ben yaratırım, çok sertim ve arkamda millet var”.
Erdoğan’ın gündeminin ne olduğu, neyi amaçladığı herkesin malumu; kendisinin ölene kadar başkan kalacağı bir sistemi garanti altına almak. Özellikle son bir yılda gerçekleştirdikleri de bu amacı hangi yolla, hangi taktiklerle sağlayacağını ortaya koydu. Bunun için yüzde 50’yi arkalamasının “yeterli” olduğu kanaatinde. Bu yüzde 50’nin ortak paydası olan Kürt düşmanlığını ve sol düşmanlığını, o yüzden kimseye bırakmıyor. MHP’ye giden oyları da birazcık etkilese, işler daha da tıkırında gidecek. Tam da bu yüzden kendince üç düşman(!) belirlemiş; mezhepçilik, ırkçılık ve terör. Bu üç düşmanın Tayyip Erdoğan’ın kafasında neye denk düştüğü de herkesin malumu; CHP, MHP ve HDP.
“CeHaPe zihniyetine düşmanlık” Anadolu sağının Menderes’ten beri sürekli canlı tuttuğu ve yeniden ürettiği bir politik tutum. Bu “verili nimetin” kıymetini herkesten daha çok bilen iki kişi mevcut. İkisi de yıllardır koltuklarını hiç kaybetmedi; Melih Gökçek ve Tayyip Erdoğan. Erdoğan şimdi çıtayı daha da yükselterek, bu “zihniyet”in temsilcisi olan Kılıçdaroğlu’na açık savaş ilan etti. Erdoğan’ın iç siyasette düşman olarak ilan ettiği “mezhepçilik” herkesin malumu olduğu gibi Aleviliktir. Başkanlığa giden yolda en önemli taktik Alevi düşmanlığı, Alevilerin temsil edildiği siyasi parti olan CHP düşmanlığı ve onun genel başkanı Alevi Kemal Kılıçdaroğlu düşmanlığı olacaktır. Bu sürecin bütün arka planı ise genel olarak “sol düşmanlığı” ile örülecektir.
Bu noktada CHP Genel Başkanı’nın ve CHP yöneticilerinin Erdoğan’ın elini zora sokmaktan çok kolaylaştırdığı da ortada. Kendi içinde hiçbir ideolojik yeniden üretim faaliyeti göstermeyen, kadro yapısında hiçbir temel kriter dayatmasında bulunmayan, politika üretimde hiçbir bağımsızlık gösteremediği gibi her türlü politik tutumu, en gerideki AKP’linin sağduyusunu ciddiye alarak takınan bir CHP’nin Tayyip Erdoğan’ın önünü keseceğini iddia etmek safdillik olacaktır.
Erdoğan MHP’ye karşı mücadelede, ırkçılığı en büyük tehlikelerden biri olarak göstermenin yetmeyeceğinin elbette farkında. Bu mücadele aynı zamanda operasyonel bir yönü de içermeli. Tam da bu yüzden AKP’nin operasyonel kuvvetleri gerek çıkar ilişkilerini gerek eskiden kalma MİT-Kontrgerilla ilişkilerini gerekse de dedikodu üreten merkezleri devreye sokarak, bunlar yetmediğinde savcı ve hakimleri “değerlendirerek” MHP’yi parçalanmanın eşiğine getirmeyi becerdiler. “Genlerine birbirini satmanın kodlandığı” bu MHP’lileri aynı çatı altında tutmak artık hiçbirinin becerebileceği bir iş değil.Asker cenazelerinin törenleri bile AKP’lilere terk edilmiş, buralarda açılmaya çalışılan MHP bayrakları bile kendi içlerinde yakınlaşmanın değil rekabetin unsuru haline getirilmiş durumda.
HDP milletvekillerinin terör ile özdeşleştirilmesinde son gerekli halka da dokunulmazlıklarının kaldırılması ve hakimlerin “terörist” hükmünü vermesiyle tamamlanacak. Böylece bu topraklardaki Kürt(lerin) sorununu çözmüş olacaklar. Bu akıl tutulmasıyla ne PKK yok olacak ne Suriye’deki özerk bölgeden vazgeçilecek ne de Kürt gençleri intikam eylemlerini sonlandıracak. Sağlanacak tek sonuç, Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük uygulamalarına daha uygun hale getirilmiş bir meclis aritmetiği ve işleyişi olacak.
Bu aşamada kendi başkanlığının hukuki statüsünü sağlamak için uygulamaya sokabileceği iki tercih mevcut. MHP ve HDP’nin yüzde 10 barajını geçemeyeceğini garanti altına aldığı bir erken seçimle Meclis’i yeniden oluşturmak ve iki partili meclisten de AKP’lilerin oylarıyla başkanlık sistemini referanduma gerek kalmaksızın yasalaştırmak. Ya da Alevilik ve Kürt düşmanlığına dayanan yalanlar ve provokasyonlarla örgütlenmiş bir sürecin sonucunda yüzde 50’nin desteğini alarak referandumdan başkanlık sistemini geçirmek. Bu tercihlerden birine yönelmeden önce ise Erdoğan kendi çöplüğünü yeniden düzenlemeli. Çöplüğü tasnif, tasfiye ve terbiye etmek zorunda. Son operasyonda gördük ki internetten nefret eden Erdoğan, işine gelince interneti de bir silah olarak kullanabilmekte. (Pelikan dosyası olarak piyasaya sürülen ve Davutoğlu’nun ipini çeken yazının Erdoğan’ın izni olmadan yayınlanması elbette mümkün değil). Bu sürümle Davutoğlu ile olan uyumsuzluğu (daha doğrusu Davutoğlu’nun ona uyum sağlayamadığı) sanal alem sayesinde gerçekliğe kavuştu.
Neydi Davutoğlu’nun ipinin çekilmesine neden olan, Erdoğan’a uyum sağlayamadığı konular? Başkanlık sistemi[1], Dolmabahçe görüşmesi[2], kamuda şeffaflık yasası[3], 4 bakanın dokunulmazlık oylaması[4], ABD ve Avrupa ile ilişkiler[5], mega projelere vaat edilen hazine garantisi[6], vs,. Erdoğan’ın düzeninin nasıl olacağı bu uyumsuzluk konularına bakarak rahatlıkla anlaşılabilir. (Padişahın atayacağı yeni vezire ders niteliğinde). Erdoğan’ın düzeninde her şeye kendisi karar verecek, başarısızlıklar o söylemeden üstlenilecek, en yakın çevresine hiçbir biçimde dokunulmayacak, uzak çevresi her türlü yolsuzluğa devam edebilecek ve hiç kimse ile kendisinin anlamadığı bir dilde konuşulmayacak…
Ne yapmalı? Diktatöre karşı topyekün mücadele (savaş)
Erdoğan’ın kurmak istediği diktatörlüğe karşı nesnel ve öznel iki temel dinamik mevcut. Ancak en başta söylemek gerekir ki bu iki temel dinamik sadece potansiyel bir enerjiye sahip yani kendiliğinden bir sonuç elde etmesi mümkün değil.
İlk olarak; bu tarzda yani Erdoğan tarzıyla, geri kalan yüzde 50’nin onayına hiçbir biçimde dayanmayan hatta toplumun yarısının kendisinden nefret etmesine yol açan bir mekanizma sadece sosyolojik bir vaka olmanın ötesine geçecek, diğer yüzde 50’nin karar alma süreçlerinden, ekonomik ilişkilerden tamamen dışlanmasına, kültürel olarak tamamen aşağılanmasına yol açacaktır. Yani sosyal demokratlar yani CHP değil herhangi birini devlet başkanı yapabilmek devlet mekanizmalarının hiçbir yerine sızamayacaklar bile. Yani AKP referansı olmayan hiçbir patron değil devletten ihale alabilmek, AKP’li patronlarla işbirliği bile yapamayacaktır. Yani AKP referansı olmayan hiçbir işçi değil devlette iş bulabilmek taşeronda bile çalışamayacaktır. vs, vs… Böyle bir durumda toplumsal rıza sadece ve sadece zorla sağlanabilir olacaktır. Bu durum nesnel olarak Suudi Arabistan gibi ülkelerde sürdürülebilir (orada da ne kadar sürdürülüyorsa!).
Ayrıca gerek sosyalistlerin ta Osmanlı döneminden beri sürdürdükleri mücadelenin yarattığı gelenek gerekse de Mustafa Kemal liderliğindeki tamamlanmamış burjuva demokratik devrimin (beğenilsin ya da beğenilmesin) laiklik prensibini benimsemesi, saltanat ve hilafetten kopuşla birlikte Ortadoğu’nun diktatöryal Arap rejimlerine karşı toplumsal-siyasal bir mesafe koyması, bu topraklarda diktatörlüğe karşı mücadelenin öznel dinamiğinin korunmasını sağlamıştır. Kuşkusuz bu süreç içerisinde Mahirlerin yarattığı, Devrimci Gençlik’in üniversitelerde kök saldırdığı, işçi sınıfının grev barikatlarında bayraklaştırdığı sıçramalar ileri mevzilerimiz olduğu kadar yol göstericilerimiz. Ve elbette bu öznelliğin içinde Haziran İsyanı’ndan bugüne iktidarın korkusu olmayı sürdüren sokak muhalefeti; 8 Mart’ta, Morfest’te görülen kadınların inadı, en son Sinop’ta kendini kanıtlayan AKP gericiliğine karşı öfkenin kararlılığı var.
Ancak yine tekrar etmek gerekir ki bu nesnel ve öznel avantajlar kendiliğinden bir biçimde Erdoğan diktatörlüğünü engellemeye yetmeyecektir. Bu noktada mutlaka bir devrimci irade gereklidir. Diktatörlüğe karşı topyekun bir direniş sürdürülecektir. Bu direniş devrimci faaliyetin olduğu her yerde ve Tayyip Erdoğan’ı sözde başkan (özde diktatör) yapma uğraşı veren her AKP’liye karşı sürdürülecektir. Her AKP’li (hepsi kendini dokunulmaz addediyor) öğrenmelidir ki Erdoğan’ın başkan olacağı bir düzen onlara huzur değil, “huzursuzluk” getirecektir.
Diktatörlüğe karşı topyekun mücadelenin içerisinde, özellikleri itibariyle birtakım alan faaliyetleri çok daha etkili olacaktır. Bunların başında yalana, yok saymaya ve çarpıtmaya dayanan AKP propagandasına karşı etkili olabilecek bir karşı propaganda ve ideolojik mücadele gelmektedir. İdeolojik mücadelenin temel alanı olarak yayın faaliyetinin her düzeyi ve aşaması çok iyi planlanmalı hatta yeni araçlar devreye sokulmalıdır.
Bununla birlikte üç toplumsal kesim gerek özellikleri gerekse de sosyal rolleri itibariyle öne çıkmaktadır. Kadınların, emekçilerin ve üniversite gençliğinin diktatöre karşı vereceği mücadele, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu bu kritik evrede kurtuluşun ve yeninin inşasının ileri mevzisini oluşturacaktır. AKP gericiliğine karşı kadınların özgürlüklerini, yaşamlarını, bedenlerini ve geleceklerini koruma refleksleri üzerinden geliştirdikleri mücadele artık bir politik programı olan, örgütlü ve karşı yaptırımları geliştiren bir düzleme sıçramalı/sıçratılmalıdır. AKP’den etkilenen ve beslenen bir kitleyle en çok temas içinde olanlar kuşkusuz devrimci işçiler ve devrimci kamu çalışanlarıdır. Bu alandaki sosyalistler birbirlerine propaganda etmek yerine karşı tarafı zayıflatmayı, etkisizleştirmeyi amaçlayan, emeğe yönelik saldırılara ve sermayenin programını gericiliği kurumsallaştırarak yürüten diktatörlüğe karşı bir çalışma programını hızla oluşturmalı ve hayata geçirmelidir. 14 yıllık AKP iktidarı üniversiteyi bir yandan neoliberal uygulamalara açmış, neoliberal zihniyetin gelişmesi için her yolu denemiş diğer yandan gerici kadrolaşmayı üniversitenin her aşamasına sokmuş olmasına rağmen üniversitelilerin kendi arkasında saf tutmasını sağlayamamıştır. Ancak üniversitedeki siyasi muhalefetin gelişmesini engellemiş, üniversitenin toplumun diğer kesimlerine ilerici etkide bulunmasının önüne geçmiştir. Bu durumu kırma ve değiştirme yükümlüğü herkesten önce Devrimci Gençliğe düşmektedir.
Bilinmelidir ki bu dönemin devrimci iradesi kendisini sadece var olanı korumaya çalışmakla sınırlandıramaz. Unutulmamalıdır ki var olan zaten bizlerin değiştirmeye çalıştığı idi. Eğer Tayyip Erdoğan’ın AKP’si başarılı olursa bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en köklü dönüşümünün yaşandığı bir dönem olacaktır. Devrimciler de düzenin farklı bir biçimde yeniden tesis edilmesine izin vermeyecekleri gibi kendilerinin sahip oldukları “siyasal ve toplumsal projeleri” hayata geçirme olanağı yakalayacaklardır. Savaşın iki cephesine hazır olmalıyız.
[1] Son genel seçimden hemen sonra Davutoğlu “Başkanlığı getirmek istedik, halk yetki vermedi” açıklaması yapar.
[2] Davutoğlu başarıyı sahiplenmeye çalıştığı gibi işler ters gidince başarısızlığı sahiplenmemiş, Erdoğan’ı ortada bırakmıştır.
[3] 14 Ocak’ta Davutoğlu tarafından açıklanan yasa tasarısı 16 Ocak’ta Erdoğan’ın açıklamasıyla rafa kalktı. Erdoğan’ın en büyük eleştirilerinden biri yasayla getirilecek olan” mecliste grubu bulunan partilerin merkez yöneticilerine, il ve ilçe başkanlarına mal bildiriminde bulunma zorunluluğu” idi. Erdoğan “Böyle giderse görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız” demişti.
[4] Erdoğan, Davutoğlu’nu arkasından iş çevirip bu dört bakanı yüce divana göndermeye çalışmakla suçluyor. Hatırlanacağı gibi Davutoğlu Meclisteki oylamaya katılmamak için kendisini yurtdışına atmıştı.
[5] Yine Erdoğan, Davutoğlu’nu İngilizcesini kullanarak yurtdışında özel ilişkiler kurmakla suçlamakta.
[6] İddialardan biri de Davutoğlu’nun sermayeye vaat edilen 8.2 milyar dolar tutarındaki hazine garantisine karşı çıktığı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.